Röportaj: Yusuf Çifci
Arkeolog Töre Sivrioğlu’nun, uygarlık tarihi üzerine Epsilon ile birlikte yürüttüğü
çalışmanın ilk etabı olan Medeniyetlerin Şafağı - Akdeniz’in Öyküsü geçtiğimiz günlerde okurlarla buluştu. Sivrioğlu kitabında Akdeniz’in öyküsünü anlatırken kayıp kıtaların, tek bir iz bırakmadan yok olan medeniyetlerin, Antik Yunan’la Mısır’ın, cennetten kovulanlarla
tek gözlü devlerin ve daha nicelerinin öyküsünü de sürükleyici anlatımıyla kaleme
alıyor.
Mürekkep Söyleşiler'de bu hafta Arkeolog Töre Sivrioğlu ile yeni kitabı "Medeniyetlerin Şafağı - Akdeniz’in Öyküsü"nü konuştuk.
Kitapta bir bütün olarak Akdeniz’i anlatıyorsunuz. Sizi Akdeniz’i anlatmaya iten sebep neydi?
Bunun kişisel sebebi Akdeniz uygarlıkları, kültürü, tarihi ve doğasına duyduğum ilgiydi. Sanırım dünyada çok az bölge tarih, uygarlık, damak tadı ve tabiat olarak böylesine zengin bir atmosfere sahip. Bu zenginlik bizim kültürümüze etki de ediyor ve bizi de şekillendiriyor elbette. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım zeytin ve defne ağaçları ve antik kalıntılar arasında geçti sanırım ilgimin ardında yatan bunlar…
Kitabı okurken bugünkü uygarlıklarında oluşmasında Akdeniz’in dünyanın ne önemli merkezi olduğu fikrine kapıldım? Bu konuda yanılıyor muyum?
Bugünkü kültür ve medeniyet algımızın temelleri Akdeniz’de atıldı ve İspanyollar, Portekizliler veya Araplar bunu yeryüzünün geniş çeperlerine yaydılar. Gelecek yüzyıllarda Uzak Doğulu bir kültür dünyaya egemen olmadıkça da bu böyle kalacak. Batı uygarlığı denilen olgunun temelinde Roma hukuku, Yunan felsefesi, tiyatrosu ve demokratik fikirleri var. Bugün Uzak Doğu ve Hindistan haricinde tüm dünya Akdeniz kökenli yazı sistemlerini (Latin, Kiril veya Arap alfabesini) kullanıyor. Tek tanrı inancı Akdeniz’de doğdu ve burada da dünyaya yayıldı. Günümüz dünyasında uygarlık denilen unsurlar iyisi veya kötüsüyle büyük ölçüde Akdeniz tarihinin doğrudan sonucudur. Bu durum elbette bu havzayı önemli kılıyor.

Kitapta sanatta realizmin Akdeniz’de başladığını ifade ediyorsunuz. Niçin böyle düşünüyorsunuz?
Buna düşünceden ziyade buluntulara dayalı bir çıkarım diyelim. Şimdiki bilgilerimize dayanarak görsel sanatlarda realist tavrın antik Yunanistan’da doğduğunu görüyoruz. Elbette bu başka coğrafyalarda da birbirinden bağımsız olarak gelişen başka realist akımlar olmadığı anlamına gelmiyor. Örneğin Çin’de de portre sanatına çok yakın buluntular var. Ama Akdeniz söz konusu olduğunda Mısır, Mezopotamya kaynaklı idealize tavra karşın Yunan sanatında nesneler doğada nasıl görünüyorsa öyle karşımıza çıkıyorlar. Mısır’daki gibi göz kulağın yanında durmuyor örneğin ya da sol ve sağ bacak profilden resmedilirken gövde cepheden bize bakmıyor, ya da hükümdarın vücut hatları yanındaki hizmetçilerinin birkaç katına ulaşmıyor vb.
Akdeniz coğrafyasının güçlü bir mit kültürü var. Realizm, bu mit kültürüne tezat oluşturmuyor mu?
