Başlıktaki “tezkire”, son zamanların moda kelimesi olan “tezkere” değil; Osmanlı devrinde, şâirlerin hayatları, eserleri ve edebî şahsiyeti hakkında bilgi veren bir tür biyografik kitaplardır. 16. Yüzyıldan 19. Yüzyılın sonuna kadar 30 civarında tezkire yazılmıştır. Türk Edebiyatı Tarihi yazılırken bu tezkirelere müracaat edilir. Sadece edebiyat tarihi için değil, sosyo-kültürel birikim için de bu tezkireler önemlidir.
30 tezkirenin tamamı yayımlandı; sadece tarafımdan Yüksek Lisans tezi olarak 1982’de hazırlanan Riyâzî’nin “Riyâzü’ş-Şu’arâ” (Şairler Bahçesi) adlı eser yayımlanmamıştı. 1607-1610 yılları arasında yazılan bu tezkire, edebiyat ve kültür tarihinin önemli eserlerinden biridir. 425 klasik Türk şâiri hakkında bilgi verilen bu eserin 1989 yılında yayımlanması söz konusu oldu. Değerli dostum Prof. Dr. Mustafa İsen, Atatürk Kültür Merkezi’ne tezkirelerin yayımlanması konusunu iletmiş ve o zamanki yönetim kabul etmişti.
VE YAYIN MACERASI BAŞLAR
Bu tür metinlerin neşredilmesi az-buz bir şey değildi 1989 şartlarında. Bu yüzden heyecanla karşıladık bu projeyi ve her birimiz vaktiyle çalıştığımız tezkireleri gözden geçirmeye başladık. Ben Yüksek Lisans esnasında esas aldığım 3 nüshaya, 3 nüsha daha ilave ederek, 6 nüshadan bir metin oluşturdum ve henüz cilalı daktilo çağında yaşadığımız için, metni 2 nüsha (Arada karbon kâğıdı var eeey homo connecticus kuşağı!... Bildin mi “karbon kâğıdı nedir?) tekrar daktilo ettim. Teknik imkânsızlıkların zorluğunu yaşadığımız yıllar olduğundan, o 2 nüshada transkripsiyon işaretlerini teker teker elle koydum.
1989’un sonuna doğru, neşredilecek diye büyük bir heyecanla tezkireyi Atatürk Kültür Merkezine gönderdim. Tatlı heyecanım 1 ay kadar sürdü. 1 ay sonra “çalışmanızı bilgisayarla yazıp tekrar gönderin.” yazısı geldi…
YIKILDIM, GAZIM KAÇTI
Yazı beni yıktı!...
Nasıl yıkılmazsın bilader?!...
Bizim akademik işimiz tezkireyi hazırlamak. Yani önce katalogları tarayarak yazma nüshalarını bulmak ve esas alınacak nüshayı ve mukayese edilecek güvenilir nüshaları tespit etmek. Bu hazırlıklar yapıldıktan sonra metinleri kelime kelime karşılaştırmak ve aslına en uygun olacak şekilde, gerekirse metin tamiri de yaparak metni oluşturmak. El yazımızla oluşturulan bu metnin o zaman için daktilo ile temize çekilmesi, ortaokul mezunu birinin yapabileceği bir işti ama gene de biz kendimiz yapardık. Laf aramızda ben metin daktilo etmekten nefret eden biriyim. Buna rağmen Lisans, Yüksek Lisans ve Doktora tezlerini hep kendim daktilo ettim ama o daktilo etmeler, ömrümü yedi.
Ömrümü yiyen daktilo işini 1989’da tezkirenin daktilosu ile bir daha yaşadıktan sonra, “Hadi şimdi bu azabı bilgisayarla çek!...” der gibi “Bilgisayarla yaz da gönder!...” denilince, bütün hevesim kaçtı. Havası sönen balon ve gazı kaçmış meşrubata döndüm.
Birkaç sene elim tezkireyi yeniden yazmaya gitmedi. 1994’te tekrar el attım ve bilgisayara geçmek için hazırlık yaptım. Bir ara Ankara’ya geldiğimde, metindeki Arapça ve Farsça alıntıları metin içinde Arap harfleriyle vermemi; Latin harfine ve Türkçe’ye çevirisini dipnotta vermem söylendi.
Haydaaaa!...
ATILIR MI HİÇ YAYINA ÇENGEL ÇENGEL ÜSTÜNE?
YIKAR GÖNLÜ, ÇIKARILINCA ENGEL ENGEL ÜSTÜNE
Zorluk üstüne zorluk, engel üstüne engel!...
Bende heyecan ve azim dibe vurdu!...
Balonda hava, meşrubatta gaz gene kalmadı…
Bir 10 sene aklıma bile getirmedim Riyâzü’ş-Şu’arâ’yı…
Atatürk Kültür Merkezinde bir memurun yapacağı işin bana yaptırılmaya çalışılmasına çok içerlemiştim. Metin hazırlanmışsa, akademisyeni basit bir bilgisayarla temize çekme konusunda niye yokuşa sürüyorsunuz baba?...
