Röportaj: Yusuf ÇifciAyfer Kafkas, 1979 yılında Kütahya’da doğdu. Doğu Dilleri ve Edebiyatları bölümünü bitirdi. İlk kitabı Esrarname-Yasak İlmin Kitabı Timaş Yayınları’ndan çıktı (Şubat 2011). Yazarın yüzlerce öyküsü ve dört tamamlanmış romanı bulunuyor. Ayfer Kafkas'ın son romanı olan Divina'nın Bileziği-Bir Osmanlı Polisiyesi geçtiğimiz günlerde İnkılap Kitabevi etiketiyle raflardaki yerini aldı. Serinin ikinci kitabı olan Divina'nın Bileziği'nde yazar, bir Osmanlı hafiyesi olan Eşrefzade İdris Bey'in maceralarına kaldığı yerden devam ediyor.Mürekkep Söyleşiler'de bu hafta yazar Ayfer Kafkas ile hem son romanı Divina'nın Bileziği'ni hem de Kafkas'ın yazarlık sürecini konuştuk.Kitapta yer alan biyografinizde, “Hiçbir ödül almamış, yarışmalara katılmamıştır. Hiçbir öyküsü de para ile satılan dergilerde yer almamıştır. Bu durumdan rahatsızlık duymamaktadır.” ifadeleri yer alıyor. Burada tam olarak ne demek istiyorsunuz? Bu bir eleştiri mi? Edebiyat dergileri ve Türkiye’de verilen edebiyat ödülleri hakkında ne düşünüyorsunuz?Aslında eleştiri, evet. Ödüllerin çoğunlukla belirli bir amaç uğruna adrese teslim verildiğine inanıyorum. Bu konuda söylenecek çok şey var ama ödüllerin dağılımındaki adalete inanmadığımı söylesem yeter sanırım.Lise yıllarınızda “dersi kaynatmak” maksadıyla öyküler yazıp bunları derste okurmuşsunuz. Var mı bu işin aslı?Evet evet… Hiç yalansız bu şekilde oluyordu. Ne yalan söyleyeyim, kitap okumayı, bir şeyler yazmayı çok seven biri olsam da edebiyat dersleriyle yıldızım hiç barışmadı. O kurallar, zorla yapılan ezberler bana göre değildi. Ben de akşamdan öyküler hazırlar, ertesi gün sınıfta okurdum. Bu sayede en azından bir dersi kaynatırdım. Arkadaşlarım iyice sıkıcı konular geldiğinde bana sipariş verir, öykü yazmamı isterlerdi. Ben de seve seve uydururdum. Sanırım bundan hiç pişmanlık duymadım.Yazarlık serüveniniz nasıl başladı?Aslında yazarlık serüvenine başladığımın farkında olmadığım zamanlarda başlamışım, bunu sonradan fark ediyorum. Daha ilkokul sıralarındayken sene sonu gösterilerini iple çekerdim. Mutlaka bir piyes yazar, yönetirdim. İlk tecrübem ise ilkokul birinci sınıftayken öğretmenin bana tek kişilik gösteri (monolog) görevi vermesiydi. Konuşma o kadar sıkıcı ve tutarsızdı ki, söylemem gerekenleri değiştirip ilaveler yaptım. Tabii, öğretmenimin de sahneye çıktığımda neler söyleyeceğim konusunda en ufak fikri yoktu. Gösteriyi hiç takılmadan sahneledim. Herkes çok beğendi ama ezberden konuştuğumu zannediyorlardı. Sonradan kimse de tebrik etmedi tabii. Yine de inanılmaz keyif aldığımı hatırlıyorum. Önceleri fantastik kurgu türünde romanlar yazıyorsunuz, ardındansa bambaşka bir alan polisiyeye yöneliyorsunuz. Bu değişimin sebebi nedir?Her iki türde de okumayı çok severim, bunun etkisi olabilir. Dönem dönem ruhsal durumuma göre okuduklarım değişir. Fantastik kurgu yazarken de hep ipuçlarının takip edildiği maceralar yazmayı seviyorum. Polisiye ile büyük bir farkı yok aslında… Fantastik kurgu yazmak için kendi kuralları, kendi gerçeği, kendi tarihi olan bir