Kadının konumunun sürekli tartışma konusu olduğu bir coğrafyada bu konuda konuşmak her zaman zordur. Kadının özneliği-nesneliği üzerine bir şeyler söyleyecekseniz, gelecek tepkilere peşinen hazır olmalısınız. Kadının edebiyat dünyasında ne kadar özne, ne kadar nesne olduğu başlı başına bir mesele. Bu sorunsal etrafında yapılan her tartışma bizi bir “kadın edebiyatından” söz edilip edilemeyeceği noktasına getiriyor ve devreye Feminist Eleştiri giriyor. Ataerkil dilin bir kültür inşa ettiği, bu kültür dairesinde üretilen yazınsal ürünlerin de bu dili konuştuğu düşüncesi, edebî eserleri cinsiyet üzerinden okuma metodunu ortaya çıkardı. Ancak cinsiyet üzerinden yapılacak bir okuma, sadece edebî eserin yapısal bütünlüğü içerisinde değerlendirilebilecek bir süreç değil. Eğer bir cinsiyeti merkeze alarak hareket ediyorsanız, değerlendirmelerinizin ne kadar yazınsal sınırlar içerisinde kalmasını isterseniz isteyin, o cinsiyetle ilgili algılarınızı işin içine sokmak durumundasınız. Peki bir eleştirmenin kadın algısı nasıl teşekkül eder? Geçmişe baktığımızda bu soruya verilecek cevap şüphesiz dünya görüşü ve ideoloji eksenli olacaktır. Hayata hangi değerler üzerinden bakarsanız, kadına da aynı değerler üzerinden bakarsınız. Bir cinsiyet için inşa ettiğiniz kimlik, zamanla sizin gibi düşünenler arasında kolektif bir şuur oluşturur. Feminist Eleştiri içerisinde Marksist metodolojiyi kullanarak yapılan ataerkil toplum eleştirisi, psikanaliz ya da okura dönük eleştiri yöntemlerini kullanan feministlerden daha çok ilgi çekmiştir. Bu da ideolojinin bu meselede olmazsa olmaz bir sacayağı olduğu düşüncesini uyandırmaktadır.
Üzülerek ifade edeyim ki Türk entelijansiyası bu meseleyi sınırlı kalıplar içerisinde ele almıştır. İslâmcı entelektüeller modernizmin kadını “cinsel obje” noktasına indirgeyerek değersizleştirdiğini söylemiş, Batıcı liberal aydınlar ise kılık kıyafet üzerinden dizayn ettikleri bir modernleşme algısını savunmakla yetinmiştir. Ancak kadının sanat dünyasında imgesel açıdan yaptığı çağrışımlar etrafında derinlikli bir tartışma olmadığı gibi, yazınsal üretkenlik aşamasında “kadın duyarlılığının” devindirici gücü yeterince dikkate alınmamıştır.
Kadının sanat eserindeki ataerkil bakış için bulunmaz bir nesne oluşu, kadın bedeninin kendine has estetiğinin imgeselliğinden kaynaklanır. Çünkü sanat eserinin en temel özelliği Pospelov’un da ısrarla vurguladığı gibi imgeselliğidir. Ancak kadını sanat, hususiyle de edebiyat alanında önemli kılan asıl husus kendine has duyuş tarzıdır. Sanat eseri kadının kendine has duyuş tarzını yansıtabildiği ölçüde başarılıdır. Burada yeni bir tartışmayla karşı karşıya kalıyoruz. Feminist eleştirmenler, söz konusu kadın duyarlılığının ancak bir kadın yazar tarafından edebî esere yansıtılabileceğini iddia ediyorlar ki bazı yazarlar bu görüşü desteklemekte. Fakat aksi görüşü savunan kadın yazarlar da mevcut. Adalet Ağaoğlu, “kadın duyarlığı” yerine “yazar duyarlığı” kavramını öne çıkartır ve kadının dünyasının erkek yazarlar tarafından da başarılı bir şekilde anlatılabileceğini savunur.[1]
Feminist Eleştiri’yi merkeze aldığımızda edebî eserin ataerkil toplum yapısının tahakkümünde teşekkül ettiği yönündeki tenkidlerin bizim edebiyatımız için ne kadar geçerli olduğunu da tartışmamız gerekir. Divan şiirinde kadın şairlerin bir erkek gibi konuşması, Osmanlı toplumundaki ataerkil yapıdan mı kaynaklanır, yoksa divan şiiri geleneğinin mücerret sevgili hayalinin benzer özellikler göstermesi ve birbirine yakın benzetmelerle tasvir edilmesinin bir sonucu mudur? Cevap ne olursa olsun, Osmanlı dönemindeki kadın şairlerin bu tutumu Hâlide Nusret gibi kadın yazarları kızdırmıştır.[2] Kadın yazar sayısının erkeklere göre az oluşu ise, kadının sanatsal yaratıcılığının olmadığı eleştirilerini beraberinde getirir. Kadınların erkeklere göre daha çok okuduğu ancak daha az yazdığı, bunun da üretkenlik noktasında erkeklerin üstünlüğüne bir delil olduğu anlayışını savunanların sayısı hiç de az değildir. Bu bakış açısı ister istemez Peyami Safa’nın Bir Tereddüdün Romanı’nda geçen meşhur sözleri hatırlatır: “Kadının ebediyeti zekâsında değil, rahmindedir. Yani kadın, yaratıcılığın merkezini şaşırmıştır.”
Kadın yazarlar ve edebiyatla ilişkileri konusunda yukarıda bahsettiğim genellemelere katılmadığımı belirtmekle beraber kadın-edebiyat ilişkisinin daha derinlikli bir analize muhtaç olduğunu düşünüyorum. Bakalım gelecek yıllarda kadınların sesi-soluğu sanat dünyasını nasıl şekillendirecek?
[1] Adalet Ağaoğlu, “Dirimselcilikten Yazar Duyarlığına”, Türk Dili Kadın Özel Sayısı, nr:315, Aralık 1977.
[2] Betül Coşkun, Ümmü’l Muharrirât Hâlide Nusret Zorlutuna, Kitabevi Yayınları, İstanbul 2011, s. 4.