Freud’la başlayan psikanalitik edebiyat eleştirisi, bilindiği gibi özellikle 20. yüzyılın ilk yarısından itibaren farklı bir metin okuma perspektifi olarak görülmüş olmakla birlikte, hem akademi içinde hem de akademi dışında çok tutulmuştu. Bizzat Freud’un Sophokles ve Shakespeare üzerine yazdığı incelemelerin ışığında oluşan bu yeni metin okuma perspektifi, 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar edebi eserlerde özellikle “oedipus kompleksi”ni arama hususunu merkeze; geriye kalanını ise –fenomenologların deyimiyle söylersek- “parantez”e alarak yazarın bilinçaltında gizlenmiş olan imgelerin izini sürmekten öteye geçmezdi.
Ancak yüzyılın ikinci yarısından itibaren bu monoton bakış, ABD’li psikanalizci/eleştirmen Harold Bloom’un “etkilenme kuramı(influency theory)” ile darbe almaya başladı. Bloom’un Freud’un psikanalitik düşüncelerinden yola çıkarak oluşturduğu ve Eagleton’ın da haklı bir şekilde psikanalitik edebiyat eleştirisi içerisinde değerlendirdiği bu kuram, “oedipus kompleksi”ne dayalı perspektifin aslında mutasyona uğramış hâliydi. Aynı zamanda bu kuram, hem -Jung ve Adler’den sonra- Freud’un bizzat kendisine karşı hem de günümüze kadar etkisini sürdüren metin okuma perspektiflerinin oluşturduğu kanona karşı son oedipal reaksiyonlardan birisiydi(nitekim eserin hemen başında Bloom, özellikle “aşkın” Foucault’çu ve Marksist okumalara karşı “içkin” bir tavır geliştirir ve “Kırgınlar Ekolü” olarak tek bir çatı altında topladığı bu perspektifleri estetik adına eleştirir). Bu kurama göre her yazar, kendisinden önce kanonsallaşmış olan bir başka yazarı(psikanalitik bir bakış açısıyla söylersek “baba”yı) aşmak ve onun izlerini silmek için onunla mücâdele eder. Bunu yaparken eğer başarılı olursa mücadele ederek izini sildiği yazar(yani “baba”) kadar kanonsallaşır ve kendince yeni bir gelenek oluşturur.
“Her yüce özgünlük kanonlaşır” mottosuyla birlikte Bloom, tezini güçlendirmek adına pek çok incelemeler kaleme alarak ve konferanslar vererek Batı edebiyatını yeni bir doğrultuda okumaya çalıştı. İşte 1994 yılında çıkan; fakat -Çiğdem Pala Mull çevirisiyle- Türkçeye yakın zamanda kazandırılan Batı Kanonu(Çağların Ekolleri ve Kitapları) başlıklı eseri(Harold Bloom, Batı Kanonu(Çağların Ekolleri ve Kitapları, Çev.: Çiğdem Pala Mull, İthaki Yayınları, İstanbul 2014.) de bu çalışmaların arasında değerlendirilebilinecek bir eser. Bloom “Batı Kanonu”nda, tarihçi Vico’nun tarihsel bakış açısıyla modern Batı edebiyatı tarihini Aristokratik Çağ, Demokratik Çağ ve Modern Çağ olmak üzere üç kısımda inceleyip onu etkilenme kuramı merkezinde yeni baştan oluşturur. Kısaca Bloom, Batı edebiyat tarihine yönelik “historiographie”yı(tarih-yazımı) etkilenme kuramı doğrultusunda revize eder.