dünya yaratmalısınız. Bunun haricinde olay örgüsünü kurgularken büyük bir fark hissetmiyorum ben. Aynı malzemelerle iki farklı şey yapıyormuş gibi… Tabii bunun dışında polisiye yazmak için daha kısa ve net cümleler kurmalı, daha az metafor kullanmalısınız. Polisiyenin daha kurallı, daha pürüzsüz olması gerekiyor.Gelelim son romanınız Divina’nın Bileziğine… Roman aslında bir seri ve bu roman da serinin ikinci kitabı. Her iki kitapta da Eşrefzade İdris Bey’in maceralarına tanık oluyoruz. Okuyanlar tabii ki Eşrefzade İdris Bey’i yakından tanıyacaktır ama yazarı bulmuşken soralım: Eşrefzade İdris Bey nasıl bir karakter. Klasik bir hafiye mi yoksa onu muadillerinden ayıran bir yönü var mı?Eşrefzade İdris Bey’in, onu klasik bir hafiye yapan özellikleri var; İdris Bey akılcı, mantıklı, bilimsellik taraftarı, adalete sıkı sıkıya bağlı. Fakat bana kalırsa ayırt edici özellikleri daha fazla. Öncelikle İdris Bey’in insani yönünü öne çıkarmayı seviyorum. Hislerinden arınmış, kendini işine vermiş bir hafiye değil. Mesela sevdikleri olunca bocalayabiliyor, hata yapabiliyor, daha da önemlisi hata yaptığını itiraf ediyor. Etrafındakilere danışması, karşısında bir çocuk dahi olsa saygı ile dinlemesi, tevazu sahibi oluşu ve zaman zaman umutsuzluğa düşebilmesi yenilmez hafiye kalıbının dışına çıkıyor. Bu özelliklerinin onu daha gerçekçi bir halde okura sunmamı sağladığını düşünüyorum.Eşrefzade İdris Bey bir Osmanlı hafiyesi. Haliyle onun maceralarını okurken Osmanlı dönemine tanıklık ediyoruz. Neden bu dönemi seçtiniz?19. yüzyıl benim için okuması, anlatması keyifli bir dönem. İnsanlığın hurafelerden kurtulup aydınlanma felsefesini benimsediği yıllardan ilgimi en fazla çeken 19. yüzyıl… Bu dönemde bizim topraklarımız Osmanlı idi. Olaylar kurgu olsa da devrin gerektirdiği sahneyi kullanmam gerekiyor. Aslında bu bir tercih değil, bir zorunluluk diyebilirim. Bundan yüz yıl sonra bir yazar bugünü yazdığında dönemimizi anlatacak. Bunun gibi.Robert Langdon, Sherlock Holmes, Hercule Poirot, Başkomser Nevzat aklıma ilk gelen polisiye roman serisi karakterleri. Eşrefzade İdris Bey’in ikinci macerasını okuduğumuza göre artık o da bir polisiye roman serisi karakteri. Polisiye yazarları yeni karakter yaratmak yerine neden aynı karakterlerle yola devam ediyor? Bu bir gelenek mi yoksa yazarlar yeni karakter yaratmaya korkuyor mu?Bana kalırsa ikisi de değil. Polisiye yazarken karakterinizle çok daha fazla bütünleşmeniz, onun zihni ile kendi zihninizi eş zamanlı çalıştırmanız gerekiyor. Bunun yanı sıra karakterinizden kendinizi soyutlayıp onun bilmediği, sizin yazar olarak bildiğiniz şeyleri ona sezdirmemeniz gerekiyor. Kısacası karakterinizin sizin zihninizde yaşayan başka bir kimlik olduğunu kabullenmeniz gerekiyor. Ben buna kontrollü şizofreni diyorum. Hal böyle iken o karakteri bir çırpıda silip atmanız, başka karakterler yaratmanız hiç kolay olmuyor. Polisiye yazarlarının aynı karakterin maceralarını yazması ne gelenek, ne de yeni karakter yazmaktan imtina etmek… Çok yalın tabirle karakterlerimize çok fazla bağlandığımızı