Türk edebiyatının millileşmesi sürecinde yapmış olduğu öncü-edipliğiyle edebiyat tarihlerinde yerini alan ve daha çok hikâyeleriyle adından söz ettiren Ömer Seyfettin...
...diye başlamayacağım...
Zirâ ülkemizin "büyük Türkologları"nın kendisi hakkında yazdığı makalelerde, denemelerde, kitaplarda "amentü"leşmiş; yahut Fischer'in "Sanatın Gerekliliği" adlı eserindeki deyimiyle söylersek "kutsallaşmış" bu türden başlangıçları kullanmayı yine söz konusu "büyük Türkologlar"ın tasarrufuna bırakmadan, yazımızın devamındaki "ayrılığı" anlatmanın mümkünâtı yoktur. Gerçi kafalarının bir yarısını, okudukları akademilerin 1940 model "yeminli-hocalar"ına; kurtarabildikleri diğer yarısını da "Cihangir-sosyalistleri"ne kaptıran değerli okuyucularımızın "bu nasıl bir anma yazısıdır?" türünden sorularla başlaması muhtemel hücumlarını baştan ber-tarâf etmek için bazı noktalara dikkat çekmemiz gerekir.
Bu yazı, Ömer Seyfettin için, beylik cümlelerle donatılarak onun anısına ithâf kılınan bir yazı değildir; zaten -içeriği gereği- "yeminli-hocalar"ın -yıllardır- bu türden anmalar vesilesiyle yazıp çizdiklerine -ve muhtemelen bundan sonra da yazacaklarına- karşı bir "aykırı"lık niteliği taşır. Çünkü bugüne kadar hakkında yazılan değerlendirmelerde, incelemelerde, kitaplarda; devrinde hemen hemen bütün yönleriyle "aykırı" bir yazar olan Ömer Seyfettin'in söz konusu "aykırılıklar"ının -ne yazık ki- bir kısmına dikkat çekilmiş ve taraflı bir şekilde tek yönlü değerlendirmelere maruz kalmıştır. Bu sebepten, hakkında yapılan incelemelerdeki "Kristeva-vâri"liğin haddi-hesabının olmadığı ve birbirlerini sürekli tekrar ettiği bir dönemde, bunları kısmen vurgulamanın da bir "aykırı"lık niteliği taşıması işte bu yüzdendir.
Şimdi müsaadenizle konumuza dönelim.
Ömer Seyfettin, bir Asya-vâri "din-tarım imparatorluğu"nun iktisâdi düzeyde sömürgeleşme süreciyle at başı giden uluslaşma sürecinin üst-yapısal bir yansısı hâlindeki ulusçu sanat anlayışının öncülüğünü yaparak, kendisinden evvel -"Yeni Lisan" başlıklı makalesinde de vurguladığı gibi- "Şarka doğru" yahut da "Garba doğru" yönelen aydınların aksine son derece "aykırı" bir tavır takınarak "memleketine doğru"; Yahya Kemal'in şu meşhûr deyimiyle söylersek "mektepten memlekete" doğru yönelmişti. Bu yöneliş doğrultusunda da çeşitli hikâyeler, şiirler ve yazılar kaleme alarak söz konusu ulusçu sanat anlayışı"nı edebiyat özelinde tesis etmeye çalışmıştı.
Buraya kadar söylenenler, onun "aykırı" yönlerinin sadece bir kısmını imler ki; bu, onun sanatsal anlamda kendisinden sonrakilere bıraktığı mirâsı ister istemez dar bir açıdan görmemize sebep olur.
Ya peki onun sanatsal duruşu hakkında bugüne kadar neler söylen(e)medi? Başka bir şekilde sormak istersek; onun edebiyatımıza yaptığı -ve henüz dile getiril(e)memiş- katkıları/aykırılıkları nelerdir?
Her şeyden evvel, yazmış olduğu bazı hikayeleriyle, 1937-41 arası şiirimizde etkili olan Garip akımından çok daha öncesinde "küçük insan" tipini edebiyatımızla tanıştırması(bkz. "Çakmak", "Düşünme Zamanı", Nâmus" vs. gibi hikâyeleri); onun edebiyat birikimimize yapmış olduğu -ve ne yazık ki bir türlü dillendirilemeyen- en mühim katkılarından biridir. Bilindiği gibi Batı edebiyatında "küçük insan tipi"; ilk kez 19. yüzyılın ortalarında realizme gönül veren hikaye yazarlarının eserlerinde ortaya çıkmış ve oradan türler-arası bir yolculukla diğer edebi türlere aksetmiştir. Nitekim büyük Rus yazar Dostoyevski'nin -kendisiyle birlikte bütün Rus yazarları adına- "Gogol'un 'Palto'sundan çıktıkları"nı vurgulaması da bu yüzdendir.