Bloom, Goethe ile sona eren Batı edebiyatının Aristokratik Çağı’nı Dante ile başlatır ve onun -İlâhi Komedya’sı ile “kanon” tabirine seküler bir boyut kazandırmakla birlikte- Batı kanonunun merkezi Shakespeare ile boy ölçüşebilecek tek yazar olduğunu belirtir:
“Kimse Dante’nin bir doğaüstücü, bir Hristiyan ve bir teolog ya da en azından teolojik bir alegorist olduğunu inkâr edemez. Fakat Dante’de bütün geçerli kavramlar ve imgeler olağanüstü dönüşümlerden geçerler. Dante, özgünlüğü, yaratıcılığı ve olağandışı verimliliği açısından Shakespeare’in rakibi olabilecek tek şairdir. (s.79)”
Ancak Bloom hem Chaucer’li Montaigne’li, Molière’li ve Milton’lu bu çağın hem de genel olarak Batı Kanonu’nun merkezine, 18. Yüzyılın en etkili eleştirmeni olan ve Aristo’nun Poetika’sındaki tezleri hemen hemen devâm ettiren Dr. Samuel Johnson ‘ın da fikirlerinden yararlanarak özellikle Hamlet’ini sıklıkla andığı Shakespeare’i koyar. Çünkü Bloom’a göre kendisinden sonra gelmiş bütün yazarlar, bir anlamda Shakespeare’in(yani “baba”nın) izlerini taşımakla birlikte onunla mücadele eder ve bu mücadelede başarılı olduğu ölçüde kanonlaşmaya başlar.
Ancak tam bu noktada akla şöyle bir soru gelir: Peki Shakespeare’i hem çağının hem de Batı kanonunun merkezine koyan “sihir” neydi? Bloom bunun sebebini, onun özellikle karakter oluşturmadaki özgünlüğü ile açıklamaya çalışır ve şunları söyler:
“…Shakespeare’in özgünlüğü karakter temsilindedir: Bottom özlenen bir zaferdir; Shylock, hepimiz için daimi olarak müphem bir problem olmuştur; fakat Sir John Falstaff o kadar özgün, o kadar karşı koyulmazdır ki onunla birlikte Shakespeare, kelimelerden insan yaratmaya yeni bir anlam getirmiştir.(s.50-51)”
18. yüzyılın sonundan itibaren edebiyatta hüküm süren Demokratik Çağ’a gelince, Bloom’un bu çağın başına İngiliz Duygu Okulu’nun öncülerinden ve romantik akımın kurucularından Wordsworth’ü koyduğuna şahit oluruz. Wordsworth’un ise –şiir özelinde- “solipsisme”(tekbencilik) ile birlikte modern dönemdeki edebi eserlerde ön plana çıkan “birey”i müjdelediğini ifade eden Bloom, bu hususta şunları dile getirir:
“…Vico’nun terimlerini kullanırsak Petrarca, Goethe ile son bulmuş Aristokratik Çağ’ın lirik şiirini yarattı. Wordsworth ise Demokratik/Kaos çağlarında şiirin kutsanmasını/lanetlenmesini başlattı; bu da artık şiirlerin hiçbir şey hakkında olması demektir. Konuları öznenin kendisidir, ya bir varlık ya da yokluk olarak ortaya çıkan öznenin kendisidir.(s.221). ”
Bloom’a göre Dickens, Whitman, Eliot gibi büyük yazarların bulunduğu Demokratik Çağ’ın merkezinde büyük Rus yazar ve eleştirmen Tolstoy bulunur ve onun “Anna Karanina”dan veya Savaş ve Barış’ından çok 19. Yüzyılda Ruslara karşı direnen Şeyh Şamil’in sağ kolu Murat’ın hayatını anlattığı Hacı Murat’ını ön plana çıkarır. Bloom, Tolstoy’un Shakespeare’den sonra devrindeki güç mücadelelerini imgelere dökme yetisine en çok sahip olan yazar olduğunu, Hacı Murat karakterini Shakespeare’in ve Conrad’ın karakteriyle karşılaştırarak şöyle ifade eder:
“Shakespeare’den bu yana diğer yazarların hepsinden daha çok Tolstoy, çatışan bir dünyada güç mücadelesini temsil etme yeteneğine sahiptir ve Hacı Murat, Antony ve Kleopatra’daki Antony ve Conrad’ın Nostromoso’su ile karşılaştırılmaya lâyıktır.(s.315)”
Demokratik Çağ’ın ardından Bloom, Freud’lu, Kafka’lı, Joyce’lu, Neruda’lı, Wolf’lü Kaos Çağı’na, yani 20. yüzyıl edebiyatına gelir ve kaotik dönemin aksettiği edebi eserlerde yine Shakespeare’in izini sürmeye başlar. Esasında Vico’nun Demokratik Çağ’dan sonra gelecek olan Yeni Teolojik Çağ öncesi böyle bir dönem adlandırması yoktu. Ancak Bloom, hem Demokratik Çağ’ın sonu hem de Yeni Teolojik Çağ’ın başı olarak içerisinde yaşadığımız kısmen modernist kısmen de postmodernist duruma bu adla tanımladı.
