Röportaj: Yusuf Çifci
Tuna Kiremitçi'nin son romanı mezun cinayetleri geçtiğimiz aylarda raflardaki yerini aldı. Roman, genellikle Tuna Kiremitçi'den okumaya alışık olduğumuz aşk temasının dışında bir konuyu ele alıyor. Mezun Cinayetleri, adından da anlaşılacağı üzere bir polisiye roman. Romanda Çamlıca civarında bir lisenin mezunlarının teker teker ölmesi ve Başkomiser Perihan Uygur ile ekibinin bu cinayetleri büyük ustalıkla çözmesi ele alınıyor.
Uzun yıllardır müzikle ilgilenen ve bu alanda oldukça dikkat çeken Tuna Kiremitçi, bu romanda aynı zamanda sadık okularına da yeniden "merhaba" diyor.
Mürekkep Söyleşiler'de bu hafta tuna kiremitçi ile son romanı Mezun Cinayetleri'ni konuştuk.
Mezun Cinayetleri polisiye türünde yazdığınız ilk roman. Bugüne kadar polisiye romanlarda hep erkeklerin gözünden baktık olaylara. Sherlock Holmes, Hercule Poirot, Mike Hammer, Behzat Ç., Amanvermez Avni, Komiser Nevzat, Cingöz Recai… Daha pek çok örneği vardır. Siz ise Başkomiser Perihan Uygur ile yola çıkıyorsunuz. Neden bir kadın karakter ile böyle bir yolculuğa başladınız?
İlk polisiye romanımda bir yenilik yapmam gerekir diye düşündüm. Başkomiser Perihan Uygur karakteri uzun zamandır aklımdaydı. Sonra tamamen kadınlardan oluşan bir Cinayet Büro ekibinin Türk Emniyet Teşkilatı içinde hayal etmek hoşuma gitti. Hem işlerini yapmaya çalışacak hem de her meslekteki erkek egemen anlayışla mücadele edeceklerdi. Bunun romana bir farklılık, bir derinlik katmasını istedim. Romanın sadece birtakım cinayetler ve soruşturmadan ibaret olmasını istemiyordum çünkü.
Polisiye roman yazarları bir karakter yaratıp belki hayatları boyunca o karakter ile yola devam ediyorlar. Mesela Agatha Christie‘nin ikonik karakterinden olan Hercule Poirot, yazarın 33 romanı ve 54 kısa öyküsünde yer almış. Bir yazar olarak sizce polisiye roman yazarları yeni karakterler yaratmak yerine niçin aynı karakterler ile sonraki romanlara devam ediyorlar? Bunun sebebi yeni bir karakter yaratmanın zorluğu mu yoksa yazarların bir karaktere bağlanması mı?
Sonuçta polisiye edebiyatın içinde bir tür. Her tür gibi de gelenekleri var. Polisiye okuru olarak bu gelenekleri seviyorum. Seri romanlarda devam eden bir dedektif karakteri de bunların en eskilerinden biri. Böylece karakter okurun hayatında bir yer ediniyor. Gittikçe gelişiyor. Bir tür yoldaşlık hikâyesine dönüşüyor. Dediğim gibi, bence güzel bir şey.
Peki, siz ne yapacaksınız, Başkomiser Perihan Uygur ile yola devam mı?
Ben Perihan’ı sevdim. Sanırım okurlar da sevdiler. Şimdi ikinci romanını yazıyorum. Zaten kendisi de pek emekli olacak birine benzemiyor, zaman zaman aksini söylese de.
Romanın bir yerinde Başkomiser Perihan ile 80’lerin meşhur dizisi Perihan Abla’nın oyuncusu Perran Kutman arasında bir benzerlik kuruluyor. Sahi Başkomiser Perihan karakteri nasıl ortaya çıktı. Sahiden de bir benzerlik var mı?
Perran Kutman’ın o yıllarda canlandırdığı karakter mahallenin yardımsever ve anaç ablasıydı. Benzer bir karakteri karanlık ve acımasız suç dünyasının ortasına koymak nasıl olur acaba dedim. İlk ilham kaynağımsa bir gazete haberiydi. İzmir’de ekibiyle beraber elliden fazla cinayet vakasını çözen bir kadın Asayiş Şube Müdürü’nden bahsediliyordu haberde. Fotoğraftaki kadınınsa o alıştığımız dedektif tipiyle pek ilgisi yoktu. Orta yaşlı, hafif toplu, tatlı-sert bir öğretmene benziyordu. Tıpkı Perihan Abla gibi… Başkomiser Perihan Uygur’un da anaç bir mahalle ablası tarafı var. Ama işini yaparken tam bir polis.
