Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Eski Türk Edebiyatı Kürsüsü’nü 13 Eylül 1976 günü kazandığımda (O zamanlar, Bölüm değil, Kürsü kazanılırdı.), her öğrenci gibi, nasıl bir öğretim üyesi profili ile karşılaşacağımı bilmiyordum. Şimdiki gibi internet falan olsa, mutlaka, değil kazanınca, tercih yapmadan önce o kürsüde kimlerin olduğuna mutlaka bakardım.
Fakülteye başladık. Hocalarımızı da tanımaya başladık… Her öğrenci gibi üniversite efsaneleri geliyordu kulağımıza ve bunlardan biri de Prof. Dr. Hasibe Mazığlu’yla ilgiliydi. “Hoca şöyle sertmiş; böyle acımasızmış, yok şunu yapar, şunu edermiş.” falan...
Hasibe Hocam, ilk sınıfta dersimize girmedi. Onu ikinci sınıfta Edebiyat Tarihi derslerinde tanıdık. Beyaz saçlı, orta boylu, biraz tombulca, şipşirin bir hanım… Derste beyit örnekleri işlerken, kendini biraz bıraksa, neredeyse gazelleri ezgili okuyacak kadar şiirin dünyasına girmiş biri… Hiç de anlatılanlar gibi sert ve korkunç biri değil. İleri yaşın verdiği bütün anacanlık (“anacanlık”ı şimdi uydurdum.) üstünde… Tatlı mı tatlı, biri…
Zaten üniversite efsanelerine inanmadığım için, Hasibe hocamı seviverdim… Bir süre sonra o da beni sevdi…
***
Öğle yemeğine fakülte lokantasına inmeyen Hasibe hocamlar, “üç kız”(Bir grup arkadaş onlara “üç kız” derdik); yani Hasibe Mazıoğlu, Saadet Çağatay, Vecihe Hatiboğlu bir araya gelir; birer dilim kepekli ekmek ve birer elma ile kifaf-ı nefs eylerlerdi.
Hocamın dersleri Salı günü saat 13.30’da olurdu. Bir gün, saat 13.30 oldu, derse gelen giden yok… 13.45 oldu Hocam görünmüyor. 14 oldu hocam hâlâ yok… Arkadaşlara, “Bi bakıp geleyim hocaya…” dedim… (O anda arkadaşlarımın bana ne dediklerini ve nasıl baktıklarını anlamışsınızdır…) Hocanım odasına gittim. Kapıyı çalıp açtım… İçerde “üç kız” oturmuşlar sohbet ediyorlar… “Ben “Hocam ders…” dedim… Hocam, “Aaaa!… Saat geldi mi?...” dedi… İçimden, “Geçti bile” diye geçirdim ama henüz o kadar samimi olmadığımız için, bir şey demedim.
Diğer “kızlar” hemen toparlanıp çıktılar; hocam da ders malzemelerini toplayıp anfiye girdik… (Ah o arkadaşların keskin bakışları!...)
***
Hasibe hanım, 2. ve 3. sınıftaki Edebiyat Tarihi derslerinde yumuşacık, şipşirin biriydi ama sadece Eski Türk Edebiyatı Kürsüsü öğrencilerinin aldığı 4. Sınıf Eski Yazı Metin İnceleme dersinde, hayli sertti… Hatta hayliden öte sertti… Masaya oturur, gözlüklerini takar, çatık kaşlarla gözlüğünün üzerinden bizlere bakar: “Metni kim okuyacak?...” diye sert sert sorardı. Bir hata yapıldığında, “Bu ne biçin Osmanlıca!... Dördüncü sınıfa nasıl geldiniz?... Kim girdi Osmanlıca dersinize?...” derdi… Hiç birimiz cevap vermez, Osmanlıca hocamızı bir başka hocaya gammazlamazdık… (Şimdi öyle mi?... Değil öğrencinin, hocaların başka hocalar hakkında sınıflarda konuştuğunu biliyorum.)
***
Salih adında, çok mülayim bir arkadaşımız vardı. Gece hastanede nöbetçi olarak çalışır, gündüz derslere gelirdi. Salih’i çok severdim.