Bu güzel bir soru ve ilk bakışta mitlerin sanata ilham kaynağı olması az önce söz ettiğimiz Yunan realizmiyle çelişiyor gibi görünüyor. Bu çelişkinin sebebi Yunan realizminin birden bire değil zaman içinde olgunlaşması. Örneğin tarihçilikte de Herodotos’un yarı hayal ürünü anlatımının yerini zamanla Thukydides’in realist tavrının alması gibi. Mitsel unsurların gerçeklikle bağlantısı bizzat Yunanlılarca da sorgulanmıştı. Zaten bildiğim kadarıyla kendi efsanelerine Yunanlar kadar şüpheyle yaklaşmış başka bir Akdeniz toplumu da yok. Diğerleri, Mısırlılar, Yahudiler vb. kendi mitlerine Yunanlar kadar sorgulayıcı yaklaşmamışlardı. Yunan sanatkârının mitsel bir sahne işlerken buna ne ölçüde inandığını da bilemiyoruz. Paul Veyne’in bu konuda güzel bir kitabı vardır. Orada eski Yunanların kendi mitlerine çoğu kez inanmadıkları bunları estetik değerler olarak kabullendiklerini savunur. Geçenlerde Bernardo Bertolucci’nin yaşamını anlatan bir kitap okumuştum. Orada Bertolucci inançlı biri olmadığı halde Katolik kiliselerindeki mimari unsurlara, tezyinata, ikonalara, ilahilere vb. olan düşkünlüğünü dile getiriyor ve bunu Hıristiyan dinine değil ama Hıristiyan sanatının estetiğine olan hayranlığıyla açıklıyordu. Sanırım burada sihirli sözcük olan estetik; Yunanların konuya bakış açısını da yansıtıyor. Zaten mitsel bir sahne işlese de Yunan sanatkâr onu realize etme fırsatını kaçırmıyordu. Mesela doğada elbette bir kentauros yoktur; ama olsaydı kas dizilimi, vücut oranları tam olarak Yunan sanatında olduğu gibi olabilirdi, insan kısmı at kısmından daha büyük olamazdı. Oysa Mezopotamya sanatındaki grotesk varlıklara baktığımızda bu türden oran/orantı kaygıları taşımadıklarını söyleyebiliriz.
Peki, sizce Akdeniz’deki bu mit kültürünün gelişmesinde neler etkili oldu?
Aslında mit kavramının gelişimini açıklamak arkeologlar veya tarihçilerin değil de bana göre psikolojinin alanı gibi… Nitekim sonuçları tartışılsa da bana göre mitlerle ilgili en iyi çözümlemeler halen onlara ait. Mit insanın ortak olan evrensel kaygı, korku ve meraklarından doğuyor. Bu sebeple de birbirlerini hiç görmemiş topluluklarda dahi benzer mitlere rastlayabiliyoruz. Akdeniz söz konusu olduğunda ise elbette yerel özellikler devreye giriyor. Sonuçta bir deniz medeniyetinde deniz tanrısı, dört mevsim yaşayan bir coğrafyada mevsimsel olarak ölüp dirilen tanrılar olacak. Grotesk varlıklar işte at-adam kentauroslar, sphinksler, satyrler vb. Akdeniz’de “uygarlaşmaya” çalışan insanın yabani doğa karşısındaki korkusunu yansıtıyor olabilirler. Nitekim bu tür varlıklar hep mağaralarda, karanlık ormanlarda, ücra köşelerde yaşıyor. Bunları yok eden Perseus, Theseus gibi kahramanlar da sanırım doğanın insanlaşmasını, kontrol altına alınmasını temsil ediyorlar. Öte yandan at-adam kentaurosların kuzeyden gelen göçebe İskit kabilelerinin yansıması olabileceği de düşünülüyor. Bilindiği üzere bukentauroslar savaşçı bir ırk, bir anda çıkıp kadınları kaçırıyorlar her yanı yağmalıyorlar, kentleri, evleri yok. Yunanlar iyi at binicisi sayılmazlardı. O nedenle yaşamlarının çoğunu at üstünde geçiren bu kabileleri imgelerinde böyle bir şekle sokmuş olabilirler. Tıpkı bir zamanlar Anadolu ve Karadeniz kıyılarında çok yaygın olan kadın savaşçıları Amazon imgesine yol açmış olabileceği gibi.
Akdeniz uygarlıklarının sadece mitlerde değil aynı zamanda sanat ve felsefede de ileri olduklarını görüyoruz. Sizce bunun sebebi nedir?