söyleyebilirim.Bir polisiye yazarı olarak romana nasıl başlıyorsunuz? Kurgu önceden belli mi oluyor yoksa kalemin sizi götürdüğü yere mi gidiyorsunuz?Fantastik kurgu da yazdığım için bu konuda dişe dokunur şeyler söyleyebileceğimi düşünüyorum. Tamamen kurgusal bir evrende, fizik kuralları bile bizim dünyamızdan farklı işleyen bir dünyada yazdıkça kurgulamak hem mümkün, hem de çok keyifli. Kurguyu istediğiniz yöne çekebilir, olayları akışına bırakabilirsiniz. Her yazarın kendi yöntemleri var. Ben fantastik kurgu yazarken hikayenin temasını, ana hatlarını, yaratmak istediğim karakterleri kurgulayıp yazmaya başlıyorum. Hikayenin ana hatları belli oluyor fakat olaya dekor vazifesi görecek detaylar, yan karakterler çoğunlukla yazarken ortaya çıkıyor. Küçük detaylar eğer kurguda önemli bir yere bağlanmayacaksa yazarken şekilleniyor.Fakat polisiye yazarken bunun mümkün olmadığını düşünüyorum. En azından benim için öyle… En ufak bir detayı atlamanız veya kurgunuza zarar verecek şekilde yazmanız hikayeye zarar verebiliyor. Hikayedeki hafiye nasıl ki yerdeki bir saç telini bile dikkatle inceliyorsa, siz de o saç telinin oraya düşmesi için gereken şartları sağlamalısınız. Bu yüzden ben kurgulama biçiminin yazardan yazara değişeceğinden çok, kurgulanan türe göre değişeceğini düşünüyorum. Sizce iyi bir polisiye romanda gerilimi sağlayan ve okuyucunun heyecanını eser boyunca diri tutan unsurlar nelerdir?Bence en önemli unsur, hafiye ile okurun eşit şartlarda yarışması. Okurun hafiyeyi bir rakip olarak görmesi ve gizemi daha hızlı çözmek için zihinsel bir yarışa girmesi… Bu noktada yazarın işi ağır. Okura asla haksızlık etmemeli, okurdan bilgi gizlememeli, karakterini yüceltirken okurun zihnini küçümsememeli. Başa baş giden bir yarış gibi bazen okur öne geçmeli, bazen hafiye. Okur öne geçince keyiflenir, kendisi ile gurur duyar fakat bu durumu sık sık tekrarlarsanız karakterinizin yeterince zeki olmadığını düşünür ve kimse bunu okumak istemez. Hep hafiye önde olursa okur kendine haksızlık edildiğini, kendinden bilgi gizlendiğini düşünür ve adil olmayan bu yarışa devam etmek istemez. Bu dengeyi iyi kurarsanız gerilim ve heyecanı diri tutarsınız.Ülkemizde okuyucunun polisiye romanla ilişkisi nasıl? Sizce okuyucu bu türe yeterince sahip çıkıyor mu?Polisiyede macera, kurgu ve gizem ön planda olmak zorunda. Bu sebeple ağır edebi tasvirler, uzun karakter analizleri ve ruhsal durum anlatımları ikinci planda olmalı. Ağır ve ağdalı bir dille yazılmış, koca bir paragraflık bir cümlenin polisiyede yeri olmamalı. Polisiye bir bulmaca türü… Eski dergilerin tabiriyle bir “beyin jimnastiği”… İşte türün gerektirdiği bu özellik sebebiyle çoğunlukla edebi bulunmuyor ve polisiyeye haksızlık ediliyor. Okurun bu türü sevdiğini ama yeterince ciddiye almadığını düşünüyorum.Suç, cinayet gibi kavramlar daha çok erkek egemen bir dünyaya aitmiş gibi bir izlenim var. Türkiye’yi ele aldığımızda sanırım polisiye roman yazımında da bir erkek egemenliği var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Buna ek olarak kadın