İstanbul Şehir Tiyatrosu, Tiyatro Sanatının ikon yazarlarında, 20. Yüzyıl Amerikan Tiyatrosu’nun öncü isimi, eserleri tüm dillerde, dünyanın tüm modern tiyatro sahnelerinde seyirci karşısına çıkan, alkışlanan, özenilen, zevkle oynanan ve arzulanan yazarı; Arthur Miller'in kült oyunu "Cadı Kazanı" sahneliyor.
Miller’in 1952 yılında yazdığı tiyatro oyun metini, Amerikan tarihine utanç vesilesi olarak yerleşen olaylardan birine, 1692 - 1693 arası kurulan Salem Cadı Mahkemelerine odaklanarak, 1950’ler Amerika’sının McCarthy döneminin “Korku ve Sefaleti”ni anlatıyor.
Politik meseleleri içerik edinen sanat yapıtlarında pek az rastlanan güzellikte, yüksek bir alegorik ve poetik başarı ile yazılmış olan oyun metninin sahneye, İstanbul Şehir Tiyatrosu oyuncuları tarafından nasıl taşındığını incelemeden önce Millerin kanava olarak kullandığı tarihsel sürece bakmak işe yarayabilir.
16. Yüzyılın başında, Latin Güney Avrupası'ndan, Kuzey Avrupa ve Britanya’ya ateşli silah gibi uzanan Roma Katolik Kilisesi’nin papalık merkezli baskısı, cennetten satılan tapuların parası ile elde edilecek kazanç üzerinden hırçınlaşmış, bu baslıya karşı gelişen bir protesto hareketi olarak 1517 yılında Wittenberg Kilisesinin kapısına çakılan 95 maddelik tez ve bu tezin yazarı Martin Luther’in takipçileri, farklı sektler halinde organize olsalar bile Avrupa’da yaşayamaz olmuşlardı. 16. ve 17. Yüzyıl boyunca yaşanan bir dizi din savaşının kan gölüne çevirdiği Avrupa, Lütheran Protestanlar için yaşanmaz hal almıştı.
Luther’in başlattığı reform hareketinin içinden, kendilerine, “Prüten” diyen bir gurup çareyi Avrupa dışına çıkıp, yeni keşfedilen Amerika kıtasına göç etmekte bulmuşlardı.
Prütenler, 1618 - 1648 yılları arası yaşanan “30 Yıl Savaşları”nın 2. Yılında Britanya’nın Plymouth Limanı’ndan hareket eden MayFlover gemisi ile Amerika kıtasına, Massachusetts Limanından ulaşıp, kedileri için yeni bir dünya kurmaya çalışmaktaydılar fakat Avrupa’da kaçtıkları Roma Katolik inancı kurumsal olarak Amerika’ya onlardan önce gelmiş fakat tam bir hâkimiyet kuramamışlardı.
Kısa süre içerisinde, Britanya ve Hollanda merkezli göçlerle Amerikan kıtasına yerleşen Prütenler Kiliseleri, hastaneleri, okulları, mahkemeleri ile yerleşik düzenlerini kurmuş, Avrupa’da Katolik baskısı ile yaşanan din savaşını Protestan baskısı üzerinde Amerika’ya taşımışlardı.
Prütenler, Amerika’daki tüm yerlileri, Katolikleri, Avrupa’dan göçle gelen ve Protestan olmayan insanları sapkın olarak görüyor, onların lanet taşıdığını, büyüler yaptıklarını, İsa Mesih’in yolundan gitmediklerini iddia ediyor, Prüten olmayan herkesi Olağan Şüpheli ilan edip mahkemelerde yargılıyorlardı.
Prüten hareketin, dini doktrin gereği “günahsız toplum” yaratma amacı ile geliştiğini düşünmek de mümkün ama uygarlıklar tarihinin iflah olmaz paylaşım savaşları ile şekillendiği gerçeğini de hesaba katarsak, Güney Avrupa’nın Katolik devletleri tarafından keşfedilen ve kısa sürede kolonize edilen koca kıtanın, Kuzey Avrupa ve Britanya devletlerinin yeni kıtadaki Katolik hakimiyetine karşı alan genişletme operasyonuna aparat oldukları da görebilir.
Miller’in oyun metnine bu gözle baktığınızda, gelişen sürecin sonucunda Prüten hareketin nasıl bir zafer kazandığını, 16. Yüzyıldan 20. Yüzyıla kadar uzanan mücadele ile kurulan hâkimiyeti görebiliyorsunuz.
Görebiliyorsunuz ki Amerika kıtasında ve ya dünyanın başka yerlerinde değişen bir şey yok.
Her an her yerde yaşanan en geçek şey, insanoğlunun alan genişletme çabası ve genişleyen alana sahip çıkma, değişime uğratılmama gayreti.
