Gidebileceğimiz en uzak yer kendimiz.
Bulabileceğimiz en zor şeyse yine kendimiz
Bir öğle vakti kendimi ararken Edirnekapı Mezarlığı`nda gözüm takıldı mermer bir mezarlığa. "Mülayimoğlu Aile Kabristanı" iki mezar, bir karı-koca yatıyordu öylece oracıkta. Bir de "Ruhuna Fatiha" iliştirilmişti mezarın mermer başlığına. Hava bulutlu; gök yağmur çiseliyordu toprağa.
Önce Nail ve Şadiye Mülayimoğlu için kaldırdım ellerimi, ardındansa bütün ölmüşlerin ruhlarına... Amin! Uzun uzun kapadım gözlerimi ve seyrettim mezarın sessizliğini. Sonra birden bir ses böldü sessizliği.
-Boyayım mı ağabey?
10-11 yaşlarında bir oğlan çocuğuydu bu. Belli ki güneşte esmerleşmişti beyaz teni. Bedeni fazlaca zayıftı. Yeni yeni çatallaşıyordu sesi. Bir başa kondurulmuş zeytin gözler çocuğa farklı bir sevimlilik katmıştı. Kısa şortunun altındaki eskimiş terlikler olsa olsa geçen seneden kalmıştı.
Sula, dedim. Ama Neden?
Böyle bir soruya hazırlıklı olduğu belliydi.
-Ölünün ruhunu serinletir de ondan!
Verdiği cevaptan sonra savaş kazanmış bir komutan edasıyla gözlerimin içine baktı.
Adını sordum "Hasan" dedi.
-Peki öyleyse başla bakalım, Hasan.
Hasan, musluktan doldurduğu beyaz kovasıyla mezarın her tarafını iyice suladı. Dökülen her bir damlayla ölünün ruhu biraz daha serinliyordu. En azından Hasan bunun böyle olduğuna inandırmıştı kendisini.
Ölünün ruhunu serinletme görevi sona erdiğinde Hasan için artık emeğinin karşılığını alma vaktiydi. Cebimden çıkardığım 20 lirayı uzattım. Hasan`ın gözlerinin içi güldü. Sonra tıpkı geldiği gibi sessizce uzaklaştı yanımdan.
Daha Hasan gözden kaybolmadan yağmur hızlanmaya başlamıştı. Önce ıslanmayı istedim ardındansa yürümeyi.
Edirnekapı`dan Fatih`e yol alırken çoktan düşünceler sarmıştı bile zihnimi. Yol uzundu, sorular cevapsız. Hasan, dedim kendi kendime. Tamam anladık ölmüşlerin ruhu serinler de ya yaşayanların? Cevap veremezdi artık Hasan. Islanmaya da başlamıştım. Boş verdim soruları ve cevapları. Yol aldım öylece, öyle sessizce.