Eğer ki dikkatimden kaçmamışsa romanın hiçbir yerinde cinayetlerin işlendiği okul isminden bahsetmiyorsunuz. Bunun yanında adı geçen okul tanıdık bir okul havasında anlatılıyor. Neden bu okulu tercih ettiniz? Mesela Kabataş, İstanbul Erkek yahut ne bileyim sizin mezun olduğunuz Galatasaray Lisesi değil de bu okul?
Orada anlattığım benim kuşağımın ortak dramı aslında. Bizler liseyi 80’ler Türkiye’sinde okuduk. Darbenin hemen sonrasıydı. Ülkeyi saran şiddet ve kötülük dolu atmosfer okullara da yansımıştı. Çocuklara dışarıdan bir yerden lümpenlik ve faşizm aşılanıyordu sanki. Bunun polisiye roman için iyi bir arka plan olabileceğini düşündüm.
Şüphesiz bu bir kurgu. Bunun yanında romanda anlatılan bazı lise anıları, lakaplar oldukça canlı ve yaşanmışlık hissi veriyor. Bu roman sizin lise yıllarınızdan izler taşıyor mu?
Romandaki olayların bir kısmına tanık oldum, bir kısmını da başka liselerden mezun arkadaşlarımdan yıllar içinde dinledim. Ortak noktalar hem şaşırtıcı hem de ürkütücüydü. Bugün söz konusu liselerin çoğu o tür hastalıklardan bir şekilde arındılar. Ama bu sefer de günümüz egemenlerinin baskılarıyla uğraşıyorlar.
Romanda her ne kadar ön planda kriminal olaylar anlatılsa da arka planda küçük bir bölümde son derece kırılgan bir aşk hikâyesi ele alınıyor. Üstelik bu aşk hikâyesi iki eşcinsel bireye odaklanıyor. Bu, ana akım Türkiye edebiyatında çok da alışık olduğumuz bir durum değil. Türkiye yapımı dizilerde, filmlerde imtina edilen LGBTİ + algısı edebiyatta kırılmaya mı başladı? Bu konuda ne dersiniz?
Bugünün polisiye edebiyatı artık eskisi gibi değil. Bu türde kalem oynatan çoğu yazar, sosyal konuları gerçekçi bir şekilde anlatmak istiyor. Polisiye yirminci yüzyıldaki toplumcu romanın yerini alıyor. Bende polisiye yazma isteği uyandıran da bu oldu zaten. Haliyle, hayatın içinde ne varsa yansıtmak çok önemli. Perihan'ın yardımcısı Komiser Ayla da kendine göre yönelimleri, güçlü ve zayıf tarafları olan bir insan. Özel hayatını gönlünce yaşamak istiyor. Hepimiz gibi.
Polisiye romanların edebî değeri kimi zaman tartışılmış, bazı eleştirmenler tarafından sanatsal yönü zayıf olmakla suçlanmıştır. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bu aslında artık biraz geçmişte kalmış bir tartışma. Andrea Camilleri, Henning Mankell, Petros Markaris, Ahmet Ümit gibi yazarlar polisiyenin de iyi edebiyat olduğunu dünyaya gösterdiler. Kaldı ki Raymond Chandler, Dashiel Hammett gibi 40’lı yılların Amerikan yazarları da edebi niteliği gayet yüksek polisiyeler yazmışlar. George Simenon da öyle. Zaten o yüzden bugün hâlâ okunuyorlar. Çok sevdiğim Buket Uzuner’in son romanlarında da polisiye unsurlar var.
Ülkemizde okuyucunun polisiye romanla ilişkisi nasıl? Sizce okuyucu bu türe yeterince sahip çıkıyor mu?
Türkiye’de azımsanmayacak sayıda polisiye roman okuru var. Üstelik çok titiz, dikkatli ve zekâya saygı duyan okurlar. Hem yazarın zekâsına hem de kendi zekâlarına. Ama yerli polisiye romanlara şimdilik kuşkuyla yaklaşıyorlar. Daha çok yabancı polisiye okumayı tercih ediyorlar. Çok çalışarak zamanla bunu aşacağımızı umuyorum. Sonuçta ülkemizdeki günlük hayatta suçtan bol bir konu yok.
BİR SANATÇIYA SORDUM: 7 KISA SORU 7 KISA CEVAP
Sinemada izlediğiniz ilk film
Hababam Sınıfı Tatilde.
İlk izlediğiniz tiyatro oyunu
Babamla Ankara Sanat Tiyatrosu’nda “Galileo” oyununu izlemiştim.
İlk satın aldığınız albüm
Michael Jackson’un “Thriller” albümü.
Baştan sona dinlediğiniz son albüm
Flört’ün “Bize Özel” albümü.
Son günlerde dilinize dolanan şarkı
Peyk’in “Don Kafa Don” şarkısı.
Son okuduğunuz kitap
Yoko Ogawa’nın “Hafıza Polisi” romanı.
Gün içinde en çok kullandığınız kelime
Belki.