Miller’in oyun metnini, 1950’lerin McCarthy dönemini, 1692’nin Salem Cadı Avı Mahkemelerini incelemiş biri için, yukarıda bahsettiğim döngünün ne kadar gerçekçi olduğunu ortada.
Cadı Kazanı tüm yapısal özellikleriyle, “güncel sorunsallar tarihselleştirilerek nasıl anlatılabilir” sorusuna son derece iyi bir cevap ve seçkin bir örnek.
Oyun öylesine başarı ile yazılmış ki, yapısını bozmadan, dram sanatının olmazsa olmaz kuramı “zaman, mekân, eylem” birlikteliklerinin değiştirmeden kendi hayatınıza veya yaşam alanınıza, ülkenize uyarlayabiliyorsunuz.
Belki de bu yüzden, oyunun Türkiye’deki her sahnelenişi siyasal çalkantıların ya da “Suç ve Ceza” diyalektiğinin işleyişine dair şikâyetlerin olduğu döneme denk gelmiş.
Cadı Kazanı Türkiye'de ilk olarak 1969/1970 tiyatro sezonunda, Cüneyt Gökçer rejisi ile Ankara Devlet Tiyatrosu tarafından sahnelenmiş ve oyun, İstanbul turnesinde, yeni yapılan Atatürk Kültür Merkezi’nde sahnelenmiş ve bu sahneleme sorasında AKM büyük bir yangın geçirmişti.
Bu sahnelemeyi izleyen kişiler, oyunun ana karakteri John Proctor’ı sahnede Deniz Gezmiş ya da Mahir Çayan olarak görmüş olabilirler belki.
Nedendir bilmiyorum ama her tür oyunu, üç beş senede bir, dönü dönüp oyamaya meraklı Türk Tiyatrosu bu oyunu, oyunun kahramanı John Proctor’ın cezalandırılışına benzer şekilde cezalandırır gibi, 24 yıl boyunca hiç oynamamış.
Nihayet oyun 1994 1995 tiyatro sezonunda yine Cüneyt Gökçer rejisi ile İstanbul Devlet Tiyatrosu, 1995 1996 sezonunda Malcolm Keith Kay rejisi ile Bursa Devlet Tiyatrosu, 2001 2002 sezonunda Bozkurt Kuruç rejisi ile Adana Devlet Tiyatrosu tarafından sahnelenmiş.
Ülkemizde doksanlı yıllar boyunca yaşanan siyasal gelişmeleri, suikastları, mahkemeleri geniş bir biçimde düşünecek olursak bu sahnelemelere katılan her seyirci için sahnede kendine özel bir John Proctor vardır herhalde.
Oyun metni o kadar ustalıkla yazılmış ki, metni incelerken Sivas Madımak Otelinde yakılan aydınlar, öldürülen Kemalist gazeteciler, faili meçhul cinayetlere kurban giden siyasal aktivistler ya da 28 Şubat sürecinde fişlenen, yargılanan, cezalandırılan insanlar üzerinden okuma yapabiliyorsunuz.
Hatta Ergenekon, Balyoz davaları çerçevesinde tutuklanan, hukuk dışı yargılamalarla hapsedilen insanları olduğu dönemde bu oyunun sahnelenmesine yönelik çok toplantı, konuşma yapıldığını, projeler hazırlandığını bilirim ama nedense bu çabaların hiçbiri sonuca erişemedi ve biz o dönemin John Proctor’ın sahnede Yalçın Küçük ve ya Doğu Perinçek olarak göremedik.
Evet. Burası Türkiye! Burada herkesin Cadı Kazanı Kendine!
Oyuna yönelik, doksanlı yıllardaki bu jet hatırlamanın ardından oyun bir süre daha unutuldu galiba ama aşağı yukarı yirmi yıl sonra tekrar sahnelenmeye başlandı.
Oyunun yeni sahneleniş periyodu, 2015-2016 tiyatro sezonu kapsamında Tatavla Sahne yapımcılığında başladı. Ben bu sahnelemeyi göremedim ama Tatavla Sahnenin yaptığı işin, oyunun Türkiye’de bir özel tiyatro tarafından ilk sahnelenişi olduğunu biliyorum.
Tabı, bu sahnelemenin zamanlaması düşünüldüğünde, seyirci için yine sahnede, bakış açısına özel bir John Proctor vardı herhalde.
Oyunun son sahnelenişi ise 2022-2023 tiyatro sezonunda İstanbul Şehir Tiyatrosu tarafından yapıldı ve ne talih ki; ben bu sahnelemeyi görebildim.
Buraya kadar yaptığım veri sunumunun, görmediğim sahnelemelerin bilgisinin aktarımının ardından, yazının asıl konusu olan, İstanbul Şehir Tiyatrosu yapımı, gördüğüm Cadı Kazanı’na gelmem gerekir herhalde.
