Röportaj: Ömür Bayramoğlu
1977 yılında İstanbul'da doğan Sepin Sinanlıoğlu, edebiyat yolculuğuna köklü bir eğitimle adım attı. Üsküdar Amerikan Lisesi'nden mezun olduktan sonra Boğaziçi Üniversitesi İşletme Bölümü'nde lisans eğitimini tamamladı. Edebiyat ve hikâye üzerine derinleşmek adına İngiltere'ye giden Sinanlıoğlu, Plymouth Üniversitesi'ne bağlı Dartington College of Arts'ta yüksek lisans yaptı.
Eserleriyle edebiyat dünyasında kendine özgü bir yer edinen Sinanlıoğlu, 2024'te yayımlanan "Hoyrat" adlı romanı ve 2021'de okurla buluşan "Ağıtların Tanrısı" adlı anlatısıyla dikkat çekti. Çocuk edebiyatına da katkıda bulunan Sinanlıoğlu, "Noa, Kirpi ve Sarı" (2018), "Noa, Monark Kelebekleri ve Her Şey" (2020) ve "Noa'ya Mektup" (2023) adlı resimli kitap serisiyle küçük okurların hayal dünyasına dokunuyor.Yazın hayatına sadece kitaplarla değil, süreli yayınlarda kaleme aldığı yazılarla da devam ediyor. Ot dergisinde yabancı edebiyat üzerine yazarken, dijital mecmua Posta Poetika'da insan olma macerasını sorgulayan denemeleriyle okurlarına ulaşıyor.İstanbul'da, iki çocuğu Ela ve Ali, kedileri Sussex ve köpekleri Alice ile birlikte yaşayan Sinanlıoğlu, hem edebiyatın hem de hayatın içinden beslenen üretkenliğiyle ilham veriyor.Mürekkep Söyleşiler'de bu hafta Sepin Sinanlıoğlu ile edebiyat yolculuğunu konuştuk.Ben son kitabınız “Hoyrat”la başlamak istiyorum sorularıma. "Hoyrat”ta başkahraman Miran Şahbazyan. Neydi size Miran’ın hikâyesini yazdıran?
Çıkış noktam aidiyet etrafında dönen kafa karışıklığım idi. Miran’ın hikâyesi tamamen bu iç sıkıntısından çıktı. Ait olamamak, dâhil edilmemek üzerine çok düşündüğüm bir mefhum. Dâhil edilmemeyi, dışarıda bırakılmayı anlamaya, anlamlandırmaya, bireysel ve içtimai olarak ayrıştırmaya ve birleştirmeye çalışıyorum. Etnik kökenden bağımsız olarak belli kapana kısılmışlıklar, otorite ile ilişki, yerleşme ve gitme gibi, azınlık sözcüğünü hiç sevmesem de kullanıyorum burada, azınlık çoğunluk olma ikileminden ortaya çıktı.
Hülasa Hoyrat’ın karakterlerinin iç dünyalarına dair gözlemlerim kendi içimden de geliyor.
Miran, Ermeni bir ailenin küçük oğlu. Farklı bir kültür, isimler, dini ritüeller, hatta Miran’ın mesleği, farklı yıllar, dönemler. Bütün bunları ve daha fazlasını düşünürsek “Hoyrat”a hazırlık aşamasında nasıl bir çalışma yaptınız?
Mensubu olmadığım bir kültürü yazdım ve maddi bir hataya mahal vermemek için çok okudum, izledim ve görüşmeler yaptım. Anadolulu ve İstanbullu üç farklı Ermeni aile ile uzun uzun konuştum, ihtidadan sofra kültürüne farklı konuları görüştüm. Harmonyum ve org onarımı ile iştigal eden genç arkadaşlarla tanıştım, onlarla görüştüm; marangozlarla, Galatasaray Liselilerle görüştüm. Gomidas oyununu izledim. Gomidas dinledim. Bitlis türküleri dinledim.
Taner Akçam’ı okudum, Hrant Dink Vakfı Yayınları’ndan “Sessizliğin Sesi” serisinden okudum, Kınalıada’ya gittim; Orhan Şevki’den Kınalıada’yı okudum, W. Saroyan okudum. Akdamar Adası hakkında fotoğraflı bir kitap edindim, Bitlis üzerine çok yazmış çizmiş Baran Zeydanlıoğlu ile görüşmeler yaptım, Zabel Yesayan okudum. Fethiye Çetin’in “Anneannem”ini ve Ayşe Gül Altınay’la birlikte yazdığı “Torunlar”ı okudum. Amerika’da doktora öğrencisi Hazal Özdemir’in benimle paylaşma inceliğini gösterdiği makalelerini okudum. Yani hem edebi hem de kurmaca dışı çok metin okudum, bunlar ilk aklıma gelenler, unuttuklarım da vardır illa.
Bunlar, tam da bunlar, benim için roman yazmanın cennet bahçesi.
"ZAMANA KARŞI DEVASA BİR ZAAFIM VAR"
Aşk, hatırlamak, hafıza, unutmak, aidiyet, azınlık, çoğunluk gibi pek çok önemli kavram etrafında ilerliyor roman. Hatta en önemlilerinden biri de “zaman” ve kitabın isminde önemli bir rolü var. Sepin Sinanlıoğlu’nun zamanla ve bu kavramlarla ilişkisi nasıl?