Salih bir gün, “Hayatta iki şeyden çok korkuyorum: Biri diş çektirmek, ikincisi, Hasibe hanımın dördüncü sınıf dersine girmek.” dedi ve “Sen İsmail Ünver hocayla konuşsan da durumun ne olduğunu anlasak…” dedi. O günlerde durumu İsmail Ünver hocamıza anlattım… Güldü… “Size muzahrafat (atık madde) diyor mu? “ dedi. “Yok…” dedim. “Muzahrafât demiyorsa ona şükredin; bize öyle derdi.” dedi.
Biliyordum… Hocanın dördüncü sınıf dersindeki kızgınlığı, yürekten gelen bir kızgınlık değil, öğrenmeye yönlendirici bir kızgınlıktı ve ben hiç ciddiye almamıştım o öfkeleri…
***
Fakülteyi bitirdim… Yüksek Lisansa başladım. Tez aşamasına geldiğimde, (yıl 1981-82 idi) hocam disk kaymasından dolayı raporluydu. “Geçmiş olsun” demek için evine gittim. Hocam, sert bir zeminde yatıyordu ve birkaç ay daha yatacaktı. “Geçmiş olsun” temennisinden sonra biraz konuştuk… “Yavrum tezin de var senin kontrol edilecek… Ne yapsak ki?... “ dedi… “Hafta sonları eve gelebilir misin?” diye ekledi. Ben de “Olur hocam ama sizin rahatsızlığınız önemli; tezi biraz geç bitiririm.” dedim. “Yok yok… Zaman kaybetme… Bakarsın fırsatlar çıkar… Yüksek Lisans yapmış olma şartı falan koyarlar… dedi. Ben de “Olur o zaman hocam.” dedim. “Yalnız, sen bu semte rahat gelip gidebiliyor musun? “dedi.( Anladım… Hocam 12 Eylül öncesinin “Kurtarılmış bölge”sini hatırlatıyordu.) “Artık rahatça her yere gidebiliyoruz hocam.” dedim.
Ondan sonra her Cumartesi ve Pazar günü, hocam sert zeminde yatar vaziyette, tezimi kontrol ettik.
***
1976-1980 arası, yani benim öğrenci olduğum zamanlarda, hiçbir hoca tehdit edilmedi. Hasibe hanım ile ilgili olarak 12 Eylül dönemlerinden kalma bir hikaye anlatırlar.
Öğrencinin birisi hocanın odasına girmiş… Silahı çıkarmış ve “Dersten beni geçireceksin… Yoksa vururum!...” demiş. Hocam, öğrenciyi ikna etmek için bir şeyler söylemiş ama öğrenci “Dersten geçir… Yoksa vururum!...” diye tehdit etmiş… Hocam bakmış vakit geçiyor, “Oğlum vuracaksan vur… Yoksa derse geç kalıyorum!...” demiş.
***
1982 yılıydı… Eski Eğitim Enstitüleri ve benzeri okullar kapatılıp Eğitim Fakültelerine dönüştürülmüş ve öğretim elemanı sıkıntılarını gidermek için de mevcut kadroların bir şeyler çırpıştırıp Doktora Tezi yerine kabul edilecek sözde eserlerle önleri açılmıştı. Hocama bir sürü dosya geldi.. Üşenmeden hepsini inceledi… Ve bir gün bana “Görüyor musun Nâmık?... Sizler bir Yüksek Lisans Tezi hazırlamak için neler çekiyorsunuz ama bazılarına ne kolay Doktora payesi vermeye çalışıyorlar?..” dedi.
Hocam, o furyada kimseye Doktora payesi vermedi; verdirmedi de…
***
Hocanın, “sert hoca” rolünü yaptığı dersteyiz… Çalıştığımız metin; Latîfî tezkiresinden bir şair… Kayserli Mehmet Bakır okuyor eski yazılı metni. Şâirin ölüm kaydının olduğu yerde “tâ’ûna mat’ûn olup diğer-gûn oldı” yazıyor. Yani “vebaya tutulup başka bir şekle girdi; öldü” demek istiyor Latîfî… Mehmet bunu “tâ’ûna mat’ûn olup diğer gün öldi” diye okudu… Bu derste kaşları hep çatık olan hocam, makaraları koyverdi ve “ “Hem okudun hem de anlamını verdin Mehmet… Maşallah!...” dedi.
