İstanbul doğumlu sanatçı ve akademisyen Cansu Özdenak, lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimini İstanbul Üniversitesi Sinema-TV bölümünde tamamladı. Televizyonculuk kariyerine ATV, Show TV ve Kanaltürk gibi ulusal kanallarda hazırlayıp sunduğu çeşitli programlarla adım atan Özdenak, şu anda üniversitelerde öğretim üyesi olarak görev yapıyor. İletişim, görsel tasarım, radyo, televizyon ve sinema alanlarında dersler vererek öğrencileriyle teorik bilgiyi pratik deneyimle buluşturuyor.
Sanatsal üretimlerinde müzik, dans ve sinemayı merkezine alan Cansu Özdenak, bugüne dek söz ve müziği kendisine ait sekiz şarkı yayımladı. Bu şarkıların üçü, Türkçe sözlü film müzikleri olarak öne çıkıyor. Alternatif müzik türleri arasında gezinen Özdenak, elektronik alt yapılı İngilizce şarkılarında house, dark wave, rock, trip hop ve AI disco gibi tarzları bir araya getiriyor. Son teklisi Phosphorescence, yapay zeka destekli bestesiyle dikkat çeken deneysel bir çalışma olarak müzik kariyerindeki çeşitliliği ortaya koyuyor.
YouTube’da kendi adına açtığı müzik kanalında yapımcılığını üstlendiği kliplerini paylaşan Özdenak’ın eserleri dijital müzik platformlarında da yer alıyor. Cahit Berkay ve uluslararası sanatçılardan Skauss ile yaptığı düetlerin yanı sıra, ilk şarkısının birçok uluslararası house derleme albümüne dahil edilmesi, global sahnede de yankı bulduğunu gösteriyor.
Oyunculuk alanında da aktif olan sanatçı, Karla, Ruhun Lekesi ve Kelebeklerin Uyuduğu Yerdeyim adlı üç bağımsız sinema filminde rol aldı. Bu filmlerin müziklerini de kendi söz ve yorumlarıyla hazırlayan Özdenak, son filmiyle Vietnam'dan "En İyi Yapımcı" ödülünü kazanarak önemli bir başarıya imza attı.
Yeni bir single hazırlığında olan Cansu Özdenak, çekmeyi planladığı müzik videosunun pre-prodüksiyon, senaryo ve stil çalışmalarına da şimdiden başlamış durumda.
Mürekkep Söyleşiler'de bu hafta Cansu Özdenak ile sanat yolculuğunu konuştuk.
Multidisipliner bir sanatçı diyebiliriz sizin için. Akademisyensiniz, aynı zamanda oyuncu ve müzisyensiniz. Bugün daha çok müzisyen kimliğinizi konuşacağız. Öncelikle hoş geldiniz.Çok teşekkür ederim, hoş bulduk.Kendinizi bu farklı disiplinler arasında nasıl tanımlıyorsunuz?Kariyerim televizyonla başladı. Sinema televizyon okudum; lisans, yüksek lisans ve doktora derecelerimin hepsi bu alandaydı. Televizyonda büyüdüm diyebilirim. Program yapmak, her hafta yayın yetiştirmek, işin yaratıcı tarafında olmak, yeni fikirler üretmek çok hoşuma gidiyordu. Hem hazırlayıp hem sunuyordum. Bu şekilde başlayan bir kariyerim oldu.
Daha sonra akademiye geçtim. Doktoramı tamamladım. Edindiğim tüm deneyimleri ve bilgileri öğrencilerle paylaşmak ve iletişim alanında akademik olarak derinleşmek benim için tatmin edici oldu.
Bu süreçte sinemayı hiç bırakmadım. Müzik her zaman hayatımdaydı. Müzik yapmak, bu alanda üretmek gönlümde hep vardı. Hedeflerime ulaşmak için çabalıyorum. Üretmeyi seviyorum. Sinemayı sanat olarak görüyorum. Müzik ve sinema alanında üretim yapmayı anlamlı buluyorum. Şarkı sözü yazıyorum, müzik videolarımın yapımcılığını üstleniyorum. Müzik videosu, çok sevdiğim bir sanat formu.