Bence burada temel etmen merkezi ve tüm toplumu kontrol edebilen bir iktidar mekanizmasının olmayışı. Aksi halde düşünsel özgürlük ve rekabet olmazdı diye düşünüyorum. Zaten felsefenin yeşerdiği altın çağları ve yerleri düşünürsek buna benzer bir manzara görüyoruz. Antik Yunan, Rönesans İtalya’sı veya henüz siyasi birliğini sağlamamış Almanya’daki 18. yüzyıldaki kent devletleri gibi… Sanat konusunda da farklı arayışların arkasında benzer bir özgürlük ortamı yattığını düşünüyorum. Kitapta neredeyse üç bin sene boyunca hiç değişmemiş Mısır, sanatı ile her kuşakta biçim değiştirmiş Yunan sanatı formlarını mukayese ettik. Burada da sanırım anahtar sözcük sanatkârın özgürlüğüdür. Sarayın emrinde bir memur olan Mısırlı sanatkâr anıtsal eserlerde Yunandan daha iyiydi ama kendi imzasını, kişisel tarzını asla yaratamadı, Mısırlı bir sanatkârı diğerinden ayırt edemiyoruz. Bu çözümlemeyi Mezopotamya ve İran sanatı için de tekrar edebiliriz. Büyük ve mutlak hükümdarca yönetilen dünyada sanat sadece sarayın politik mesajına hizmet etmiş gibi durmaktadır. Oysa Yunanlı içinden ne gelirse yapan, çamurda oyun oynayan bir çocuk gibiydi.
Kitapta tanrıçalardan da yola çıkarak ilk başta Akdeniz’de bir erkek egemen tanrı hakimiyeti olduğunu ama bu anlayışın kabul görmediğini söylüyorsunuz. Sizce Akdeniz’de erkek egemen kültür neden kabul görmedi?
Akdeniz’in güneyi ve kuzeyi yada batısı ile doğusu cinsiyet meselesinde oldukça farklı… Güney ve doğu Akdeniz’de kadın hükümdarlar var ve soyun anneden geçtiği aile sistemleri yaygın. Mısır’ın Nefertiti’si ve çok sayıda Kleopatra’sı var; Hititlerin, Assurların, Kartacalıların ama mitsel ama gerçek güçlü kraliçeleri var. Kuzey ve batıdaki Yunan/Roma dünyasında ise kadınların bırakalım politik iktidarı yönlendirmelerini basit vatandaşlık hakları bile yok. Kadınların egemen olduğu bir dünya Yunan/Roma aklı için kabul edilebilecek bir durum değil. Yunan/Roma dünyası bunu bir “zayıflık” olarak görüyor. Bu sebeple kitabımızda “erkeksi” ataerkil kuzey batı ile “dişil” doğunun karşılamasından doğan gerilimi de yansıtmaya çalıştık.
Kitapta pek çok ilginç anekdot var. Onlardan bir tanesi de Troy filminin Türkiye’de çekilmek istenmesi ve Türkiyeli yetkililerin de bunu reddetmesi. Bir arkeolog olarak doğru bir karar mıydı bu?
Bu konu bana göre Türkiye’nin tanıtımında yüz yılda bir gelecek hayati bir fırsatın kaçırılmasıydı. O yıllarda Boğaz trafiğinin engelleneceği gerekçesiyle yapım şirketine izin verilmediği gazete haberlerinde yer almıştı. Bazıları da film şirketinin filmi Türkiye’de çekmeye gönülsüz olduğunu iddia ediyorlar. Oysa o dönemde film şirketinin ilk önce Türkiye’ye başvurduğu ve altı ay sonra red cevabı aldığı yazılmaktaydı. Ancak konu ile ilgili bir gazete arşivi taraması yapmak istediğimde fazla bir şey bulamadım. Bence bu konu gazetecilerin geriye dönük araştırmalarıyla aydınlatılmalı ve bu ihmalin kimlerden kaynaklandığı açığa çıkarılmalıdır.
Bir yönümüzle Akdenizli olan bizler bu kültürün neresindeyiz? Bize bırakılan mirasa yeterince sahip çıkabiliyor muyuz?
