Cenevre’li büyük dilbilimci Ferdinand de Saussure’un yayınlamış olduğu 1916 tarihli “Genel Dil Dersleri” adlı eserle ortaya konduğu dile getirilse de esasen 1920-25 yılları arasında –Sovyet proleterya diktatörlüğünün her türlü baskısına rağmen- oldukça kapsamlı çalışmalara imza atan Rus Biçimcileri’nin söz konusu çalışmalarında özünü bulan; 1950’lerden itibaren ise özellikle Fransa’da Barthes, Kristeva; Bulgaristan’da Todorov; Çekoslovakya’da Jacobson gibi ünlü kuramcılar tarafından geliştirilen ve salt edebi eserlerdeki sistem üzerine yoğunlaşmayı temel metodoloji olarak kabul eden yapısalcılık kuramı(bunu göstergebilimsel edebiyat kuramı olarak da okuyabiliriz); günümüzdeki “post-yapısalcı dalga”ya rağmen hâlâ edebiyat kuramcılarının ve eleştirmenlerin önemli bir teorik başvuru kaynağı olmaya devam etmektedir.
Bu durum, neredeyse yüz yıllık bir birikimden kuramsal olarak faydalanma sürecini doğursa da, günümüz kuramcılarının/eleştirmenlerinin paradigmalarını da köreltmeye başlaması üzerinde durulması gereken bir olgudur.
Her şeyden evvel, Saussure’un ortaya koyduğu “Dil/Söz” ayrımı ilkesinden hareketle tek tek yapıtlardan çok bunların arka-planınddaki “sistem”le ilgilenen; başka bir ifâdeyle “somutlama”lardan çok “soyutlama”lara giden; böylelikle –Pospelov’un daha çok bilim için uygun gördüğü- “kavramlarla konuşma” yetisini edebiyat sınırları içerisine çeken yapısalcıların çalışmalarının her ne kadar edebiyat bilimi için gerekli olduğu kuşku götürmez bir gerçek olsa da; edebiyat biliminin kendisiyle özdeşleştirilmesi bizi bir yığın sorunsalla baş başa bırakmaktan başka bir işe yarayabilir mi?
Todorov’un “Poetikaya Giriş” adlı eserinde “poetika” kavramıyla özdeşleştirip “projeksiyon” ve “açımlayıcı şerh” olarak gördüğü kuramsal yaklaşımlardan ayrı tuttuğu; Barthes’in ise “Göstergebilimsel Serüven” adlı yapıtında “anagojik” yaklaşımların karşısına koyduğu yapısalcılığın edebi eserlerin ortak yanlarını ortaya koymasının –bizzat Todorov ve Barthes’in da içerisinde bulunduğu- yapısalcılar tarafından edebiyat biliminin tek amacıymış gibi görülmesi; söz konusu eserlere yönelik anatomik saptamalarla yetinen bir edebiyat bilimini olumlamak dışında başka bir getirisi yoktur; olamaz da…
En önemlisi de, söz konusu eserlerin anatomisini, bizzat kendisini oluşturan toplumsal hayattan kopuk, kendi içerisinde(Barthes’in deyimiyle “içkin”likle) değerlendirerek edebiyat biliminin yegâne gâyesini bu metodolojiye bağlamak edebi eserlerin oluştuğu sosyal hayatın eser üzerindeki “hakkını” sıfıra indirmekle eş-anlamlıdır. Pospelov, “Edebiyat Bilimi”nde yapısalcılığı –komperatifçilerle ve biçimcilerle bir tutarak- eleştirip onları “burjuva kuramcıları” arasında görmesinin en büyük sebebi de budur:
“Gerek karşılaştırmacılar, gerek biçimciler, gerekse yapısalcılar… önyargıyla ve tek yanlı bir tutumla böyle yasalılıkların(toplumsal bağların) varlığını daha baştan reddediyorlar; buna karşılık edebiyatın gelişmesinin ‘edebiyatın yalnızca kendine içkin’ şu ya da bu etmenlere bağımlı olduğunu varsayıyorlar. Toplumsal gelişmeden ve tarihten kopmak ise, burjuva sınıfının bir çok üyesinin tipik düşünsel tutumuna tam uygun düşmektedir.(Gennadiy Pospelov, “Edebiyat Bilimi, Evrensel Basım-Yayın, s.34)”