***
Günü geldi Fırat Üniversitesinde Osmanlıca Okutmanı olarak göreve başlamak üzere, Ankara’dan ayrılacağım… Hocamla vedalaşmaya gittim… Hocam, “Oralar çok güzel yerlerdir… İsmiyle müsemmadır ve gerçekten ‘mâmûretü’l- aziz’ bir şehirdir. Kıymetini bil.” dedi…
Elazığ’da göreve başladık… O zamanlar şimdiki gibi değil elbette… Her yer çamur… Yolda yürürken, ayakkabının ökçesi çamurda kalıyor… Yani o derece yağlı çamurlu bir yoldan geçerek gidiyorsun üniversiteye…
Anladım… Hocam, 1981’e kadar uçakla ders vermeye gitmişti oraya… Havaalanından arabayla alınmış; üniversitede dersini vermiş; rektör arabaya alıp Harput’a veya Hazar gölü sahilinde hocamlara yemek yedirmiş göndermiş. Hocam, o çamurlu sokakları hiç görmemiş.
Bir vakit sonra Ankara’ya geldim… Hocama da uğradım. Hocamın ilk sözü: “Nasıl?... Gerçekten mâmûretü’l-aziz” değil mi?” oldu…
Ben de, “Hocam, size ‘mâmûre’ kısmını göstermişler ama ben ‘çâmûre’ kısmında yaşıyorum… Mâmûretü’l-aziz değil; Çâmûretü’l-aziz, Çâmûretü’l-aziz!...” dedim… “Ay Nâmııık!... Nerden bulursun böyle şlaflarııı?...” dedi.
***
Elazığ’daydım ama hocamla irtibatımız hiç kesilmemişti.
Doktora tezi aşamasına geldim. Yüksek Lisansa başlarken hocam, “Şimdi Riyâzî’nin tezkiresini çalış; Doktorada diğer eserlerini çalışırsın.” dedi. Öyle de yaptım… Yaptım ama Riyazî’nin Divanı ve Sâkî-nâme’sinden başka bir de Düstûrü’l-Amel adlı Farsça-Türkçe örnekli edebiyat sözlüğü vardı. Bu metnin edisyon-kritiğini yapmak beni biraz uğraştıracaktı… Ankara’ya bir geldiğimde, “Hocam Divan ve Sâkî-nâme’yi hallettim… Daktilo da ettim… (Ey bilgisayar çocukları!... O zamanlar ‘daktilo’ diye bir âlet vardı; yazılarımızı, tezlerimizi onunla yazardık.) “Şimdi incelemeye geçeceğim.” dedim… Hocam, “Düstûrü’l-Amel’i ne yaptın?” dedi… Ben, “Hocam Düstûrü’l-Amel işi bir hayli uzatacağa benziyor… Onu dâhil etmesek…” dedim. “Haklısın ama şimdi buna sen el atmazsan kimse atmaz… O eser de karanlıkta kalır gider…” dedi. Ben de “Tama hocam… Onu da dahil edeyim.” dedim. Dedim ve tezi bitirmem 6 ay daha uzadı… Olsun… Hocamın bir isteğini yerine getirmiştim ya!... Beni o mutlu etmişti.
***
Hocam Prof. Dr. Hasibe Mazıoğlu ile ilgili daha yazılacak çoook şey var… Artık o aramızda değil… 24 Nisan günü Hakk’ın rahmetine kavuştu… Allah mekânını cennet eylesin.
“Üç kızlar”ın böylece üçüncüsünü de ahirete yolladık… Acaba orada da buluşup sohbet ediyorlar mıdır?
Sevgili hocam, çok tatlı çok şirin bir hocaydın…
Hele o öfkelerinde o kadar tatlıydın ki!...