Akdenizlilik bana göre Türkiye’de artık zihinleri yoran “doğulu muyuz” batılı mıyız” tartışmasının çözüm noktası. Batılı olamadığımız doğru… Ama doğulu özellikle de Ortadoğulu da değiliz. Kuzey Avrupalılar gibi disiplinli bir toplum olduğumuz söylenemez; ama bir artı olarak onların aksine eğlenceli ve sıcakkanlıyız. Ortadoğu/Körfez ülkelerindeki katı ideolojilere, çatışma kültürüne de yabancıyız. İklim ve deniz bizi ılımlılaştırıyor. Biz kültür, mutfak, eğlence ve yaşam biçimi olarak kuzeyliler veya doğulu halklardan ziyade aslında İtalyanlara, İspanyollara yakınız. Bu kısmen Arap dünyası içinde geçerli, sonuçta kültür, sanat, eğitim, sosyal yaşam gibi alanlara bakıldığında da Tunus, Mısır, Lübnan gibi Akdenizli Arap ülkeleri ile Körfez emirlikleri de çok farklı.Günümüzde Arap kültürünü, edebiyatını, dilini, müziğini dünyaya tanıtan nerdeyse tüm büyük isimler Akdeniz’in Arapça konuşan kıyılarında yetişenlerden oluşuyor örneğin. Biz de Suudi Arabistan kültürünü değil ama Mısır müziğini, sinemasını hemen benimseyebiliyoruz. Butavır tüm Akdenizlilerin içinde içkin, eskilerin deyimiyle mündemiç… Bence biz bu mirasın içgüdüsel olarak farkındayız ama bunu dillendirecek bir düşünce okulumuz yok. Eskiden bunu sadece Anadolu açısından savunan bir mavi Anadolu akımı vardı. Belki ileride daha geniş bir Akdenizlilik akımı da olgunlaşabilir.
Kitabı “ Akdeniz’in Öyküsü’nün devamında buluşmak dileğiyle…” sözleriyle bitirmişsiniz. Sanıyorum bu kitap bir başlangıç. Sırada neler var?
Bundan sonra Akdeniz’in Öyküsünü Ortaçağlara kadar taşıyan devam niteliğinde bir kitap ile fantastik arkeolojiyi irdeleyeceğimiz Kayıp Uygarlıklar ve Diller başlıklı bir proje üzerinde çalışmaktayım. Sanırım önümüzdeki son baharda bitmiş olacaklar.
Arkeolog Töre Sivrioğlu’nun, uygarlık tarihi üzerine Epsilon ile birlikte yürüttüğü
çalışmanın ilk etabı olan Medeniyetlerin Şafağı - Akdeniz’in Öyküsü geçtiğimiz günlerde okurlarla buluştu. Sivrioğlu kitabında Akdeniz’in öyküsünü anlatırken kayıp kıtaların, tek bir iz bırakmadan yok olan medeniyetlerin, Antik Yunan’la Mısır’ın, cennetten kovulanlarla
tek gözlü devlerin ve daha nicelerinin öyküsünü de sürükleyici anlatımıyla kaleme
alıyor.
Mürekkep Söyleşiler'de bu hafta Arkeolog Töre Sivrioğlu ile yeni kitabı "Medeniyetlerin Şafağı - Akdeniz’in Öyküsü"nü konuştuk.
Kitapta bir bütün olarak Akdeniz’i anlatıyorsunuz. Sizi Akdeniz’i anlatmaya iten sebep neydi?
Bunun kişisel sebebi Akdeniz uygarlıkları, kültürü, tarihi ve doğasına duyduğum ilgiydi. Sanırım dünyada çok az bölge tarih, uygarlık, damak tadı ve tabiat olarak böylesine zengin bir atmosfere sahip. Bu zenginlik bizim kültürümüze etki de ediyor ve bizi de şekillendiriyor elbette. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım zeytin ve defne ağaçları ve antik kalıntılar arasında geçti sanırım ilgimin ardında yatan bunlar…
Kitabı okurken bugünkü uygarlıklarında oluşmasında Akdeniz’in dünyanın ne önemli merkezi olduğu fikrine kapıldım? Bu konuda yanılıyor muyum?
