İnsanoğlu binlerce yıl ne takvim kullandı ne saat!... Zamanı tabiatle ve tabiatin değişimiyle algıladı sadece...
Herkes kendil dilince karanlığa “gece” dedi, aydınlığa gündüz... Soğuk zamanlara “kış”, hayatın uyanmasına, çiçeklerin yaprakların sürmesine “bahar”, meyvelerin olduğu zamanlara “yaz”, yaprakların dökülmesine de “güz” dedi eski insanlar.
Zamanı rakamlara hapsetmek olan takvim ve saat daha dünün çocuğu... Binlerce yıl zaman ve mevsimler özgürdü... Kendi tabiatlerine göre algılanır ve adlandırılırlardı.
Saatin 9 veya 21 olması, eski insanlar için hiç bir şey ifade etmezdi... Onlar için aydınlık ve karanlık vardı sadece.
Mevsim adlarını duysalar, hiç birşey anlamazlardı eski insanlar...
***
Ben biraz zaman dışı kalmış biriyim galiba... Zamanı ne takvimden, ne de saatten kontrol edip algılarım. Ben mevsimleri çiçeklerden, ağaçlardan... Çiçeklerin açmasından, yaprakların sürmesinden, çimenlerin fışkırmasından takip ederim...
Ne matbu takvimler, ne mekanik ve dijital saatler!... Ben mevsimler için takvimlere bakmam... Bahçemdeki erik, kiraz, şeftali ağaçlarına, bakarım... Sümbüllere, çiğdemlere, lâlelere bakarım...
Zamanın Şubat olması bana hiç bir şey ifade etmez ama çiğdemlerin açması, sümbüllerin, lâlelerin toparaktan baş göstermesi önemlidir benim için. Çiğdemler açmadıysa, laleler sümbüller baş göstermediyse “Şubat gelmiş neyime!...” derim.
Ne Ocak ayı bir şey ifade eder benim için, ne de Şubat!...
Hamsin’dir, erbain’dir, berdu’l-acûz’dur...
Soğuklardır, yağmurlardır, kardır, kıştır...
Çıplak ağaçlardır, toprağın altında uyuyan tohumlardır...
Ve Şubat sonuna doğru...
19-20 Şubat... Havaya düşen ilk kor ateş...
Yani ilk cemre... Havaya düşen cemre... Soğuğun azalmaya yüz tutması...