“Ben onlara mutsuzluğu resmettim ancak onlar bundan tahrik oldular”
Lars von Trier Sinemasında kışkırtıcılık mümkün olan her şeyde bulunur.
Lars von Trier Sinemasında kasvetten zevk alamayan ona alışmak zorundadır.
Lars von Trier Sinemasında varoluşa isteği dışında fırlatılmış acı çeken hemcinslere yoğun bir merhamet ama resmedilmesi gereken bu acının reel bir ifadesi vardır.
Lars von Trier Sinemasında insanın kötücül doğasına incitici bir temas ve salt bir maskeden ibaret olan iyicil doğasına bir reddiyede bulunulur.
Kısacası Lars von Trier Sinemasına kötümserlik hakimdir.
Önce bir insan sonra bir sanatçı (yani Allah’ın kulu ve sanatçısı olan) Trier; tanrısal rollere bürünüp kaprislenmeyen ancak insanlar arası ayrımlara inancı sağlam olan, son derece agresif, yoğun pesimist ve depresif bir yönetmendir.
Bazı filmlerini sırf kendi anlasın diye çektiğini, bazı filmleri çekerken (aşağıda tanıtacağımız Antichrist’te olduğu gibi) psikolojisinin bozuk olduğunu, insanların eşit olduğuna inanmadığını, belli bir miktarda sadizmin gerekli olduğunu, hayata Schopenhauer, Tarkovski ve Nietzsche’nin kötümser penceresinden baktığını kendi itiraflarından öğreniyoruz.
Bu da sevgiden gelir…
Bu oksimoronu hissetmek için ve onun aynı zamanda büyük yoğunlukta bir insan sevgisine sahip olduğunu anlamak için filmlerinin arka planlarına yoğunlaşmak yeterlidir.
Filmlerinin bazıları birçok yönetmenin sevdiği gibi trilojilerden (üçlemeler) oluşur.
Genelde filmlerinde aynı kişilerle çalışır, anlaşabildiği oyuncu sayısı azdır. Örneğin depresyon üçlemesinin üçünde de başrol oyuncu Charlotte Gainsbourg olup, ikisinde (Antichrist ve Nymfomaniac) ise Willem Dafoe oynamıştır.
Acaba Trier’in, bize itiraf etmediği başka bir sırrı daha mı var!!..?
Batıl inançlara inanmak (üç sayısının ikonik değerine inanmak) gibi…
Depresyon üçlemesinde (Antichrist, Melankolia,Nymfomaniac) yaşam alanının depresif kıyılarında hüzünlü bir yürüyüşe çıkmıştır.
Depresif bir sanatçının, depresif bir yol ve zamandaki depresif yürüyüşü!...
Anticrist
“Bebeğini kendi yüzünden kaybetmiş bir annenin acısından daha büyük olanı,
sevdiği kulunun canını daha bebekken almak durumunda kalmış Tanrı’nın rahmetidir”
Üçlemenin en rahatsız edici filmi…
Libidosunu her şeyin üstünde tutan, şehveti aklına galebe çalmış bir kadın imajı sunduğu için çeşitli kadın hakları savunucuları tarafından “taciz edici” olarak nitelenen film (devamı spoiler içerir);orgazm esnasında, üç yaşındaki çocuğu pencereye çıkıp atladığı zaman ona bilinçli bir şekilde müdahale etmeyen ancak daha sonra kendisini kirlenmiş (antichrist) olarak görüp yaptığından utanan ve dolayısıyla psikolojisi bozulup hastaneye yatan daha sonra da terapist olan kocası (Willem Dafoe) tarafından psikanalitik yöntemlerle tedavi edilmeye çalışılan bir kadını (Charlotte Gainsbourg) anlatıyor.
Çocuk pencereye yaklaşıp masaya çıkacağı zaman önce masadaki üç bibloyu devirir. Bu bibloların üzerinde; ızdırap (grief), acı (pain) ve umutsuzluk (despair) ifadelerini görürüz. Bunlar aynı zamanda filmin ilerisinde temas edilecek üç dilenciyi sembolize etmektedir. Bu üç dilenci; bilgeliği temsil eden geyik (nitekim bilgi ve bilgelik insana ızdırap verir ve huzursuzluğunu arttırır), kadın cinselliğini sembolize eden tilki yuvası (cinsellik bittiğindeacı verir) ve kadının kurnaz ve şeytani zekasını sembolize eden kuzgun (bu zekası sonuçta onu mutsuz eder ve umutsuzluğa sürükler).
Cadılık literatürüne göre "üç dilenci" bir araya geldiği anda (acı,yas ve umutsuzluk-yani bunları temsil eden üç hayvan ceylan,tilki ve karga-) bu üçünden birisinin ölmesi gerekir.
Filmin girişi çocuğun yaşamı yani; yas, acı ve umutsuzlukla dolu dünya hayatını elinin tersiyle iterek aslında acılardan kurtulmasının da metaforik anlatımı ile son bulur.