Dolayısıyla beni tanımlarken bu kimliklerin arasında bir karmaşa yaşamıyorum. Hepsi benimle birlikte var. Üretmeyi seviyorum.
Harika. Şimdi dilerseniz başlıklara ayırarak ilerleyelim. Önce sinemadan başlayalım. Bugüne kadar üç filmde rol aldınız. Bu filmler aslında bir üçleme ve bir karakterin yaşam yolculuğunu anlatıyor. Bu üç film nedir ve nasıl bir rolle seyirci karşısına çıktınız?
Filmlerimiz bağımsız sinema yapımları. Bir üçleme: ilki Karla, ikincisi Ruhun Lekesi, üçüncüsü ise Kelebeklerin Uyuduğu Yerdeyim. Ulusal ve uluslararası pek çok film festivaline katıldık, ödüllerle döndük. Bu bizi çok mutlu ediyor. Bağımsız film üretmek ayrı bir konu, çünkü tamamen kendi imkânlarımızla, sinema sevgisi ve ifade etme tutkusu ile yola çıktık.
Son filmde ortak yapımcılığı da üstlendim. Üç filmde de oyuncu olarak yer aldım. Karla, kızımın da başrolünde yer aldığı bir filmdi. Onun büyüme sürecini üç film boyunca izleyiciye sunduk. Bu da sinemamızın gerçekçi yönünü vurguladı. Her filmde farklı konular, farklı karakterler vardı. Her filmle başka bir meseleyi anlatmak istedik. Ama çağımızda modern insanın derin yalnızlığını anlamaya, anlatmaya çalışıyoruz diyebilirim.
İkinci filmde, Ruhun Lekesi’nde son sahnede çıkıyorum aslında. "Kar Melekleri" diye bir şarkım vardı. Emre’nin müziklerini yaptığı blues bir soundu vardı. Şarkının sözlerini yazarken o melodiyi de duymuştum. O blues melodiyi Emre ile paylaştım ve gerçekten çok güzel bir müzik yaptı. Filmin sonunda çıkıyorum. Orada da, yani film boyunca izleyici beni görmüyor ve çıkıp şarkımı söylüyorum.
Sonradan baktığımızda şarkı sözlerine, üçünün de temelinde şu var: Ben aslında filmlere bir şekilde ortadan giriyorum ama yazdığım şarkı sözlerini tekrar oturup çözümlediğimde – çünkü üç filmde de hikâyeye tabii ki hâkimim, karakterlere vesaire, kamera arkasında da yer aldığım için – şarkıların bir şekilde her karakterle ayrı bir diyalog kurduğunu görüyorum. Şarkılar, filmin birer repliği oluyor aslında, öyle söyleyebilirim.
Üçüncü filmde de bir sanatçıyı canlandırmıştım.
Bu karakter, sanki günlük yaşamınıza daha uygun bir karakter gibi değil mi?Evet, biraz benziyor da bana. Yazdığım bazı sahneler vardı. Biraz kendimden, kendi deneyimlerimden de bir şeyler ekledim. Orada bu yersiz-yurtsuzluğu biraz işlemek istemiştik. "Kelebeklerin Uyduğu Yerdeyim" şarkı sözlerine baktığımızda da bir köksüzlük hissedebilirsiniz. Bütün bunlar dolayısıyla evet, biraz benden parçalar vardı oradaki o karakterde.Sinemada ödüller de aldınız. "Kelebeklerin Uyduğu Yerdeyim" de ödüllü filmlerden bir tanesi değil mi? Pek çok festivalde dikkat çekti…
Evet. Biz sanıyorum 30’a yakın ödül aldık. Uluslararası ödüllerimiz oldu. Yine Türkiye’den, Antakya Film Festivali’nden, Golden Horn’dan ödüller aldık. Çeşitli festivallerde gösterimlerimiz hâlen devam ediyor. Milano, Berlin, New York gibi şehirlerde festivallere katılıyoruz. Bunlardan ödüllerle döndüğümüz de oluyor.