Tuna Kiremitçi'nin son romanı mezun cinayetleri geçtiğimiz aylarda raflardaki yerini aldı. Roman, genellikle Tuna Kiremitçi'den okumaya alışık olduğumuz aşk temasının dışında bir konuyu ele alıyor. Mezun Cinayetleri, adından da anlaşılacağı üzere bir polisiye roman. Romanda Çamlıca civarında bir lisenin mezunlarının teker teker ölmesi ve Başkomiser Perihan Uygur ile ekibinin bu cinayetleri büyük ustalıkla çözmesi ele alınıyor.
Uzun yıllardır müzikle ilgilenen ve bu alanda oldukça dikkat çeken Tuna Kiremitçi, bu romanda aynı zamanda sadık okularına da yeniden "merhaba" diyor.
Mürekkep Söyleşiler'de bu hafta tuna kiremitçi ile son romanı Mezun Cinayetleri'ni konuştuk.
Mezun Cinayetleri polisiye türünde yazdığınız ilk roman. Bugüne kadar polisiye romanlarda hep erkeklerin gözünden baktık olaylara. Sherlock Holmes, Hercule Poirot, Mike Hammer, Behzat Ç., Amanvermez Avni, Komiser Nevzat, Cingöz Recai… Daha pek çok örneği vardır. Siz ise Başkomiser Perihan Uygur ile yola çıkıyorsunuz. Neden bir kadın karakter ile böyle bir yolculuğa başladınız?
İlk polisiye romanımda bir yenilik yapmam gerekir diye düşündüm. Başkomiser Perihan Uygur karakteri uzun zamandır aklımdaydı. Sonra tamamen kadınlardan oluşan bir Cinayet Büro ekibinin Türk Emniyet Teşkilatı içinde hayal etmek hoşuma gitti. Hem işlerini yapmaya çalışacak hem de her meslekteki erkek egemen anlayışla mücadele edeceklerdi. Bunun romana bir farklılık, bir derinlik katmasını istedim. Romanın sadece birtakım cinayetler ve soruşturmadan ibaret olmasını istemiyordum çünkü.
Polisiye roman yazarları bir karakter yaratıp belki hayatları boyunca o karakter ile yola devam ediyorlar. Mesela Agatha Christie‘nin ikonik karakterinden olan Hercule Poirot, yazarın 33 romanı ve 54 kısa öyküsünde yer almış. Bir yazar olarak sizce polisiye roman yazarları yeni karakterler yaratmak yerine niçin aynı karakterler ile sonraki romanlara devam ediyorlar? Bunun sebebi yeni bir karakter yaratmanın zorluğu mu yoksa yazarların bir karaktere bağlanması mı?
Sonuçta polisiye edebiyatın içinde bir tür. Her tür gibi de gelenekleri var. Polisiye okuru olarak bu gelenekleri seviyorum. Seri romanlarda devam eden bir dedektif karakteri de bunların en eskilerinden biri. Böylece karakter okurun hayatında bir yer ediniyor. Gittikçe gelişiyor. Bir tür yoldaşlık hikâyesine dönüşüyor. Dediğim gibi, bence güzel bir şey.
Peki, siz ne yapacaksınız, Başkomiser Perihan Uygur ile yola devam mı?
Ben Perihan’ı sevdim. Sanırım okurlar da sevdiler. Şimdi ikinci romanını yazıyorum. Zaten kendisi de pek emekli olacak birine benzemiyor, zaman zaman aksini söylese de.
Romanın bir yerinde Başkomiser Perihan ile 80’lerin meşhur dizisi Perihan Abla’nın oyuncusu Perran Kutman arasında bir benzerlik kuruluyor. Sahi Başkomiser Perihan karakteri nasıl ortaya çıktı. Sahiden de bir benzerlik var mı?
Perran Kutman’ın o yıllarda canlandırdığı karakter mahallenin yardımsever ve anaç ablasıydı. Benzer bir karakteri karanlık ve acımasız suç dünyasının ortasına koymak nasıl olur acaba dedim. İlk ilham kaynağımsa bir gazete haberiydi. İzmir’de ekibiyle beraber elliden fazla cinayet vakasını çözen bir kadın Asayiş Şube Müdürü’nden bahsediliyordu haberde. Fotoğraftaki kadınınsa o alıştığımız dedektif tipiyle pek ilgisi yoktu. Orta yaşlı, hafif toplu, tatlı-sert bir öğretmene benziyordu. Tıpkı Perihan Abla gibi… Başkomiser Perihan Uygur’un da anaç bir mahalle ablası tarafı var. Ama işini yaparken tam bir polis.
