(Yıllar öncesinin özlemiyle, yaşanmışlardan seçmeler…)
Kıyıda uçuşan martılarla, güneşin ilk ışıkları konunca çamlara; sanki çocukluğum yansıdı Heybeliada’ya…
Ne de güzeldi o yıllar İstanbul. Suadiye, Kadıköy, Moda…
Âşıklar el, ele dolaşırdı Kalamış’ta…
Sevgi ve saygıydı yaşamın adı o yıllarda; kin ve nefret yoktu, güzel giyimli insanların o içten bakışlarında…
Sabahı; ‘günaydın’ sesleri ile karşılardı insanlar. Tanımak gerekmezdi, selamlamak için Kadıköy’e gidenleri…
O dönemde çok ünlüydü İstanbul’un taksi şoförleri. Herkesi ezbere bilirler, isimleri hatırlamak ne kelime! Duyulurdu onlardan günün ilk haberleri…
Heybeli’de görmüştüm onu ilk kez! Uçuşan saçları kumral, bakışları yosun yeşili…
Öylesine ulaşılmaz, öylesine kibirli ki! İnsanı çıldırtan bir dişi…
İlk heyecan ile atan kalbimin sesi, karışmıştı rüzgâra… O ise hiç tınlamadan çekip gidiverdi, aldırış etmeden yüreğimin feryadına…
Adanın en güzel kızı odur, hiç yanaşma dediler yanına. Ne aşkını umut et, ne sevgisini bekle! Herkes dengi, dengine onu boşuna hayal etme! Sen onun için çocuksun daha, git kendi dengini yakala.
Çocukluk aşkı işte, seni gidi budala…
İşte çocukluğumun ilk aşkı oldu o yeşil gözlü dilber!
Ama bu aşkı sadece benim gönlüm bildi, bir de sahildeki o izler…
Ada sahilinde bekleşirdi sevenler, her gece mehtabın seyrine doymak için.
Kim ne derse desin? Çam limanının yakamozları gönülleri süslerdi biçim, biçim…
Gecenin sihri karışırdı Burgaz’a, Kınalı ’ya.
Büyükada göz kırpsa da o muhteşem manzaraya,
Ama Heybeli, ah o Heybeli! Bir başka ada, başka bir hatıra…
Ada vapuru demişler adına, yıllarca iz bırakmış dalgalara. Beyaz bir martı gibi süzülürken, engin maviliklerinde denizin; her yanında izi var, adalarda yaşayan sevgililerin…
Baharı da bir başkaydı adanın, mimozalar süslerdi her yanını, badem çiçekleri ile bezenirdi değirmenin çevresi. Sanki sihirli bir değnek değmişçesine seyredilirdi ufukta beliren sevda tepesi…
Kimi zaman adanın züppelikleri de yansırdı her yana!
Bazen duyulurdu: ‘Erol Büyükburç’un, ‘Little Rosey’si‘ ama çoğu kez adanın sihrine uyardı;
‘Biz Heybeli’de Her Gece Mehtaba Çıkardık…’ isimli o bitmeyen senfonisi…
Sabahın erkenin de uçan martılar, karşılardı ‘Balıkçı Yorgo’yu…’ Teknesinin içi karagöz balıklarıyla dopdolu…
Ada çileği toplamış Ayşe teyzem; gülümseyen çiğdemler arasından daha taptaze, tam reçellik.
Ayyıldız fırınından yeni çıkmış francala ekmek; mis kokusuyla çıtır, çıtır yemelik. Günü karşılardı yosun kokulu tertemiz bir deniz…
Dün;
Yıllar öncesinin özlemiyle gittim, çocukluğumun o sihrine…
Gözlerim, önce ada vapurunu aradı; o kumral saçlı, yosun gözlü dilberi belki görürüm diye…
Ama gel gör ki! Ne o iskele kalmış, ne de o sevgili… Hoyratçasına sökülüp atılmış gönüllerden o bembeyaz renkli, engin maviliklerin güzeli ‘Heybeli’ isimli o gemi…
Ada vapurunun yerini, bol gürültülü motorlar almış kaba mı, kaba!
Etrafına bir bak! Nerede o eski gülen yüzler, modern giysili adanın güzelleri?
Etrafıma bir göz gezdirdim; önce ben neredeyim, nereliyim diye?
Görüntülerinden utandım. Bu çevre, çocukluğumun geçtiği yerler, böyle olmamalıydı niye?
Olmaz, olsun böylesi bir değişim! Az da olsa kalamaz mıydı? Yıllar öncesinin o tatları, doyumsuz güzelliklerle dolu ada manzaraları…
İçim bir an ezildi! Biz ne yaptık? Nasıl becerdik bunca ayıbı? O güzelim İstanbul’un yok artık eski adaları!
Ne ‘Heybeli’nin Mehtabı’ kalmış eskisi gibi, ne de yakamozları! Hiç kimse hatırlamıyor artık mimozaları, sevda tepesinde yaşanan o eski aşkları…
Değirmenin çevresinde ki, badem ağaçları da yok artık!
Her çam ağacının dibi; bira kutularıyla çeşit, çeşit çöplere boğulmuş,
Eski dostların; o çakıl taşlarının yerini, şimdilerde mazotlu ziftlere bulanmış inşaat atıkları doldurmuş…
Ada çileği nedir bilen kalmamış! O lezzeti bize sevdiren Ayşe teyzenin yerini ise bir başkaları almış!
‘Balıkçı Yorgo’, çoktan terk etmiş o limanı… Ayyıldız Fırınının çıkmıyor artık o mis kokulu, çıtır, çıtır yenen francalaları…
Aniden aklıma geliverdi! Onunla ilk kez buluştuğumuz o gizemli kayalık. Bir koşuda gidiverdim, anılarla dolu o ince yola… Bir an durdum, sanki zamanda benimle duruverdi, gördüğüm o manzara karşısında!
Ne yol kalmış, ne de o yolu süsleyen yaban nergisleri. Buluştuğumuz o sevgi mabedimizin kayalarını bile sökmüşler;
Sevgi sözcüklerinin dolaştığı o çakıl taşlarının üzerinde, şimdi yer almış küme, küme çöplükler…
Bu aymazlıkların hesabını kim verecek? Ülkemin geçmişinde yaşanan bu güzellikleri hoyratça yok ederek harcayanlar mı? Sevgiyi, aşkı, insanca yaşamayı unutanlar mı?
Yoksa bu kıymet bilmezliklerin hesabını sormayanlar mı?
Ya da o güzellikleri koruyamayan bizler mi?
O güzelim yıllar; güzellikleri ile birlikte yok olmuşlar! Ne bir iz kalmış, ne de o izlerin sesleri.
Bu günün utançları almış o güzelliklerin yerini…
Kitaplarda, şarkılarda, resimlerde bile ara ki bulasın! Sadece anılarını yoklarsan belki hatırlarsın o güzel günleri…
Biliyor musunuz? Martıların sesi bile bir başka! Çünkü Heybeli’de yaşayamıyorlar eski dostlarıyla baş, başa…
Duyulmuyor artık dalgaların sesi, o eski iskelede, çam limanında!
Yaşamıyor artık o dalgalar eskisi gibi Heybeli’de, Büyükada’da, Kınalı ’da, Burgaz’da…
Şimdilerde moda olmuş! Herkesin ağzında bir çift söz var:
‘Heybeli’deki Ruhban Okulu Açılmalıymış’ dan, başka bir şey duyulmuyor buralarda..!