okuyucuların polisiye eserlerle ilişkisini nasıl buluyorsunuz?Aslında bence bu bir yanılsama. Kadınlar erkeklerden çok daha fazla dikkatlidir. Bunun hayatta kalma mekanizmamız olduğu aşikar. Evrimsel olarak erkeklerden daha güçsüz olmamız, hayatta kalmak için daha kurnaz olmamızı gerektirmiştir. Güçten kastım, elbette fiziksel güç.Suç ve cinayette erkeklerin daha fazla rol alması ise bir algıdan da öte, bir hakikat. İstatistikler açık ara önde olduğunu gösteriyor. Bu, erkeklerin doğasında var. Hayatta kalmak için kadınların kurnaz olması gerektiği gibi, erkeklerin de fiziksel olarak daha güçlü olması gerekiyor. Modern bir dünyada yaşadığımız gerçeği kimseyi yanıltmasın, hislerimiz hala ilkel.Gerçek dünyada suç ve cinayet erkek egemen bir dünya ile ilişkili olsa da bunu kurgulamada kadınların da yeterince başarılı olduğunu düşünüyorum. Doğamız gereği daha dikkatli olmalı, ipuçlarını birleştirip sonuca varmalıyız. Bu da polisiyenin ana unsuru. Fakat Türkiye’de kadın polisiye yazarı pek fazla değil. Bunun kızlarımızı daha duygusal, daha hanım hanımcık yetiştirme tarzımızla alakası olabilir. Suç, cinayet, vahşet, kan ile ilgili yazan bir kadının hanım hanımcık olmadığı düşünüleceğinden bundan geri duruyor olabiliriz.BİR YAZARA SORDUM: 10 KISA SORU 10 KISA CEVAP1- Sinemada izlediğiniz ilk film?İlk izlediğim olmayabilir ama sinemada izlediğimi hatırladığım ilk film Braveheart2- En sevdiğiniz üç kadın şair?Aslında şiirle pek aram yoktur. Özellikle bazı şairleri takip eden bir okur değilim. Denk geldikçe okurum. Aklımda kalan Gülten Akın var mesela…3- İlk ezberlediğiniz şiir?Önceki cevabımın kanıtı olarak İstiklal Marşı diyebilirim.4- Sizi en etkileyen üç kitap?Bunu seçmekte zorlanabilirim. Öncelikle E.A. Poe tarafından yazılmış herhangi bir öykü… Berenice, Kuyu ve Sarkaç, Gammaz Yürek, fark etmez. İkinci olarak ise Gabriel Garcia Marquez’in Albaya Mektup Yok. Bir de Albert Camus’nün Yabancı romanı.5- İlk izlediğiniz tiyatro oyunu?Sanırım 9-10 yaşlarındayken yaşıma pek de uygun olmayan acıklı ve ağır dram içeren bir oyun izlemiştim. İlk olsa gerek, derinden etkilenmiştim. Ölen karakter için çok ağladığımı hatırlıyorum ama oyunun adını hatırlayamıyorum. Küçük şehirde yaşadığımız için tiyatro ve sinema ile pek tanışıklığımız yoktu maalesef.6- En sevdiğiniz üç yerli yazar?Alper Canıgüz, Cenk Çalışır, Yaprak Öz7- En sevdiğiniz üç yabancı yazar?Jules Verne, Edgar Allan Poe, Gabriel Garcia Marquez8- En sevdiğiniz şiir dizesi?En sevdiğim mi bilmiyorum ama en fazla ciğerimi yakan “Büyümez ölü çocuklar”9- Okuduğunuz bir kitapta aklınızda kalan bir cümle?- peki, biz ne yiyeceğiz şimdi?- zıkkımın kökünü(Albaya Mektup Yok)10- En sevdiğiniz söz?Kendini bil. (Socrates)
Röportaj
Yayınlanma: 26 Mart 2020 - 17:06
Güncelleme: 26 Mart 2020 - 17:07
Ayfer Kafkas: Okur, polisiyeyi seviyor ama yeterince ciddiye almıyor
Mürekkep Söyleşiler'de bu hafta yazar Ayfer Kafkas ile hem son romanı Divina'nın Bileziği'ni hem de Kafkas'ın yazarlık sürecini konuştuk.
Röportaj
26 Mart 2020 - 17:06
Güncelleme: 26 Mart 2020 - 17:07