Vedat Günyol ve Sebahattin Eyüpoğlu’nun ortak çevirisi ile oynana oyunu Üsküdar Müsahipzade Celal Sahnesinde gördüğüm. Oyunun sahne tasarımı, büyük usta Metin Deniz hazretlerine ait ve bu tasarımı görür görmez kendinizi 17. Yüzyıl Amerika taşrasına taşıyorsunuz. Büyük bir titizlikle hazırlandığı anlaşılan kostümler Nihal Kaplangı imzası taşıyor. Işık tasarımı, bir başka usta isime; Kemal Yiğitcan’a ait. Oyun müziklerini, bu alanda kendisine yeni bir hat oluşturan Emrah Can Yaylı bestelemiş. Oyunun tüm tasarım kadrosunun, Arthur Miller’in oyun metnine yönelik gözle görülür bir sadakat ve saygı duyduğu, oyunun sahnelenişindeki hareket önceliğinin “Bozmamak” kaygısında verildiği anlaşılıyor ve bu çabanın liderliğini üstlenen yönetmen Yiğit Sertdemir bence alkışı hak ediyor.
Oyunun yönetmeni Yiğit Sertdemir’in son 25 yıllık tiyatro hareketliliğine tanıklık etmiş, bu tanıklıktan hiç de memnun olmamış biri olarak ilk defa Yiğit Sertdemir imzalı işin başarılabildiğini gördüm.
Algıda seçtiğim bu başarının temelinde belki Arthur Miller’in harikulade metni, belki elindeki tasarımcı kadrosunun seçkinliği, belki de yukarıda bahsettiğim “Bozmama” kaygısı yatıyor. Nasıl oldu da böyle bir iş çıktı bilemiyorum ama Sertdemir’e yalvararak rica ediyorum bu oyunda her ne yaptıysa yapmaya devam etsin. “Bozmasın”.
Tiyatro oyun metinlerinin seyirciye aktarım sürecinde en önemli unsurlar tasarımcı kadrolar ve rejidir elbette ama sahnede ter döken oyuncular vasat ise, en iyi rejisör ya da tasarımcı olsanız fark etmez. Bütün çabanınız, oynanmayan bir oyunun kırık mahzun oyuncakları gibi kenarda durur. Neyse ki bu oyunda oynayan oyuncular vasat değiller. Oyunu taşıyabiliyorlar ama oyunun ana karakteri John Proctor’ı oynayan oyuncu Burak Davutoğlu bu rol için yetersiz kalmış. Bu günün Türkiye’sinde de farklı kesimler tarafından şikâyet edilen bir “Suç ve Ceza” sorunsalı var ama Burak Davudoğlu’nun oynadığı John Proctor kimselere özdeşlik ya da eleştirellik kurduracak kıvamda değil. Galiba bu rol için yanlış kişi seçilmiş. Neyse… Oyunda Proctor iyi oynanmıyor ama oyun metnini aktarmaktan aciz değil. Bunula yetinmek de yeterli olabilir belki.
Onur Demircan, seyirciye, Arthur Miller’in yazdığı Rahip Hale’i her yönü ile aktarma işini tamamladıktan sonra, aktarımı bozmadan, metne zarar vermeden koyuyor kendisini sahneye ve oyun bu durumda okuma tiyatrosu olmaktan kurtuluyor. Kullandığı nefes tekniğinden, bedenini kullanışındaki inceliğinden, Onur Demircan’ın ciddi bir işçilik sürecinden geçtiğini ve olma haline ulaştığı anlaşılıyor. Galiba, tüm bu özellikleri ile Onur Demircan İstanbul Şehir Tiyatrosunda özel bir yere sahip. Kendisini daha nice oyunda, iddialı rollerle görmek isterim.
Hakkında yazmam gereken bir başka oyuncu ise Rebecca Nurse’yi oynayan, yıların Rozet Hubeş hanımefendisi. Rozet Hanım yılların tecrübesi ile kendisini sahneye o kadar güzel koyuyor, o kadar sahneye ve tiyatro sanatına yakışıyor ki insan gördüğü her oyunda oynamasın istiyor. Oyunun finaline doğru oynadığı sahne, oyunun tamamı kadar önemli ve eksiksiz oynanıyor. Umarım Rozet Hanım daha uzun yıllar tiyatro dünyamızın ışık taşıyanı ve saçanı olmaya devam eder.
Sonuç olarak, İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun Cadı Kazanı bence şu an İstanbul’da sahnelenen ve kesinlikle görülmesi gereken 2 3 başarılı işten biri. Hatta tekrar tekrar görülmesinde fayda var. Umarım bu oyun birkaç sezon oynayabilir ve seçkin bir repertuvar oyununa dönüşebilir.