Propp’un “motif”; Todorov’un “anlatısal önerme”; Barthes’in ise “tümce” olarak adlandırdığı ve her anlatının(burada “anlatı” kelimesini “roman” değil; her tür edebi ürün olarak gördüğümüzü dile getirelim) atomik yapısını oluşturan birimlerin hem kendileriyle; hem de birbirileriyle olan koleratif bağıntısı, esasen metnin kendisini salt başka metinlerle açıklamaya yöneliktir. Her ne kadar bu suçlamayı “Yeni Eleştiri”ciler için dile getiren Todorov; yapısalcıların metnin salt “söz-dizimsel görünüş”le değil; fakat “anlam-bilimsel” ve “sözel” görünüşleri de incelemekle yükümlü olduğunu savunsa da Orhan Koçak’ın deyimiyle “esas hünerini”ini bu ilk saydığımız “görünüş”te göstermektedir:
“Söz-dizimsel görünüş (Aristoteles’in, tragedya özelinde ‘uzlaşmanın tarafları’ diye tanımladığı şey), Rus Biçimcileri’nin 1920’lerdeki dikkatli incelemelerine kadar, en fazla ihmâl edilen görünüş olmuştu. O günden beri, bu görünüş araştırmacıların, özellikle de yapısalcı yönelim içerisinde yer alanların ilgisinin merkezine yerleşti.(Tzvetan Todorov, “Poetikaya Giriş”, Metis Yayınları, s.47)”
Yeri gelmişken belirtelim: Hiç şüphe yok ki Warren-Wellek ikilisinin öncülük ettiği “Yeni Eleştiri”cilerin şartlı bir şekilde “aşkın”(yahut anagojik) okumalarının karşısında –metin düzeyinde de olsa- bir reaksiyoner tutum sergileyen yapısalcıların çalışmaları –elbette ki- edebiyat biliminin akademik sürecinde önemli bir sıçrama noktası olarak görülmeli ve öyle değerlendirilmelidir. Ancak yapısalcılık, her sanatsal eser gibi edebi eserleri oluşturan toplumsal dayanaklara yönelmediği için –yukarıda da belirttiğimiz gibi- ancak eserin anatomisi üzerinde sebepsiz bir kalem oynatmakla mükellef olmaya mahkûmdur.
Fransız arkeoloji profesörü Dominique Desjeux’nun “Sosyal Bilimler” adlı kitabında ortaya koymuş olduğu “gözlem ölçekleri” fikriyâtından hareket edersek, salt ölçeği en asgari düzeyde tutmakla nesnenin yapısına inceleme altına almak, fen bilimlerinde olduğu gibi sosyal bilimlerde dahi bir “ölçekler sorunu”nu yaratmaktadır ki, burası da söz konusu yapısalcılığın metodolojik olarak da sorunlu olduğunu gösterir. Saussure’un ve ardılı yapısalcıların çokça kullandığı “satranç benzetmesi”yle yapısalcılığın metodolojisini “olumlama”ya çalışmak “ölçeği” sınırlandırmakla eş-anlamlı hâle gelir; ki Barthes bunu ne kadar ‘demokratik’ saysa da:
“Dil, iktisâdî sisteme … hükümdar ile uyrukları arasındaki doğal ilişkiden yurttaşların kendi aralarındaki toplumsal sözleşmeye geçtiği an yaklaşır. Saussure’cü dilbilim modeli (bu açıdan) demokrasidir. (Roland Barthes, “Göstergebilimsel Serüven”, YKY, s.184)
Kafka’nın “Dava”sını; Joyce’un “Ulysess”i; yahut da Mann’ın “Buddenbrook Ailesi”ni; söz konusu eserlerin oluşmasında en mühim yere sahip modern toplumun yapısal sorunlarından bağımsız bir şekilde düşünüp de salt diğer metinlerle olan yapısal ilişkisi açısından ele almak; biyolojideki çiçek olgusunu kendisini oluşturan ortamdan ayrı düşünüp salt diğer çiçeklerle benzer yapısal özellikleriyle açıklamaktan başka ne olabilir?