Eğer ki dikkatimden kaçmamışsa romanın hiçbir yerinde cinayetlerin işlendiği okul isminden bahsetmiyorsunuz. Bunun yanında adı geçen okul tanıdık bir okul havasında anlatılıyor. Neden bu okulu tercih ettiniz? Mesela Kabataş, İstanbul Erkek yahut ne bileyim sizin mezun olduğunuz Galatasaray Lisesi değil de bu okul?
Orada anlattığım benim kuşağımın ortak dramı aslında. Bizler liseyi 80’ler Türkiye’sinde okuduk. Darbenin hemen sonrasıydı. Ülkeyi saran şiddet ve kötülük dolu atmosfer okullara da yansımıştı. Çocuklara dışarıdan bir yerden lümpenlik ve faşizm aşılanıyordu sanki. Bunun polisiye roman için iyi bir arka plan olabileceğini düşündüm.
Şüphesiz bu bir kurgu. Bunun yanında romanda anlatılan bazı lise anıları, lakaplar oldukça canlı ve yaşanmışlık hissi veriyor. Bu roman sizin lise yıllarınızdan izler taşıyor mu?
Romandaki olayların bir kısmına tanık oldum, bir kısmını da başka liselerden mezun arkadaşlarımdan yıllar içinde dinledim. Ortak noktalar hem şaşırtıcı hem de ürkütücüydü. Bugün söz konusu liselerin çoğu o tür hastalıklardan bir şekilde arındılar. Ama bu sefer de günümüz egemenlerinin baskılarıyla uğraşıyorlar.
Romanda her ne kadar ön planda kriminal olaylar anlatılsa da arka planda küçük bir bölümde son derece kırılgan bir aşk hikâyesi ele alınıyor. Üstelik bu aşk hikâyesi iki eşcinsel bireye odaklanıyor. Bu, ana akım Türkiye edebiyatında çok da alışık olduğumuz bir durum değil. Türkiye yapımı dizilerde, filmlerde imtina edilen LGBTİ + algısı edebiyatta kırılmaya mı başladı? Bu konuda ne dersiniz?
Bugünün polisiye edebiyatı artık eskisi gibi değil. Bu türde kalem oynatan çoğu yazar, sosyal konuları gerçekçi bir şekilde anlatmak istiyor. Polisiye yirminci yüzyıldaki toplumcu romanın yerini alıyor. Bende polisiye yazma isteği uyandıran da bu oldu zaten. Haliyle, hayatın içinde ne varsa yansıtmak çok önemli. Perihan'ın yardımcısı Komiser Ayla da kendine göre yönelimleri, güçlü ve zayıf tarafları olan bir insan. Özel hayatını gönlünce yaşamak istiyor. Hepimiz gibi.
Polisiye romanların edebî değeri kimi zaman tartışılmış, bazı eleştirmenler tarafından sanatsal yönü zayıf olmakla suçlanmıştır. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bu aslında artık biraz geçmişte kalmış bir tartışma. Andrea Camilleri, Henning Mankell, Petros Markaris, Ahmet Ümit gibi yazarlar polisiyenin de iyi edebiyat olduğunu dünyaya gösterdiler. Kaldı ki Raymond Chandler, Dashiel Hammett gibi 40’lı yılların Amerikan yazarları da edebi niteliği gayet yüksek polisiyeler yazmışlar. George Simenon da öyle. Zaten o yüzden bugün hâlâ okunuyorlar. Çok sevdiğim Buket Uzuner’in son romanlarında da polisiye unsurlar var.
Ülkemizde okuyucunun polisiye romanla ilişkisi nasıl? Sizce okuyucu bu türe yeterince sahip çıkıyor mu?
Türkiye’de azımsanmayacak sayıda polisiye roman okuru var. Üstelik çok titiz, dikkatli ve zekâya saygı duyan okurlar. Hem yazarın zekâsına hem de kendi zekâlarına. Ama yerli polisiye romanlara şimdilik kuşkuyla yaklaşıyorlar. Daha çok yabancı polisiye okumayı tercih ediyorlar. Çok çalışarak zamanla bunu aşacağımızı umuyorum. Sonuçta ülkemizdeki günlük hayatta suçtan bol bir konu yok.
BİR SANATÇIYA SORDUM: 7 KISA SORU 7 KISA CEVAP
Sinemada izlediğiniz ilk film
Hababam Sınıfı Tatilde.
İlk izlediğiniz tiyatro oyunu
Babamla Ankara Sanat Tiyatrosu’nda “Galileo” oyununu izlemiştim.
İlk satın aldığınız albüm
Michael Jackson’un “Thriller” albümü.
Baştan sona dinlediğiniz son albüm
Flört’ün “Bize Özel” albümü.
Son günlerde dilinize dolanan şarkı
Peyk’in “Don Kafa Don” şarkısı.
Son okuduğunuz kitap
Yoko Ogawa’nın “Hafıza Polisi” romanı.
Gün içinde en çok kullandığınız kelime
Belki.