Yine 1940'lı yılların Köy Enstitüsü çıkışlı yazarlarımızın eserlerinde -Berna Moran'ın ifâdesiyle- işlenene işlene "şemalaşan" köylü-ağa çatışmasını anlatısal düzlemde ilk kez ele alması(bkz. "Yalnız Efe" adlı romanı); da edebiyat araştırmacılarının dikkatinden kaçan bir başka "aykırı" durumudur yazarımızın. Her ne kadar kendilerine yapmış olduğu bu katkıyı -tıpkı edebiyat araştırmacıları gibi-görmeyip de ona küstahça "faşist" damgasını yaftalayan bazı toplumcu yazarlarımızın(gerçi bu yazarlara "toplumcu" değil de Lukacs'ın Batı'daki hem-türleri için kullandığı "devrimci-romantik" demek daha doğru olur) eserlerinde imgeleştirilen dağların doruklarında hep "Yalnız Efe" misali bir "soylu vahşi"nin dolaştığı âşikârdır.
Bunların yanında, edebiyatımızda, çok daha evvelinde Nabizâde'nin toğoğrafik öğelerle süslediği "Karabibik" adlı romanı ile başladığı sanılan "köy hikayeciliği"ni gerçekçi ve yaşantısal bazda eserlerinde işlemesinin de Ömer Seyfettin'in edebiyat tarihimizde ele alınmamış başlıca "aykırılıklar"ından birisi olduğunu gözden kaçırmamak gerekir.
1923'ten sonra "memleketçi-edebiyat" diye anılan ve 1930'lu ve 40'lı yıllardan sonra toplumculuğa evrilen "Anadolu serüvenciliği"nin hikayelerde gerçekçi ve yaşantısal bazda incelenişine biz Sabahattin Ali'lerden; Sadri Ertem'lerden evvel Ömer Seyfettin de rastlarız. "Üç Nasihat"ta kısmen masallaşan; ancak "Beynamaz" ve "Bir Hayır" gibi hikayelerde daha nesnel bir şekilde gözümüze çarpan köy hayatını, biz çok daha sonrasında yetişen köy yazarlarının eserlerinde yeniden-üretilirken buluruz.
Nihâyet, "Balkan Savaşları Günlüğü/Ruznâme" adlı eserinde, kendisinin bizzat "cephe"den tanık olduğu Balkan Savaşları'nın hem ülkesinde hem de kendi ruhunda yaptığı yıkımların izlerini -edebiyatımızda ilk defa- "avangarde"lara özgü bir karamsarlıkla aktardığını ve bu açıdan da bir "aykırı" duruş sergilediğini görürüz.
Tüm bunları hesaba kattığımızda; Ömer Seyfettin'in, salt ulusçu edebiyatın öncü ediplerinden olmadığını; aynı zamanda -özellikle Cumhuriyet sonrası gelişen- çeşitli edebiyat devirlerinin de "örtük" kaynaklarından birisi olarak görülmesinin de muhtemel olduğunu ve kendi devrinde her açıdan "aykırı" bir yazar niteliği taşıdığını söyleyebilmemiz mümkündür.
***
Bu yazı, elbette ki Ömer Seyfettin üzerine yazılmış bir makale değil.
Belki bir deneme de değil.
Şiir derseniz darılırım.
Ancak bu yazının, yukarıda da belirttiğim gibi, onun hakkında yazılan bir çok incelemeye göre bir "aykırılık" taşıyan ve bu "aykırılık"taki "meteksis"ini de yine onun sanatsal anlayışının -edebiyat tarihçilerimizin görmezden geldiği- "aykırılık"larından alan bir yazı olduğunu söylemem mümkündür.
En azından bundan sonra, çalışmalarında bu "aykırılık"lara kapı aralayacağını beklediğimiz edebiyat araştırmacılarına öncül olmasını dilediğim bu yazının, doğal olarak bu açıdan bir "ilk"liği içerisinde barındıran çalakalem yazılmış bir çalışma yazısı olduğunu belirtmeme hak vermeniz gerekir.
Nitekim Baudelaire'deki "mutlu anları yâdetme sanatı"na mukâbil bendenizde de -yeni yeni nükseden- bir "köhnemişliği yıkmaya çalışma sanatı" var.
Tabi "ustalara saygı"yı temel kâide edinmiş bir "sanat"tır ki; bu beni, Ömer Seyfettin'in -ölümünün 93. yıldönümünde- aziz rûhu karşısında saygıyla eğiltir...