Çocuğu ölen ve hatta kendi yüzünden ölen anne psikolojik anlamda çıldırmıştır. Akıl hastanesinde yatar. Daha sonra kocası tedavisini üstlenir ve tedavi sürecini geçirecekleri (ismi alegorik olarak seçilmiş) Eden isminde bir ormana götürür.
Yolda trenle giderlerkenYönetmen; trenin camından doğanın geçişini gösteren görüntüler sunmuştur. Ancak bu görüntülerin içinde tuhaf olarak çığlık atan kadın yüzleri ve çıplak bedenleri bulunmaktadır.
Kadının şeytanlığını dışa vurmak için seçilmiş bu subliminal mesajlar aynı zamanda kadının erkeği de baştan çıkarıcı günahkarlığına göndermelerde bulunmaktadır.
Nitekim cehennemin dörtte üçünün kadınlardan oluşacağı yönündeki inanışlarda da bu tema yoğun olarak işlenmektedir.
Filmde sıradan bir âdem ve bir havva anlatıldığı için oyuncu kadın ve erkek isimlendirilmemiştir. Kastedilen filmdeki adamın tüm ademleri, kadının da tüm havvaları temsil ettiği düşüncesidir.
Christ “Latince kutsal yağ ile temizlenmiş, tertemiz” anlamlarına gelmektedir. Antichrist de bu anlamda kısaca “kirlenmiş” demektir.
Antichrist filmi Nietzsche’nin aynı adlı kitabıyla aynı ismi taşımakta, Nietzsche’nin nihilist felsefesine göndermelerde bulunmaktadır. O nedenle Filmi daha iyi anlamak adına önce Kitaba bir göz atmak daha iyi olacaktır.
Antichrist kitabında Nietzsche Hristiyanlığa; “insan doğasını reddedip onu ortadan kaldırmaya çalıştığı için” nefretini kusmakta, onu sırf doğayı, fıtratı ve dolayısıyla insan olmayı reddettiği, yani “teni tine kurban ettiği” için hastalıklı, aşağı, bayağı ve en kirli din olarak sunmaktadır.
Ona göre Tanrı doğanın karşısına konulunca doğa haliyle kötü ve tiksindirici olacaktır. Oysaki doğa değil doğayı reddeden insan kötü ve tiksindiricidir.
Kitabında Almanca ve Türkçede tam karşılığı bulunmayan ancak insanın kendi doğasına ters yaşaması sonucu doğaya yabancılaşması olarak tanımlanabilecek olan “Décadence” kavramını çok kullanır. Bununla Hristiyanlığı insan düşmanı bir din olarak mahkum eder.
İncil’de geçen “Eğer gözün sürçmene sebep oluyorsa, onu çıkar; senin için bir gözün olarak Allah'ın melekûtuna girmek, iki gözün olarak cehenneme atılmaktan iyidir; orada onların kurdu ölmez, ve ateşi sönmez” sözünde belirtilen gözün alegorik olarak maddeyi ve bedeni temsil ettiğini “Bir kimse arkamdan gelmek isterse, kendisini inkâr etsin, ve haçını yüklenip ardımdan gelsin” ifadelerinde de İncil’in insanın kendisini (tüm bedeni, teni ve doğasıyla) inkar etmesini emrettiği için Nietzsche; Hristiyanlığı, bırakın sevgi dini olması, insancıl olması yalanını, onu; her değeri bir değersizlik, her hakikati bir yalan, her dürüstlüğü bir ruh alçaklığı haline sokan bir deccal olarak nitelemektedir.
Bu nedenle Hristiyanlığa karşı savaşımının bir nişanesi olarak kitap sonunda antihristiyan bir dinsel bildiri yayınlar ve bu dini metinin ilk maddesi şudur:
"Doğaya her türden aykırılık, günahtır".
Yahudileri sırf hayatta kalmak için tüm doğayı sahteleştirmekle suçlamış ve Hristiyanlığında bu sahte köklerine göndermelerde bulunmuştur.
İsa’yı bu sahtecilik dinine karşı çıkmış biri olarak sunan Nietzsche onu Hristiyanlıkla bir tutmaz. Tam tersi bu aşamada İsa Christ ise Hristiyanlık amtichrist’tir.
Kadın konusunda ise şaşırtıcı bir şekilde topa tuttuğu Hristiyanlık ile aynı düşüncelere sahiptir.
Kadını özü bakımından yılan olarak görür Hristiyanlık…
Nietzsche’ye göre de kadın doğası gereği kötüdür.
Şimdi de filmde kitabın izini sürelim:
Filmde Bir adam (adem) ve bir kadın (havva) aden (cennet) isminde bir ormanda yaşıyorlar. Cinsellik (yasak elma) yüzünden bebeklerini kaybetmişler (mutluluğu yani cennette yaşamayı kaybetip acının yerine Dünya'ya fırlatılmışlar.