Aristokratik Çağ’ın ve bir bütün olarak Batı kanonunun merkezine Shakespeare’i; Demokratik Çağ’ın merkezine de Tolstoy’u koyan Bloom, bu çağın merkezine de Kafka’yı koyar. Bunun sebebi, Bloom’un Kafka’nın bu dönemin yeni metafiziğini ve kaos ortamını edebi eserlere aksettiren ve bu açıdan Joyce’u ve Proust’u koşullayıcı bir edebi şahsiyete sahip olmasıdır. Şato ve Metamorfoz’un yazarı Kafka’nın “zamanımızın ruhu” olduğunu dile getiren Bloom, onun Yahudi kimliğini de ele alarak çağımızın ontolojik ve zihinsel yansımalarını onda bulduğumuzu savunur:
“Kafka’yı yüzyılımızın en kanonsal yazarı olarak kabul ettik çünkü hepimiz onun hakiki konusu olan varlık ve bilincin bölünmüşlüğünün somut örnekleriyiz. O, bu konuyu Yahudi olmak ile ya da en azından özellikle sürgünde bir Yahudi olmakla özdeşleştirdi.(s.413) ”
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, yazarların birbirileri karşısında oedipal bir reaksiyon gösterdiğini dile getiren Bloom’un bizzat kendisi de -bu kitabın da içerisinde bulunduğu- etkilenme endişesi kuramına yönelik çalışmalarıyla hem Freud’a hem de Batı edebiyat eleştirisi kanonuna karşı oedipal bir reaksiyon gösterdi. Peki Bloom bunda başarılı oldu mu/olacak mı? “Hiçbir yeniliğin ortaya çıktığı anda rağbet görmediği” gerçeğini aklımızın bir tarafında tutup zamanı ön plana çıkarmaktan yana olsak da yazarın daha geniş bir husus üzerine –sanatın, edebiyatın ve akademinin her alanda kışkırtıcı bir sermaye ağı altında kaldığı ABD özelinde- ümitsizliğini buraya not etmek gerektiğini düşünmeden edemiyoruz:
“Edebiyat çalışmalarının bir geleceği olduğuna inanmıyorum ama bu edebiyat eleştirisinin öleceği anlamına gelmez. Edebiyatın bir kolu olarak eleştiri ayakta kalacaktır fakat büyük olasılıkla bizim eğitim kurumlarımızda değil. Batı edebiyatı çalışmaları da devam edecektir ama günümüzdeki Klasik Edebiyat bölümlerinde olduğu gibi alçakgönüllü boyutlarda olacaktır. Şu andaki ‘İngiliz edebiyatı Bölümleri’nin adları ‘Kültürel Çalışmalar Bölümleri’ olacak ve Batman çizgi romanları, Mormon temalı parklar, televizyon, sinema ve rock müzikle ilgili çalışmalar, Chaucer, Shakespeare, Milton, Wordsworth ve Wallace Stevens’in yerini alacak.(s.471) ”
Not: Bu eserdeki -başta “kanon” olmak üzere “özgünlük”, “aşma” ve “yanlış okuma” gibi- bazı kavramlar hakkında detaylı bilgi için yazarın başyapıtı Etkilenme Endişesi’ne yönelmeniz, “nitelikli okur” olmanın bir gereği olduğu gibi söz konusu kavramları daha net ve farklı perspektiflerden görebilmek adına da son derece büyük bir önem arz eder; sanıyorum.