Yeni bir yolculuk için tuttum nefesimi! Yolum bu sefer medeniyetlerin şehri Mardin-Midyat. Her yolculukta olduğu gibi, İstanbul’umdan her ayrıldığım gibi yine değişimin heyecanı, mutluluk soluklanmakta içimde.
Güzel şehir Midyat’a Diyarbakır’dan geçeceğim. İçimde biraz merak, biraz telaş var bu yüzden. Sürekli televizyonlarda siyasi meselelerle karşıma çıkan yere gidiyorum. Henüz inmemişken uçağımız, yukarıdan bakıyorum Diyarbakır’a ve ‘Ne kadar da düzmüş’ diyorum.. Evet basmakalıp düşünceler, düşünceler.. Servisle otogara geçerken gözlerimi pörtleterek izliyorum etrafı, cadde boyunca dönerciler ve kıraathaneler .. çok fazlalar! İnsanlar aralarında Kürtçe konuştuklarında tuhaf hissediyorum, sanki yabancı bir yere gelmiş gibiyim, Türkiye sınırları! içerisinde değilim sanki.. Benim sorularıma Türkçe cevap verip dönüp kendi aralarında yeniden Kürtçe konuşuyorlar.. Ben merak edip benimle ilgili bir şey söylediğini düşünüp ‘Ne diyor?’ diye sormak zorunda kalıyorum bazen. Ama güzel, farklı yerlerde farklı bir kültürün koktuğu bi atmosferde olmak güzel. Otogarda iner inmez bir sürü çocuk etrafıma toplanıyor ‘Abla nereye, Batman, Cizre, Sinop? Hangi valiz seninkisi? ’ sorup duruyorlar.. Şöyle biraz durup cevap vermeden valizimi alıyorum, bakıyorum bir tane kalmış başımda bekliyor hala. ‘Tamam’ diyorum ‘Direkt Midyat’a gideceğim.’ Bir hışımla valizimi almaya çalışıyor, bırakmıyorum.. ‘Abla sen yoldan geldin, yorgunsun ben taşıyayım.’ diyor.. ‘Bırak diyorum ben senden büyüğüm, taşırım.. Sadece sen beni minibüse götür.’ Şaşırıyor biraz ama seviniyor. Bahşişini verince ‘Dur abla önce seni bi bindirelim arabaya’ diyor. :) Sonradan biraz önce kalkmış olan minibüse yetişmek için kestirme yoldan beni koşturuyor.. Öğreniyorum sonra 6. sınıfa gidiyor, harçlığını topluyor. Abisinin Zeytinburnu’nda çalıştığını söylüyor İstanbul’dan geldiğimi öğrenince. Beni sağ salim bırakıp minibüse, geri dönüyor yeni yolculara.. Midyat yolculuğum başlıyor, tıngır mıngır gidiyorum.. Yollar memleket yoluna alışık olan bana tuhaf gelmiyor, her yer daha önce gördüklerim gibi. Dikkatimi çeken bir şey var minibüse sonradan binenlerden müavin hemen para istemiyor, bekliyor bir süre eğer vermezlerse o zaman gidip istiyor. Muavine kaç dakika sürer diye soruyorum, parmaklarıyla biraz da ‘ne dakikası ya’ der gibi iki işaretini yapıyor.. İki saat : )Yolun sonunda Midyat’a varıyorum. Arkadaşlarım merkezde oturduğundan ilk izlenimim gayet iyi. Et lokantaları, restaurantları gözümden kaçmıyor.. Et ve baharatlarıyla ünlü şehre geldiğim her yerinden belli. Bi kaç dakika sonra uzaktan güleç yüzüyle gelen Neşe’yi görüyorum, onu burada görmek başka bir duygu. Henüz nerede olduğumun çok da farkında değilim, çünkü İstanbul’daki yerleşim yerlerinden çok da bir farkı yok buranın şuan. Tercihlerimde gönül rahatlığıyla yazabilirim. : )
Mezopotamya keşfim başlıyor..! Arkadaşlarımız bugün bizi arabalarıyla gezdirecek olduğundan rahatız. Yol
boyunca ağaç sayısı çok az ama bahar dönemini yaşayan Mardin’in belki de en yeşil zamanını görüyorum. Arabayla giderken sağımda kocaman bir deniz görüyorum uçsuz bucaksız! Evet bir deniz gibi uzanan gözümün önünde ve bana bir anlığına İstanbul’umu hatırlatan bu yer uçsuz bucaksız Kızıltepe ovası.. Geceleri daha da bir deniz havasına bürünen bu ova, yanından geçenleri kendine hayran bırakıyor. İnip arabadan fotoğraf çekmeden edemiyoruz. Rotamızı ilk olarak Mardin-Deyrulzafaran Manastırına çeviriyoruz. Mardin sınırlarında Türk, Kürt, Arap ve Süryani uluslarını barındırıyor yıllardır, birçok medeniyet buradan gelip geçmiş kimi ise yerleşmiş, bugüne kadar bir şekilde kendini devam ettirmiş. Deyrulzafaran (Mor Hananyo) bir Süryani manastırı. Dışarıdan klasik Mardin mimarisine sahip taş görüntüsü ile bana nerede olduğumu hatırlatan bu yeri bize bir rehber anlatıyor. Hristiyanlıktan önce yapılan kurban kesimlerini, Hristiyanlık sonrası vaftiz törenlerini, güneşin doğuşunu gösteren Güneş Tapınağı’nı, önemli din adamlarının gömüldüğü mezarlığı ve Osmanlı’nın 2. matbaasını görebiliyoruz. Rehber o kadar güzel anlatıyor ki bu Süryani manastırını bitsin istemiyorum. Manastırın avlusu çok huzurlu bir yer, karşısı düz ova ve etrafında hiçbir yapı yok.. Avluda biraz oturup huzuru çekiyoruz içimize. Manastırın girişindeki dükkânlardaki takılar ve hediyelikler Midyat içinde daha uygun fiyatlara bulunabilir, haberiniz olsun.