Kadın yüzünden yasak meyve yenilmiş, acılar çekilmiş ve nesil kesilmiştir.
Zinaya teşvik ettiren (nesil kesicilik), doğal şehvetini ve histerikliğini her şeyin önüne alan (bencillik), yaşamdaki acı, ızdırap ve mutsuzluğun sebebi (doğaya uymak) kadındır.
Ve bunu doğaya uyduğu için doğasına uygun şejkilde yaşadığı için, kendisini inkar etmediği için yapmaktadır.
Oysaki Hristiyanlık öyle demez. Cinsel ilişki esnasında “çocuğun pencereden düşecekse onu kurtarmayacak kadar şehvetperest ol” demez bilakis “cinsellikten uzak dur” der.
Dolayısıyla film ve kitap büyük bir çelişkiye düşmüş oluyorlar.
Nietzsche “acıların kaynağı insanın kendi doğasına ters davranmasıdır” der ve doğayı “christ”, doğa karşıtı Hristiyanlığı ise “antichrist” olarak niteler.
Oysaki Trier “acı ve ızdırabın kaynağı insanın kendi doğasına uymasıdır (cinsellik, tensellik ve haz)” der ve mutluluğun da gerekirse cinsellikten ve insanın kendi doğasını ve içgüdürlerini frenlemsinden geçtiğini savunur.
Son sahnede yüzleri olmayan ancak kadın oldukları giyinişlerinden belli olan kişiler gösterilir. Bir kadını tanımak tüm kadınları tanımaktır diyen Napolyon’u doğrularcasına tüm kadınların aslında farklı bir yüz ve özgün kişiliğe sahip olmayan tek tip varlıklar oldukları ve aslında doğanın kendisini temsil ettikleri anlatılır.
Melankolia
“…depresyonun son noktası akıl almaz derecede bir soğukkanlılık, mutluluğun zirvesi önlenemez bir intihar…”
Üçlemenin en depresif filmi…
Psikoloji hafiften bozukken izlenmesi önerilir.
Mutlu zamanlarımızı boşuna ziyan etmeyelim!
Bir varmış bir yokmuş…
Justin ve Clair isminde iki kızkardeş varmış.
Justin ile Micheal, Justine'nin ablası Claire'nın rezidansında, dillere destan bir düğün ile evlenirler.
Karakter itibariyle birbirleriyle tanban tabana zıt olan bu iki kardeşten Justin; depresif ve melankolik bir kişiliğe sahip iken, Claire tam tersi oldukça hayat dolu ve şen şakrak biridir.
Düğün esnasında beklenmedik bir haber yayılır ortalığa. Melankolia adlı bir gezegen, şimdiye kadar güneşin arkasında saklı kaldığı yörüngeden çıkarak dünyaya doğru gelmektedir.
Herkesin adım adım yaklaşan afet ve kadastrofa yönelik tepki, hazırlık ve önlemi başka başkadır.
Tepkiler herkesten beklenen tepkiler değildir. Mutlu görünen onca insan birden büyük bir melankoli ve ruhsal hastalığa gömülürken, hatta bazıları korkudan intihar ederken, Justin kişiliğinin tam tersi olarak felaketi büyük bir olgunluk ve soğukkanlılık ile bekler.
Ruhu korunmuş, aklı başında ve en ağır felaketlere karşı da oldukça hazırlıklıdır.
Nymfomaniac
“Doyumsuzluk hastalığı asla tanımlanamaz, değiştirilemez ve tedavi edilemez.”
Üçlemenin en kışkırtıcı filmi…
Hırsızlık hastalığı (kleptomani), öldürme hastalığı (osideromani) gibi hastalıklara sahip insanların bu tür kötülükleri isteyerek yapmadıkları iddia edilir. Yani çalma, öldürme ,şiddet gibi edimleri yapma konusunda içsel ve karşıkonulanamaz bir dürtü ile hareket ederler. Nymfomania (nimfomani) hastalığı da sex hastalığı olarak bilinmektedir.
Sokakta yaralı ve yardıma muhtaç şekilde yatmakta olan Joe'yi Seligman adında yaşlı ve iyiliksever biri bulur ve evine götürdükten sonra yaralarını adeta bir baba şefkatiyle sarar.
Seligman'ın yaşlı oluşundan destek alan Joe, kendisi ile ilgili en gizli ve özel konuları onunla paylaşmaya başlar.
Joe’nun anlattıkları kendisinde çocukluğundan beri devam eden cinsellik hastalığıdır.
Tehlikeli, yasak, mazoşist ve patalojik ilişkilerini anlattıkça film ilginç bir yola evrilir.
Tedavi olmak için uğraşmış ve rahatsızlığından kurtulmak isteyen Joe'nin daha görmedikleri olacaktır.
Depresyondan ziyade daha türlü bir rahatsızlık ekseninde dönen film Trier'in üçlemesini zirveye vardırıp onu taçlandırmıştır.