Postmodern Durum” adlı eseriyle modernite-sonrası çağın epistemolojik temellerini irdeleyen Fransız düşünür Jean François Lyotard, yine aynı eserinde çağdaş üniversitelerin bilgi üretebilme potansiyeli husûsunda şunları söyler:
"...Üniversiteler kendilerini, yerleşik bilgi olarak değerlendirilen şeylerin aktarımıyla sınırlandırmakta, araştırmacılar yetiştirmekten çok öğretmenlerin tekrar yetiştirilmesini garanti etmektedir. Bu, Nietzsche`nin içinde bulunduğu ve lânetlediği durumdur.”
Yukarıdaki ifâdeden anlıyoruz ki, Lyotard –gâyet de haklı bir şekilde- günümüz dünyasındaki üniversitelerin, içinde bulunduğu toplum yapısında “yerleşik bilgi” dağıtıcısı olmaktan öteye gidecek bir fonksiyon üstlenemediğini ve bilimsel araştırma yapacak olanların değil de daha çok mevcut bilgiyi dağıtacak olanların; yani öğretmenlerin tekrar yetiştirilmesine hizmet ettiğini düşünür.
Hakkını yemeyelim: Özellikle son yıllarda Batı’daki bazı üniversitelerin fizik ve iletişim teknolojileri alanında son derece önemli bilimsel atılımlar yaptığı ve bu husûsta önemli başarılar elde ettiğini söylememiz olasıdır. Fakat bu nâdir başarılara rağmen, dünyadaki üniversitelerin genel durumunun Lyotard’ın bahsettiği doğrultudan çok da ayrı olmadığını ve bunların genel bilgi üretme potansiyeli “endeks”i içerisinde son derece etkisiz kaldığını söylememiz mümkündür.
Lyotard’ın dikkat çektiği meseleyi –ölçeklerimizi biraz küçülterek- Türkiye’deki üniversitelerin şartlarıyla birlikte ele almaya kalkıştığımızda, daha acı sonuçlar ile karşılaşmamız olasıdır. Kendisi de oldukça deneyimli ve başarılı bir akademisyen olan Prof. Dr. Namık Açıkgöz, Türkiye’deki üniversitelerin bilgi üretebilme potansiyeli hakkında, Türk Yurdu dergisinde yayınlanan Nisan 2009 târihli yazısında oldukça çarpıcı bir durumu ortaya koyar:
“Türk üniversiteleri, dünya bilim terminolojisine, tıpta birkaç hastalık adı ve biyolojide birkaç hayvan ve bitki adından başka hiçbir katkıda bulunmamışlardır.”
Görüldüğü gibi, bizdeki üniversitelerin bilgi üretebilme potansiyeli(ki diğer hususları bir yana bırakıyoruz) hakkında oldukça “iyimser” bir tavır sergilemenin mümkün olmadığını ve bu husûsta Batı’dakilerden dahî daha etkisiz kaldığını ifâde etmememiz için elimizde hiçbir neden bulunmamaktadır.
Özellikle de sosyal bilim alanlarında, akademisyenlerimizin bir kısmının, kendi çalışmalarında, mevcut bilgi birikimini yıllardır tekrar tekrar kağıda dökerek âdeta bir “pozitif skolastizm” yaratmaları ve öğrencileri vasıtasıyla da bu tür bir “skolastizm”i kuşaktan kuşağa aktararak bilimsel gelişim sürecinin önüne set çekmeleri, hepimizin bildiği “genel-geçer” bir doğrunun ta kendisidir. Hatta –Attilâ İlhan’ın ifâdesiyle söylersek- en büyük ortakları olan ve -bir anlamda- birlikte “bilgi-tekeli” yarattıkları “aydın-kompradorizmi” vasıtasıyla da bilimsel bilgi üretmek yerine Batı’daki hem-hâllerinin ürettiklerini aynen ülkemize ithâl etmeleri ve bunu da bir “beceri”(!) gibi sunmaları, içler acısı bir duruma işâret eder.
Hepsinden daha da kötüsü, akademisyenlerimizin büyük bir kısmının, öğrencilerin veya akademisyen adaylarının becerilerini köreltmeye ve onlardaki bilimsel bilgi üretebilme potansiyelini köreltecek derecede onları -lonca-vâri bir sistem dâhilinde- yetiştirmeye yönelik çabalarıyla ülkemizin bilimsel birikimini daha da üst seviyelere taşıma umudunu ortadan kaldırmalarıdır.
Bizler ise Prof. Dr. Namık Açıkgöz öncülüğünde bir araya gelen birkaç akademisyen adayı öğrenci olarak tam da bu noktada, özellikle ülkemizin üniversitelerindeki söz konusu durumdan husûle gelen dayatmaları ve “pozitif skolastizm”i reddederek, sosyal bilimler alanındaki bilimsel bilgi üretme potansiyelini, yaklaşık 4 yıllık yoğun bir çalışma sonrası ortaya koyduğumuz Artoloji adlı yeni bir bilim dalı vasıtasıyla yükseltmeye yönelik bir hamlede bulunduğumuzu belirtmek istiyoruz.
Artoloji’den kastımız, -kolaylıkla anlaşılacağı üzere- daha öncesinde adıyla tezat bir halde olan; “estetik”in ve dolayısıyla felsefenin içerisinde yer alan “sanat bilimi” adlı disiplinin bilimsel hâle getirilme çabasını imler. Yani Artoloji, adıyla tezat halde olmayan ve gerçek bir bilim dalı hâline gelen “sanat bilimi”dir.
Dileriz ki, özelde artık gitgide somutlaşan ve somutlaştıkça da büyüyen bu çabalarımız sonunda, Cumhuriyet târihinin sosyal bilimler alanındaki en büyük çalışmalarından birisini –hakkını vererek- tamamlar; genelde ise ülkemizin farklı bilim alanlarında yenilikler yapmak isteyen genç arkadaşlarımıza bir “cesâret kıvılcımı” oluruz.
ABD’li bilim adamı Norbert Wiener, “Sibernetik” adlı eserinde bilimin bir inanç barındırdığını dile getirir. Bizler de, yukarıda dilediklerimizin gerçekleşmesine yönelik inancımızı arttırarak büyütüyoruz…
Artoloji, Türk akademisine hayırlı olsun…