Şimdiyse yolumuz Seyr-i Mardin’e doğru.. Burası Eski Mardin’de bir kafe ama sıradan bir kafe de değil! Oraya gidene kadar birçok kişiye sormuş olsak da gittiğimize değdi diyebilirim. Kızıltepe ovası ve Eski Mardin burada tüm güzelliğini önünüze seriyor. Burada bir şeyler içebilir veya yemek yiyebilirsiniz ama servisi çok iyi değil şimdiden söyliyeyim. : ) En güzeli karnınızı doyurduktan sonra burada birer kahve içip Eski Mardin’in keyfini sürmenizdir. Arabayla yolculuk ettiğimizden çok fazla yürüyemiyoruz burada, Eski Mardin’in güzel sokaklarında yürümek ve Mardin Kalesi’ne çıkmak şimdilik nasip olmadı ama daha sonra buralar da karış karış dokunacak! Şimdilik arabaya giderken geçtiğimiz yollarda içime derin derin çektiğim kahve kokularıyla idare ediyorum. Çeşit çeşit kahve var; kakuleli, damla sakızlı, dibek, mırra, Süryani, Kürt kahveleri.. Baharatçılar, Telkâri dükkanları ve sabuncular da gözümden kaçmıyor tabi ki. Eski Mardin’i daha sonra daha detaylı gezip anlatmayı umuyorum.
Nusaybin-Dara Harabeleri! Günün son noktası ve gün içinde en çok eğlendiğim yer diyebilirim. Fakat aklınıza buranın eğlenceli bir yer olduğu gelmesin. Arkadaşlarım, harabeleri keşfederken ki şaşkınlığımız, ara ara serpiştirdikten sonra bastıran sağanak yağmurdan kaçışamayışımız, harabelerin ekosu, bizim yaşama ve fotoğraf çekme hevesimiz! Ama tarihi anlamda Dara Harabeleri çok değişik bir yerleşim yeri. Dara Köyü’nün içinde bulunan bu tarihi yer Büyük İskender ile Dara’nın savaşlarına da sahne olmuş ve İranlı hükümdarlara ev sahipliği yapmış. Romalılardan, Abbasilerden ve Emevilerden kalan taş yapılar, su depoları, su bendi, mezarlıklar, mağara evler ve en güzeli Zindan’ı hala görebilirsiniz. Beni en çok etkileyen Yerebatan Sarnıcı’nı bana az da olsa andıran Zindan oldu.. 20 metre derinliğinde olan bu zindanın karanlık olmasına rağmen muhteşem bir atmosferi var, bol bol fotoğraf çekiyoruz. Köydeki çocuklar buranın tarihi hakkındaki her şeyi ezberlemiş ve gelen ziyaretçilere rehberlik ediyor, çevreyi tanıtıyor. Bu beni çok mutlu etti, belki bunu biraz da bahşiş almak için yapıyorlar ama para kazanmayı bu yaşta öğrenmek zorunda olan bu çocuklar bunu dilenerek veya direkt isteyerek yapmıyor.. Bir emek veriyorlar ve karşılığında da gönlünüzden ne koparsa siz veriyorsunuz, onlar yine istemiyor.. Zindandan ayrılırken küçük bir çocuğu görüyoruz elektrik direğinin ortasına oturmuş. Yanına yanaşıyorum, adını soruyorum, ‘Adın ne?’ diye bana cevap veriyor.. O an eğitimci tarafım fırlıyor içimden ve ‘Benmerkezciliği bırak şimdi’ diyip gülüyorum ama çocuk hala bana bakıyor.. Sonradan anlıyoruz ki Türkçe bilmiyor, bu yüzden de benim söylediğimi tekrarlıyor.. O zaman kendimi çok kötü hissettim çünkü farkında olmadan yalnızca dünyanın bizim etrafımızda döndüğünü düşünüyoruz.. Burada çoğu çocuk Türkçe bilmiyor ve derdini anlatamıyor, yani anlaşamıyorsunuz dil aracılığıyla. Sonradan adını öğrendiğim Vezir de büyükleri gibi yaşı gelip de okula gitmeye başlayana kadar Türkçe konuşanlarla iletişim kuramayacak, okula gittiğinde öğretmenleriyle anlaşması uzun zaman alacak, anlamakta zorlandığı bir dilde gördüğü eğitim ona ne kadar bilgi bırakacak.. Bunlar çok karmaşık konular biliyorum, çözümün ne olduğunu inanın kendimce de kestiremiyorum.. Ama çok iyi biliyorum ki artık filler altında ezilen çimenlerdir bu çocuklar! Vezir’i orada bırakıp dönüş için arabamıza biniyoruz.. Fazlasıyla yol aldık bugün ve fazlasıyla yorulduk. Nusaybin’den geçerken Suriye sınırında olduğumuzu fark ediyoruz, Suriye sınırına, mayınlara bu kadar yakın olmak heyecan yaratmıyor değil..
Biraz ülkeyi kurtarıp konuşmalarımızla Midyat’a geri dönüyoruz.. Bugünden izlenimlerim bu kadar.. Sevgilerl