2004-2005’lerde sevgili dostum Prof. Dr. Mustafa İsen gene hatırlatmaya başladı… Bir ara rahmetli Yılmaz Öztuna da bir an önce neşretmemin elzem olduğunu söyledi. Ben o hızla metni daktilo nüshasından bilgisayara çektirdim. Sağ olsun değerli kardeşim Arzu Berber Bavut, mesai haricinde metni bilgisayara aktardı.
Aktardı da benim unutkanlığım işte… Tabii bir de heyecan ve hevesimin azalmasıyla, Arapça ve Farsça alıntıların metnin içine yazılmasını tenbihlemeyi unutmuşum. Sevgili Arzu metni getirdiğinde, Arapça ve Farsça metinler için boşluk bırakmış ve Latin harflerine aktarılmasını ve Türkçe’ye çevrilmesini dipnotlara yazmış.
Haydiiiii!.... Bir iş daha!...
BİR 12 SENE DAHA!...
Bu aşamanın da üzerinden bi 12 sene daha geçti ve ben, bürokrasiye iyilik temennilerimi göndere göndere metni tekrar ele aldım. Bu defa metinde Arap harfli kısım olmayacaktı. Dipnotlardaki Latin harfli Arapça ve Farsça alıntıları metnin içine kaydırdım; tercümeleri dipnotta bıraktım ve bu arada metni transkripsiyondan arındırdım.
2016-2017 bununla geçti. Sevgili Yrd. Doç. Dr. Ramazan Arı ve Arş. Gör. Fahri Kaplan 2017 yazında son kontrolleri yaptı. Ben de Eylül ayında son bir defa gözden geçirdim.
TEZKİRE YAYIMLANMAYI BEKLERKEN DÜNYADA NELER OLDU?
Tezkire neşredilmeyi beklerken;
-Tezkireyi hazırlamaya başladığımda 12 Eylül ortamı vardı. Çalışmayı bitirdiğimde Kenan Evren Devlet Başkanı idi ve evli değildim.
-1988’de Cumhurbaşkanı rahmetli Turgut Özal idi ve evleneli 5 sene olmuştu; oğlum da 3 yaşında idi…
-Bahri ve Ahmet ağabeylerimi, annemi, kayın peder ve kayın validemi, kardeşim Adem’i ve birçok dost ve arkadaşımı kaybettim.
-4 cumhurbaşkanı (Özal, Demirel, Sezer, Gül ve Erdoğan), 10 Başbakan (Akbulut, Demirel, Çiller, Erbakan, Yılmaz, Ecevit, Gül, Erdoğan, Davutoğlu ve Yıldırım) geldi geçti.
-23 Kültür Bakanı geçti.
-SSCB ve Doğu Almanya diye bir devlet vardı, Berlin duvarı yıkıldı…
-Türkeş, Demirel, Erbakan, Ecevit ve Yazıcıoğlu sağ idi…
-TV tek kanaldan çok kanala ve renkli yayına geçti.
-Bilgisayar yaygınlaştı; internet kullanılmaya başlandı, e-mail ortaya çıktı, Google diye bir şey icad oldu; face book ve twetter ortalığı sardı.
-Çağrı cihazı, araç telefonu ve cep telefonu çıktı.
-Teleks, faks ve mail icad edildi.
-Halil Aga hâlâ doktorasını bitiremedi.
-1988’lerde lisans öğrenimine başlayanların bazıları profesör oldu.
-3 erkek kardeş şeker hastası, 4 erkek kardeş açık kalp ameliyatı olduk, 3 erkek kardeşimiz öldü.
-Kısacası, benim dünyamda ve dünyada pek çok şey değişti ve hatta her şey alt-üst oldu; tezkire yayımlanamadı.
-Nihâyet geçen hafta sonu tezkirenin son kontrolünü yaptım ve e-kitap olarak neşredilmesi için gönderdim. Editör sevgili Tuba Durmuş İsen, “Hocam e-kitap için yazım şekli ve şartları var. Tezkireyi bunlara göre…” derken, “Eyvah!...” dedim; “yeni şekil ve şartlarla da bir 10 sene atar bu yayın.” Diyecektim ki, sevgili Tuba, “Biz onu halledeceğiz hocam.” deyince rahatladım ve nihayet tezkire 5 Ekim 2017 günü e-kitap olarak ekranlardaydı.
Son:
Bu tezkire Yüksek Lisans tezi olarak hazırlanırken, sevgili Tuba muhtemelen ilk okula bile gitmiyordu; aradan geçen 35 yıl sonra, sevgili Tuba, tezkirenin yayın editörlüğünü yaptı.
Ey bürokrasi!...
28 yılda dünya değişti, sen tezkireyi hâlâ yayımlamadın!
Bu ayıp sana yeter!...
***
Neyse…
Biz “Her işte bir hayır vardır” diyerek, Riyâzü’ş-Şu’arâ’yı Türk irfanının hizmetine sunduk. Esere, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın e-kitap sitesinden ulaşabilirsiniz.