Yahut da Baudelaire’in “Kötülük Çiçekleri”nde; Poe’nin “Kuzgun”undaki “örtük hakîkât”lerin kaynaklarını; söz konusu şairlerin yaşadığı toplumdan soyutlamakla açıklanabileceğine kim kâni olabilir?
Biraz daha kapsamlı örnek vermek gerekirse; bu konuda bize yardımcı olabilecek en mühim eser ünlü ABD’li antropolog Ralph Linton’un “İnsan Çalışması” adıyla yayınlanan antropoloji eseridir. Söz konusu eserde Linton; “romantik aşk” kavramını irdelerken şunları dile getirir:
“…Romantik aşk, 13. Yüzyılın sonlarında trubadurlar ortaya çıkana kadar görülmemiştir. Bu durumda o dönemki toplumsal yapıdan kaynaklı olarak meydana gelmiştir.(Ralph Linton, “İnsan Çalışması” s.267.)”
Yukarıda Linton’dan nakledilen alıntıya baktığımızda –ve onu anagojik bir perspektifle okuduğumuzda- Ortaçağ Avrupasının toplumsal yapısında meydana gelen değişiklikten dolayı eserlere yansıyan “romantik aşk” kavramını yapısalcı bir tarzda ele aldığımızda; onu, toplumsal şartları göz ardı ederek, ne dereceye kadar bilimsel bir tarzda açıklamak mümkün olabilir ki?
Hatta bu durumu, Prag Okulu yapısalcılarının önemli temsilcilerinden birisi olarak görülen Roman Jacobson –belki de itirâf eder gibi- şu şekilde dile getirir: “Edebiyat bilimi edebiyatla değil, edebîlikle ilgilenir…”
Jacobson’un kullandığı “edebîlik” kavramının –hiç şüphe yok ki- yapısalcı metodolojinin odak noktasını oluşturan “edebi yapıtların ortak sistemliliği” olduğunu su götürmez bir gerçek olarak kabul ettiğimizde söz konusu sistemi oluşturan toplumsal dayanakların edebiyat biliminin ilgi sahasına gir(e)mediği söz konusu kuramcının cümlesinde de görülebileceği gibi açıktır.
Yukarıda sıraladığımız tüm “kişisel postulaları” bütüncül bir okumaya tâbi tuttuğumuzda, yapısalcılığın, belki dilbilimdeki “dil/söz”ayrımında yahut da “yan-anlam-düz-anlam” ayrımında olduğu gibi edebiyatta da önemli bir “ayrımsal” paradigmayı ortaya koyduğunu kabul edebiliriz. Ancak bu durum, onun, edebiyat bilimiyle özdeşleşmesinin bilimsel davranışa aykırı olduğunu öne sürmemize engel olması mümkün değildir. Bu, tıpkı tıp bilimini –kapsamış olduğu- anatomi bilimiyle özdeşleştirmek kadar bilime –daha doğrusu bilimsel düşünceye- aykırı bir olgudur.
Her “text”i “eyleyen” ve “eylem” bileşkelerinden oluşan tümcelerden yahut “anlatısal-önerme”lerden hareketle “yeniden-kurmaya” çalışıp onu açıklamak (daha doğrusu açıklama yolunda yarı-bilimsel bir çaba sarfetmek); onu diğer “text”lerle olan sistematik ilişki açısından değerlendirmek ve toplumsal dayanaklarından soyutlamak edebiyat biliminin –her ne kadar kısmîliğine tekâbül etse de- ta kendisiyle özdeşlemesi mümkün görülmez.
Zirâ bizâtihi Barthes’in de belirttiği gibi, kendi aralarında dahî bir birlik oluşturamayan ve kuramsal analizleri temsilcisinden temsilcisine değişen yapısalcılığın kendi içerisinde sistemli bir yapısının varlığından söz etmek çok zordur. Kaldı ki “akıl yanılsaması”nın hemen hemen bütün bilim dallarına egemen olduğu, –biraz da buna bağlı olarak- Derrida’nın metinsel yadsımasının yapısalcılığa meydan okuduğu ve tüm anlatı konvansiyonlarını yerle bir eden post-modernist edebiyat konjönktürünün hâkim olduğu bir dönemde, yapısı gereği “pozitif düşünceyi” olumlayan söz konusu dönemin yapısalcılığa uygun olmadığı görülmektedir.