Bugünkü kültür ve medeniyet algımızın temelleri Akdeniz’de atıldı ve İspanyollar, Portekizliler veya Araplar bunu yeryüzünün geniş çeperlerine yaydılar. Gelecek yüzyıllarda Uzak Doğulu bir kültür dünyaya egemen olmadıkça da bu böyle kalacak. Batı uygarlığı denilen olgunun temelinde Roma hukuku, Yunan felsefesi, tiyatrosu ve demokratik fikirleri var. Bugün Uzak Doğu ve Hindistan haricinde tüm dünya Akdeniz kökenli yazı sistemlerini (Latin, Kiril veya Arap alfabesini) kullanıyor. Tek tanrı inancı Akdeniz’de doğdu ve burada da dünyaya yayıldı. Günümüz dünyasında uygarlık denilen unsurlar iyisi veya kötüsüyle büyük ölçüde Akdeniz tarihinin doğrudan sonucudur. Bu durum elbette bu havzayı önemli kılıyor.

Kitapta sanatta realizmin Akdeniz’de başladığını ifade ediyorsunuz. Niçin böyle düşünüyorsunuz?
Buna düşünceden ziyade buluntulara dayalı bir çıkarım diyelim. Şimdiki bilgilerimize dayanarak görsel sanatlarda realist tavrın antik Yunanistan’da doğduğunu görüyoruz. Elbette bu başka coğrafyalarda da birbirinden bağımsız olarak gelişen başka realist akımlar olmadığı anlamına gelmiyor. Örneğin Çin’de de portre sanatına çok yakın buluntular var. Ama Akdeniz söz konusu olduğunda Mısır, Mezopotamya kaynaklı idealize tavra karşın Yunan sanatında nesneler doğada nasıl görünüyorsa öyle karşımıza çıkıyorlar. Mısır’daki gibi göz kulağın yanında durmuyor örneğin ya da sol ve sağ bacak profilden resmedilirken gövde cepheden bize bakmıyor, ya da hükümdarın vücut hatları yanındaki hizmetçilerinin birkaç katına ulaşmıyor vb.
Akdeniz coğrafyasının güçlü bir mit kültürü var. Realizm, bu mit kültürüne tezat oluşturmuyor mu?
Bu güzel bir soru ve ilk bakışta mitlerin sanata ilham kaynağı olması az önce söz ettiğimiz Yunan realizmiyle çelişiyor gibi görünüyor. Bu çelişkinin sebebi Yunan realizminin birden bire değil zaman içinde olgunlaşması. Örneğin tarihçilikte de Herodotos’un yarı hayal ürünü anlatımının yerini zamanla Thukydides’in realist tavrının alması gibi. Mitsel unsurların gerçeklikle bağlantısı bizzat Yunanlılarca da sorgulanmıştı. Zaten bildiğim kadarıyla kendi efsanelerine Yunanlar kadar şüpheyle yaklaşmış başka bir Akdeniz toplumu da yok. Diğerleri, Mısırlılar, Yahudiler vb. kendi mitlerine Yunanlar kadar sorgulayıcı yaklaşmamışlardı. Yunan sanatkârının mitsel bir sahne işlerken buna ne ölçüde inandığını da bilemiyoruz. Paul Veyne’in bu konuda güzel bir kitabı vardır. Orada eski Yunanların kendi mitlerine çoğu kez inanmadıkları bunları estetik değerler olarak kabullendiklerini savunur. Geçenlerde Bernardo Bertolucci’nin yaşamını anlatan bir kitap okumuştum. Orada Bertolucci inançlı biri olmadığı halde Katolik kiliselerindeki mimari unsurlara, tezyinata, ikonalara, ilahilere vb. olan düşkünlüğünü dile getiriyor ve bunu Hıristiyan dinine değil ama Hıristiyan sanatının estetiğine olan hayranlığıyla açıklıyordu. Sanırım burada sihirli sözcük olan estetik; Yunanların konuya bakış açısını da yansıtıyor. Zaten mitsel bir sahne işlese de Yunan sanatkâr onu realize etme fırsatını kaçırmıyordu. Mesela doğada elbette bir kentauros yoktur; ama olsaydı kas dizilimi, vücut oranları tam olarak Yunan sanatında olduğu gibi olabilirdi, insan kısmı at kısmından daha büyük olamazdı. Oysa Mezopotamya sanatındaki grotesk varlıklara baktığımızda bu türden oran/orantı kaygıları taşımadıklarını söyleyebiliriz.
Peki, sizce Akdeniz’deki bu mit kültürünün gelişmesinde neler etkili oldu?
