Çağdaş edebiyat kuramcıları arasında önemli bir yer edinen Niall Lucy, yazmış olduğu ‘’Postmodern Edebiyat Teorisi’’ adlı eserinde ‘’edebiyat üretiminin kaynağı üzerine yıllardır –bitmek bilmeyen- tartışmaların varolageldiğini ve söz konusu tartışmaların günümüzde de modernistler ve post-modernistler arasındaki diyalektik üzerinde –biraz farklı bir tarzda da olsa- şekillendiğini dile getirir.
Niall Lucy’e göre söz konusu tartışmaların iki ayrı düşünce biçiminden kaynaklandığı âşikârdır. Bu iki ayrı düşünce biçiminden ilki, ‘’edebiyatın insanın bilincinden kaynaklandığı’’ aksiyomu üzerine; ikincisi ise ‘’edebiyatın bilinç-altı yahut akıl-dışı güçlerden kaynaklandığı’’ aksiyomu üzerine kuruludur. Lucy, bu iki ayrı düşünce biçiminin ilkini ‘’akıl’’; ikincisini ise ‘’mit’’e bağlayarak söz konusu diyalektiği de bu iki ‘’sembolik’’ kavrama oturtur.
Lucy’nin ‘’akıl’’ ve ‘’mit’’ diyalektiğine oturan söz konusu ayrımı, bize salt edebiyatın değil, hemen hemen bütün sanatsal yaratışların üretim kaynağı üzerinde düşündürmeye sevk eder ve özellikle bir ‘’orta-çağa dönüş’’ olarak suçlanan post-modernizmin ne ölçüde söz konusu suçlamayı ‘’hakettiği’’ni gösteren bazı alâmetlere de kapı aralar.
Pospelov’un ‘’sanatın sinkretistik dönemi’’ olarak adlandığı ilkel sanatın kaynağı, o dönem insanları için –söz konusu ‘’sinkretistik’’ özelliğinden dolayı- Tanrısal bir güç ile açıklanırdı. Nitekim o dönem sanatçıları aynı zamanda toplumun önde gelen dini büyükleri yahut râhipleriydi. ‘’Tanrısal ilhâm’’ bu bakımdan, ilkel insanın sanatsal üretiminin adeta tek malzemesi gibi görülmekle birlikte onun bir nevi –Mr. Bremound’un tâbiriyle söylersek- ‘’dua lisânı’’dır da…
Yukarıdaki ‘’postula’’mızı destekler nitelikteki bir başka kaynağa yönelirsek; bir nevi ‘’kısa bir Batı uygarlığı tarihi’’ olarak da görülebilen ‘’Avrupa’nın Zihin Tarihi’’ adlı yapıtında Hilmi Yavuz, ilkel insanın sanatının gerçek manada bir sanat olarak addedilmesinin yanlış olduğunu, çünkü gerçek sanatın tek gâyesinin estetik olması gerektiğini; halbuki ilkel insanın sanatındaki esas gâyenin dinsel olduğunu vurgular. Örneğin ilkel insanın mimârîsinin tamamıyla tapınaklardan yahut dinî mâbedlerden teşekkül ettiğini bugün en basitinden en kompleksifine kadar bütün sanat tarihlerinde rahatlıkla görebiliriz.
İlkel dönemdeki sanatsal anlayışa benzer bir durum, kısa bir ‘’antik-aydınlanma’’ döneminin ardından tekrar ‘’dinî-hükümranlığa’’ itaat etmiş bulunan Ortaçağ Batısında da görülür. Müziğinden mimârîsine, yazınından resim sanatına kadar hemen hemen sanatın her alanlarında Ortaçağ Batısı, -biraz da St. Augustinus’un Hristiyanlık felsefesinin etkisiyle- yine ‘’Tanrısal ilhâm’’ı tekrar idrâk etmişti. Aynı dönemde Doğu ise, hem Ortaçağ Batısı gibi dinî yaşayış biçimini idrâk etmiş hem de Batı’nın ‘’antik-aydınlanma’’ dönemindeki mirâsının üzerine kendi ‘’aydınlanma’’sını kuruyordu. 9. El-Kindî ile başlayan; fakat en parlak dönemini Farâbî, İbn Sinâ, İbn Rüşd gibi İslâm âlimleriyle idrâk eden ‘’İslâm aydınlanması’’, Batı’daki St. Augustinus’un fikrî-egemenliğine rağmen son derece ‘’ilerici’’ bir yapıda olsa da, sanatsal düşüncenin gelişimi bakımından oradaki süreçten pek de farklı bir şey ortaya koymamıştı.
‘’İslam Estetiği’’ adlı yapıtında Turan Koç, İslâm’ın estetiğinin ‘’tevhid’’ doktrini temelinde, ‘’soyutlama(abstraction)’’ ve ‘’üsluplaştırma(stilization)’’a dayandığını ifâde eder ki, bu da Ortaçağ Batısının estetik kâidelerinin ‘’İslâmî okunuş biçimi’’nden başka bir şey değildir.
Bu noktada, bazı gerekli açıklamaları vermek pahasına da olsa, esas konumuzdan ‘’biraz’’ uzaklaştığımızın farkındayız. Ancak aynı zamanda, yazımızın esas ‘’focustic noktası’’nın Ortaçağ’da düğümlenmesini gerektiğini göz önünde bulundurursak, buraya kadar olanları bir ‘’önsöz’’ gibi idrâk edip, sonraki yazılarımızda esas ‘’içerik’’le ilgileneceğimizi/ilgilenmeye çalışacağımızı ifâde ederiz...