Vietnam’dan bir yapımcı ödülü geldi bana da.
Evet, şimdi müzik… Biraz da müzik konuşalım. Şu an yepyeni bir şarkı çıkardınız. Bu şarkı yapay zekâyla hazırlandı. Bu bakımdan bakıldığında, belki çağın ruhuna da ayak uyduran bir şarkı. Bu şarkınızın hikayesini sizden dinlemek isterim.
Evet, şarkımıza "AI Disco" dedim çünkü yapay zekâyla yaptığımız için...
80'ler 90'ların disko ritimlerine, o kulüplere sizi götürecek; aslında dans kulüplerine götürecek bir şarkı. Böyle, Stüdyo 54'ün o disko yıllarından çok ilham aldığım bir şarkı oldu. Bugün hatta benim kostümüm de tam onu ifade ediyor. Şarkımızın adı "Phosphorescence". Şarkının sözlerinde bir okyanus var, okyanustaki yakamozu hayal edip yazmıştım. Bu, aynı zamanda da parıltılı bir aşkı anlatıyor. Dolayısıyla şarkının sözlerinde geçen kelimeler ve o diskonun ışıkları bir uyum... Böyle biraz kelime oyunları da yaptım.Yapay zekâya gelince; bestesini, sizlerin de yakından tanıdığı Profesör Doktor Ali Murat Kırık, çok sevgili akademisyen arkadaşım, o da iletişim alanında değerli bir profesörümüz, onunla birlikte yaptık. Müziği o yaptı. Şöyle bir şey, benim için deneysel bir çalışmaydı. Ben yapay zekâyla ilgili bazı çalışmalar da yapıyorum akademik anlamda. Yapay zekâyı müzikle birleştirip yeni bir şey yaratmak deneysel bir alan olarak göründü bana. Bestenin dışında benim sesimi alıp benim sesimi kullanıp şarkıyı da yapay zekâ seslendirdi. Yani Cansu Özdenak’ın bir yapay zekâ versiyonunu dinliyorsunuz şarkıyı dinlerken.
Enteresan olan, hani ben bir şarkıyı İngilizce nasıl söyleyeceksem, herhangi bir aksan olmadan, farklı bir ülkenin aksanı olmadan Cansu nasıl İngilizce söylerse, aynı şekilde söylemiş. İstesem stüdyoda da bunu seslendirebilirdim tabii ki ama bu şekilde kalması benim için daha iyi bir çalışma olacaktı. Yani şu anlamda: İnsan-yapay zekâ iş birliği diye görüyorum ben bunu. Dolayısıyla biz müzikte olduğu gibi pek çok alanda, ilerleyen yıllarda –biraz belki fütüristik bir bakış açısı olacak ama– birlikte iş yapacağız yapay zekâyla. Yani dolayısıyla bunun böyle öncül sinyalleri gibi bir şey oldu aslında bu çalışma.
Yapay zekâ ile ilgili daha önce de bir şarkım vardı benim, " My Name is Tess " diye. Onda da hikâyede yapay zekâ vardı. Tess burada bir cyborg ve yapay zekâyla bir duygusal ilişkisi var, aynı zamanda müttefikler. Böyle fütüristik bir dünya içerisinde onların aşkından yola çıkıp yazdığım bir şarkıydı. Filmin müzik videosu Cansu Özdenak YouTube kanalında var, orada görebilirsiniz. Orada da bir robot var mesela, aramızda bir ekran var ve buluşmaya çalışıyoruz, öyle bir hikâyesi var.
Dolayısıyla ben, sanatçı kimliğimle de elimizde olan teknolojiyi en iyi nasıl kullanabiliriz, bu teknolojiyle yaratıcı neler yapabiliriz gibi zihnimde bunlar dolaştığı için aklıma böyle bir fikir geldi.
Peki yapay zekânın insanla birlikte iş yapması bir sanatçı için ne ifade eder? Yani sanatı besler mi, yoksa yapay zekâ bir sanatçının sanatını elinden mi alacak günün birinde?