Aslında mit kavramının gelişimini açıklamak arkeologlar veya tarihçilerin değil de bana göre psikolojinin alanı gibi… Nitekim sonuçları tartışılsa da bana göre mitlerle ilgili en iyi çözümlemeler halen onlara ait. Mit insanın ortak olan evrensel kaygı, korku ve meraklarından doğuyor. Bu sebeple de birbirlerini hiç görmemiş topluluklarda dahi benzer mitlere rastlayabiliyoruz. Akdeniz söz konusu olduğunda ise elbette yerel özellikler devreye giriyor. Sonuçta bir deniz medeniyetinde deniz tanrısı, dört mevsim yaşayan bir coğrafyada mevsimsel olarak ölüp dirilen tanrılar olacak. Grotesk varlıklar işte at-adam kentauroslar, sphinksler, satyrler vb. Akdeniz’de “uygarlaşmaya” çalışan insanın yabani doğa karşısındaki korkusunu yansıtıyor olabilirler. Nitekim bu tür varlıklar hep mağaralarda, karanlık ormanlarda, ücra köşelerde yaşıyor. Bunları yok eden Perseus, Theseus gibi kahramanlar da sanırım doğanın insanlaşmasını, kontrol altına alınmasını temsil ediyorlar. Öte yandan at-adam kentaurosların kuzeyden gelen göçebe İskit kabilelerinin yansıması olabileceği de düşünülüyor. Bilindiği üzere bukentauroslar savaşçı bir ırk, bir anda çıkıp kadınları kaçırıyorlar her yanı yağmalıyorlar, kentleri, evleri yok. Yunanlar iyi at binicisi sayılmazlardı. O nedenle yaşamlarının çoğunu at üstünde geçiren bu kabileleri imgelerinde böyle bir şekle sokmuş olabilirler. Tıpkı bir zamanlar Anadolu ve Karadeniz kıyılarında çok yaygın olan kadın savaşçıları Amazon imgesine yol açmış olabileceği gibi.
Akdeniz uygarlıklarının sadece mitlerde değil aynı zamanda sanat ve felsefede de ileri olduklarını görüyoruz. Sizce bunun sebebi nedir?
Bence burada temel etmen merkezi ve tüm toplumu kontrol edebilen bir iktidar mekanizmasının olmayışı. Aksi halde düşünsel özgürlük ve rekabet olmazdı diye düşünüyorum. Zaten felsefenin yeşerdiği altın çağları ve yerleri düşünürsek buna benzer bir manzara görüyoruz. Antik Yunan, Rönesans İtalya’sı veya henüz siyasi birliğini sağlamamış Almanya’daki 18. yüzyıldaki kent devletleri gibi… Sanat konusunda da farklı arayışların arkasında benzer bir özgürlük ortamı yattığını düşünüyorum. Kitapta neredeyse üç bin sene boyunca hiç değişmemiş Mısır, sanatı ile her kuşakta biçim değiştirmiş Yunan sanatı formlarını mukayese ettik. Burada da sanırım anahtar sözcük sanatkârın özgürlüğüdür. Sarayın emrinde bir memur olan Mısırlı sanatkâr anıtsal eserlerde Yunandan daha iyiydi ama kendi imzasını, kişisel tarzını asla yaratamadı, Mısırlı bir sanatkârı diğerinden ayırt edemiyoruz. Bu çözümlemeyi Mezopotamya ve İran sanatı için de tekrar edebiliriz. Büyük ve mutlak hükümdarca yönetilen dünyada sanat sadece sarayın politik mesajına hizmet etmiş gibi durmaktadır. Oysa Yunanlı içinden ne gelirse yapan, çamurda oyun oynayan bir çocuk gibiydi.
Kitapta tanrıçalardan da yola çıkarak ilk başta Akdeniz’de bir erkek egemen tanrı hakimiyeti olduğunu ama bu anlayışın kabul görmediğini söylüyorsunuz. Sizce Akdeniz’de erkek egemen kültür neden kabul görmedi?