Zamana karşı devasa bir merakım ve zaafım var. Zamana hoyrat davranmayı hazmedemiyorum, bu bana günah geliyor. Günahtan daha büyük bir şey, ihanet, hayata, her şeye ihanet gibi. Ve hoyratlık zamanın kullanımından başlayarak hayatın her hücresine nüfuz ediyor kanımca. Romanda da benzer bir sirayet var. Zamanın hoyrat kullanımı karakterlere, olay örgüsüne, memlekete, memleketimin şehirlerine, memlekette azınlık diye tabir edilenlere ve aşka nüfuz ediyor. Kıyamet gibi bir şey.
Zaman kendine böylesi bir ihanet karşısında darlaştıkça darlaşıyor.
Maalesef fark etmiyoruz.
Galata, Şişli, Tatvan, Bitlis, Midilli, Kars, Kınalıada, biraz Boyacıköy, Nişantaşı roman boyunca gittiğimiz semtler, şehirler. Romanın coğrafya olarak bu kadar geniş alana yayılması yazım sürecinizi ve öncesini nasıl etkiledi?
İstanbul zaten bildiğim ve üzerinden anlatmayı sevdiğim bir şehir. Yazdığım herhangi bir şeyde İstanbul’un olmaması mümkün değil.
Tatvan, Bitlis ve Midilli farklı idi, oraları çalıştım. Yerleri kâh giderek kâh okuyarak çalışmayı seviyorum. Yerleri seviyorum genel olarak.
Tabii birde harmonyum var Miran’la beraber bizi peşinden sürükleyen. Harmonyumu bana göre Miran’ın arayışlarına bir simge olarak kullandınız, doğru mu düşünüyorum?Neydi size harmonyumu romanın merkezine aldıran?
Evet, sanırım soyut ve zorlu bir arayışı somutlaştırma görevini üstlendi harmonyum. Çoğu insan gibi müziğe hastayım ben. Bu hastalıklı müzik sevgimin de harmonyum etrafında bir hikâye yazmamda payı vardır elbette. Yeni yazdığımda da var bir enstrüman.
Miran’ın çocukluğundan hatta bebekliğinden başlayan annesiyle iyi gitmeyen bir ilişkisi var. Miran’ın babası ile de ilişkisi iyi değil ama merkezdeki ilişki anne-oğul ilişkisi. Mutsuz bir çocukluk ve o çocukluk travmaları. Daha sonra hayatına giren Ayşe, Leyla. Yaşanan veya yaşanamayan aşk. Genelde hüzün, ayrılık, ölüm var Miran’ın hayatında. Belki başta sorduğum sorunun devamı gibi olacak ama Miran’a neden böyle bir hayat yazdınız?
Zor soru. Buna ne desem boş laf etmiş olurum.
Hoyrat bölümlerden oluşuyor, her bölümün başında bir epigraf ve kitabın sonunda da okuyucuyu bekleyen bir sürpriz... Bu epigraflar kurguya sonradan mı dahil oldu?
Evet, başladığımda böyle bir şey yoktu aklımda. Aşk hikâyesi iyice belirince bu şiirle oynamaya başladım. Üçüncü beden çok sevdiğim bir şiirdir.
Romanla ilgili ilk çalışmaya başladığınızda sonu belli miydi aklınızda? Aslında sormak istediğim yazı süreciniz nasıl başlıyor ve nasıl devam ediyor?
Biraz kervanı yolda düzüyorum ben ama çok da yapısal bir düşünme tarzım var. O sebeple kaybolmuyorum, neredeyse masamda önüme düşen imgeleri elime alıp evirip çevirip yazarken kalp ve zihnin birlikte çarpması, atması hatta birleşmesi ya da birleşme peşi sıra yok olmaları gibi bir şey oluyor. Sonrasında da sancılı bir edit sürecim oluyor.
“Kurmacasız bir hayat düşünemiyorum” diye sözünüz var bir röportajınızda. Hikâye anlatmak hayatınızda önemli bir yerde. Bunu ne zaman keşfettiniz ilk defa?
Hikâyesiz bir hayat bence türümüz için mümkün değil. Yapamayız yani, olmaz. Bunu hepimiz biliyoruzdur. Ben on iki on üç yaşlarında roman türüyle aşk yaşamaya başladığımda yazmadan duramayacağımı anlamışımdır herhalde.
“Ağıtların Tanrısı” adında anlatınız, “Noa, Kirpi ve Sarı”, “Noa, Monark Kelebekleri ve Her Şey”, “Noa’ya Mektup” adlı resimli çocuk kitabı seriniz var. Bunların ardından gelen romanınız “Hoyrat”. Bu süreçten mutlu musunuz, son olarak yazmaya dair planlarınız, hayalleriniz var mı?
Evet, çok hoşnutum. Bu sene inşallah yeni bir resimli çocuk kitabı çıkacak, politik çocuk kitabı gibi oldu, hikâyeler dediniz, son çocuk kitabı da hikâyeler üzerine.
Şu an ise vaktimi yeni romanda geçiriyorum.