‘’Eledim dedim, höllük eledim / Aynalı beşikte, bebek eğledim / Büyüdü gitti asker eyledim / Gitti de gelmedi canım, buna ne çare…’’
Öyle bir an yaşar ki insan!
O an, zaman aniden durur!
Aklı, ruhu, bedeni bir anda sıfırlanır, nefes dahi alamaz…
Hızla çarpan yüreği, bir anda fırlatıverir kendini bedeninden çıkar gider;
O anı durdurana koşturur!
Sanki canından can verdiğine kavuşmak ister gibi…
Ama ne çare?
İlk kez duyduğunda başlar o anın acısı, yüreğinin sancısı…
Önce çırpınır, sanki o anı silmek istercesine yaşamından.
Boğum, boğum olmuş gırtlağında düğümlenir kelimeler, dili damağına yapışır…
Öylece kala, kalır!
Ne bir nefes, ne de bir ses..!
Sonra öylesine bir acı kaplar ki, her yanını.
Ne ilacı vardır, ne de şifası…
Aslında o acı, yaşadıkça o anı hatırlatan ruh ikizi olacaktır…
Ve…
Yaşanan acıyı anlatan bir feryat yükselir yüreğinden…
Dağlar, taşlar kulak kesilir o acılı çığlıklara…
Bulutların bile gözleri yaşlanır.
Çaresizliğin ıssız yalnızlığını tadar, yüreği insan kalabilmişlerin başı eğilir..!
Tabiat ananın bağrı cevap verir ancak o acıya…
Gök yarılır, yer küre sarsılır; rüzgâr diner, kuşlar susar…
Sanki kâinatın vicdanı dile gelmiştir…
Gecenin zifirinde bir hilal doğar aniden!
Sonrasında bir yıldız parlar tam orta yerinde…
İşte ’o an’, zamanın durduğu andır; ‘ana’ yüreğinde…
Kınalı kuzusu kayıp gitmiştir, bir yıldız misali sonsuzluğa doğru…
Ölümsüzlük şerbetini içmiş, cennet bahçelerinde bir çiçek olarak kalacaktır…
Bu ulvi sessizliğin içine bir çift söz dökülür, bir fısıltı misali:
‘’Ah be Oğul…’’, ‘’ Vatan sağ olsun…’’
Sonra anaların anası, o yiğit kadın bir ağıt yakar; canından, can verdiği oğlunun ardından:
‘’Eledim dedim, höllük eledim. Aynalı beşikte, bebek eğledim. Büyüdü gitti asker eyledim. Gitti de gelmedi canım, buna ne çare…’’
Artık onun yanı başında, zamanın durduğu ‘’o an’’ yaşayacaktır…