Akdeniz’in güneyi ve kuzeyi yada batısı ile doğusu cinsiyet meselesinde oldukça farklı… Güney ve doğu Akdeniz’de kadın hükümdarlar var ve soyun anneden geçtiği aile sistemleri yaygın. Mısır’ın Nefertiti’si ve çok sayıda Kleopatra’sı var; Hititlerin, Assurların, Kartacalıların ama mitsel ama gerçek güçlü kraliçeleri var. Kuzey ve batıdaki Yunan/Roma dünyasında ise kadınların bırakalım politik iktidarı yönlendirmelerini basit vatandaşlık hakları bile yok. Kadınların egemen olduğu bir dünya Yunan/Roma aklı için kabul edilebilecek bir durum değil. Yunan/Roma dünyası bunu bir “zayıflık” olarak görüyor. Bu sebeple kitabımızda “erkeksi” ataerkil kuzey batı ile “dişil” doğunun karşılamasından doğan gerilimi de yansıtmaya çalıştık.
Kitapta pek çok ilginç anekdot var. Onlardan bir tanesi de Troy filminin Türkiye’de çekilmek istenmesi ve Türkiyeli yetkililerin de bunu reddetmesi. Bir arkeolog olarak doğru bir karar mıydı bu?
Bu konu bana göre Türkiye’nin tanıtımında yüz yılda bir gelecek hayati bir fırsatın kaçırılmasıydı. O yıllarda Boğaz trafiğinin engelleneceği gerekçesiyle yapım şirketine izin verilmediği gazete haberlerinde yer almıştı. Bazıları da film şirketinin filmi Türkiye’de çekmeye gönülsüz olduğunu iddia ediyorlar. Oysa o dönemde film şirketinin ilk önce Türkiye’ye başvurduğu ve altı ay sonra red cevabı aldığı yazılmaktaydı. Ancak konu ile ilgili bir gazete arşivi taraması yapmak istediğimde fazla bir şey bulamadım. Bence bu konu gazetecilerin geriye dönük araştırmalarıyla aydınlatılmalı ve bu ihmalin kimlerden kaynaklandığı açığa çıkarılmalıdır.
Bir yönümüzle Akdenizli olan bizler bu kültürün neresindeyiz? Bize bırakılan mirasa yeterince sahip çıkabiliyor muyuz?
Akdenizlilik bana göre Türkiye’de artık zihinleri yoran “doğulu muyuz” batılı mıyız” tartışmasının çözüm noktası. Batılı olamadığımız doğru… Ama doğulu özellikle de Ortadoğulu da değiliz. Kuzey Avrupalılar gibi disiplinli bir toplum olduğumuz söylenemez; ama bir artı olarak onların aksine eğlenceli ve sıcakkanlıyız. Ortadoğu/Körfez ülkelerindeki katı ideolojilere, çatışma kültürüne de yabancıyız. İklim ve deniz bizi ılımlılaştırıyor. Biz kültür, mutfak, eğlence ve yaşam biçimi olarak kuzeyliler veya doğulu halklardan ziyade aslında İtalyanlara, İspanyollara yakınız. Bu kısmen Arap dünyası içinde geçerli, sonuçta kültür, sanat, eğitim, sosyal yaşam gibi alanlara bakıldığında da Tunus, Mısır, Lübnan gibi Akdenizli Arap ülkeleri ile Körfez emirlikleri de çok farklı.Günümüzde Arap kültürünü, edebiyatını, dilini, müziğini dünyaya tanıtan nerdeyse tüm büyük isimler Akdeniz’in Arapça konuşan kıyılarında yetişenlerden oluşuyor örneğin. Biz de Suudi Arabistan kültürünü değil ama Mısır müziğini, sinemasını hemen benimseyebiliyoruz. Butavır tüm Akdenizlilerin içinde içkin, eskilerin deyimiyle mündemiç… Bence biz bu mirasın içgüdüsel olarak farkındayız ama bunu dillendirecek bir düşünce okulumuz yok. Eskiden bunu sadece Anadolu açısından savunan bir mavi Anadolu akımı vardı. Belki ileride daha geniş bir Akdenizlilik akımı da olgunlaşabilir.
Kitabı “ Akdeniz’in Öyküsü’nün devamında buluşmak dileğiyle…” sözleriyle bitirmişsiniz. Sanıyorum bu kitap bir başlangıç. Sırada neler var?
Bundan sonra Akdeniz’in Öyküsünü Ortaçağlara kadar taşıyan devam niteliğinde bir kitap ile fantastik arkeolojiyi irdeleyeceğimiz Kayıp Uygarlıklar ve Diller başlıklı bir proje üzerinde çalışmaktayım. Sanırım önümüzdeki son baharda bitmiş olacaklar.