Şimdi bu tabii uzun bir tartışma konusu. Ben kendi açımdan nasıl gördüm, çalışırken ne hissettim, onu söyleyecek olursak... İşinizi alacak mı bu? Bu tartışılan bir şey. Belki de o da olacak. Ama iş birliği nasıl yapabiliriz? Bizi aslında, bizim zihnimizin veya bilincimizin bir devamı gibi de düşünüyorum bazen. Yani o sizi o kadar iyi analiz edebiliyor ki, dolayısıyla sizin bir yankınız olabiliyor. Teknolojik bir araç gibi görüyorum. Örneğin şimdi biz çekim yaparken klasik kameralar da kullanabiliriz ama cep telefonuyla da bugün mesela uzun metrajlı filmler çekiliyor ve bunlar festivallere katılıyor, ödüller kazanabiliyor. Video arta baktığımızda, tarihine baktığımızda, video ilk çıktığında sanatçılar “Biz bu videoyla, hareketli görüntüyle ne yapabiliriz?” demişler. Bu da pek farklı bir şey değil diye düşünüyorum. Yeni bir teknoloji var elimizde, yapay zekâ. Bu çağda da adı bu. Dolayısıyla zaten güzel örnekleri de var dünyada. Beğenelim, beğenmeyelim ya da tartışalım, tartışmayalım, endişe edelim, korkalım ya da korkmayalım... Sonuç olarak biz bu teknolojinin içine girdik, bu teknolojiyle karşı karşıyayız. Her teknolojide olduğu gibi yapay zekâ da hem avantajlarıyla hem dezavantajlarıyla gelecek.Ama yapay zekânın bana söylediği bir şey var, onu ben de size aktarayım buradan. Diyor ki: “Sonuç olarak yapay zekâyla insanlığın ne yapacağının kararını yine insan verecek.” Ben de öyle düşünüyorum.
Aynı zamanda bir akademisyensiniz. Aslında farklı bir alan mı diyelim bilmiyorum ama sanata da iç içe geçmiş bir alan. Ancak orası da bambaşka bir dünya. Öğrencilerinizle aranız nasıl? Bu çalışmalarınıza öğrencileriniz nasıl yaklaşıyor?
Öğrencilerimle aram benim açımdan çok iyi. Öğrencilerimi çok seviyorum. Onlarla birlikte uygulama dersleri yapıyoruz; yani hem teorik derslerim hem de pratik derslerim oluyor. Uygulama derslerinde, bazı derslerimizde stüdyo çalışmaları yapıyoruz. Dolayısıyla onlara televizyondaki ya da sinemadaki ekip ve takım ruhunu aşılamaya çalışıyorum. Aslında bir şeyler üretirken, birlikte prodüksiyon yaparken bu ruhu kazandırmayı hedefliyorum.Hocadan ziyade bir ekip arkadaşı gibi her şeyi öğretmeye çalışıyorum onlara. Kamera arkasında, kamera önünde öğretiyorum. Bölümüm gereği — yani genellikle iletişim fakültesi, sinema, televizyon, görsel tasarım gibi bölümlerde ders verdiğimden dolayı — yaptığım üretimlerin büyük bir katkısı olduğunu düşünüyorum.Kendi yaptığım çalışmalardan, yani teorik bir şey anlatırken kendi yaptığım çalışmalardan pratik örnek gösterebiliyorum, onlara sunabiliyorum. En son filmimizin çalıştığım üniversitede bir gösterimi yapıldı ve öğrencilerimizle bağımsız sinemayı konuştuk. Bağımsız üretimi, sanatı konuştuk, sanatçıyı konuştuk, tartıştık.
Dolayısıyla ben karşılıklı bir etkileşim, iletişim olduğunu düşünüyorum ve bunun çok daha verimli olduğunu, beni tatmin ettiğini söyleyebilirim. Zannediyorum ki öğrencilerimize de ilham veriyordur. Yani öyleyse eğer, çok mutlu olurum.