Prof. Dr. Nâmık Açıkgöz yazdı
Sevgili Kardeşim,
İnternet çıkalı, hiç mektup yazmamıştım. Sana mektup yazarken, eski günleri hatırladım; arkadaşlarıma uzun uzun yazdığım mektuplarım düştü aklıma… Hüzünlendim.
Sevgili Kardeşim,
Duydum ki, çok istediğin türk dili ve edebiyatı Bölümünü kazanmışsın. Hayırlı uğurlu olsun.
Çoktan seçmeli teknikle kazandığın üniversite, tam adıyla bir “evren kent”tir. Köyünden, mahallenden ve sokağından çok farklı bir yerdir “evren kent”. Dünyada ne varsa, “evren kent”te de vardır. Artık yepyeni bir dünyaya açılıyorsun. O dünya, senin geleceğini belirleyecek.
Lisede ve dershanelerde, üniversiteye girinceye kadar öğrendiğin bilgiler sana bir sınav kazandırdı. Sınavdan çıktığın anda unuttuğun o bilgiler, istediğin zaman değiştireceğin bir elbise gibiydi; üniversitede öğreneceğin bilgiler, istediğin zaman çıkaracağın, ertesi sene kullanmayacağın elbise değildir. Üniversitelerde öğreneceğin bilgiler, artık ömür boyu taşıyacağın ve uzviyetinin bir parçası gibi olan bir deridir; kirlendiğinde keselenerek temizleyip tazeleyeceğin bir deri…
Dershanelerde sizlere, yazar adı ve kitap adı ile ilişki kurmak öğretildi. Sen, “Leyla ile Mecnun” dendiğinde çok hızlı bir şekilde “Fuzuli!...” diyebildin. Veya “Beş Şehir adlı eser kimindir?” dendiğinde, “Son kararın mı?” ikazına gerek kalmadan “Ahmet Hamdi Tanpınar!...” dedin. Bunları da bilmen gerekiyordu ama aziz kardeşim, sen bu cevapları verdiğinde, ne Leyla ile Mecnun’u okumuştun, ne de Beş Şehir’i!… İşte üniversite bu kitapları okumanın ve eleştirisinin yapıldığı bir yerdir. Kendini buna göre hazırla.
Aziz Kardeşim,
Derslere başladığında ilk şaşkınlığı eski yazı ile karşılaşınca yaşadın. Sen, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü sadece zevk için, yeni yazılı şiirler, hikâyeler, romanlar okuyacağın bir bölüm zannediyordun ama ilk hafta karşılaştığın Osmanlıca veya Osmanlı Türkçesi dersiyle biraz şaşaladın. Arap harfleri (Doğrusu “Fars harfleri”dir.) sizlere ilkokuldan itibaren “kargacık-burgacık, öğrenmesi zor” bir şey olarak öğretildi ve yanına bir de “irtica-mürteci” yaftası yapıştırıldı. Hiç korkma aziz kardeşim… Öğreneceğin altı-üstü 32 harf ve 3 işaret. 7 yaşındayken 29 harfi öğrenen sen, 18 yaşında 32 harf (Hocalar pek söylemez ama “hemze” garibimi de harf kabul etmek lazım.), 3 işareti (med, keşide, şedde) ve 3 sesi (üstün, esre, ötre) çok rahat öğrenirsin. Şunu asla unutma aziz kardeşim, Türk edebiyatının 900 yılı bu harflerle yazılmıştır. Yani, eski harfli edebî birikimimiz, yeni harfli edebî birikimimizden kat kat fazladır. Sen bu harfleri öğrenince, 900 yıllık bir mazinin anahtarını elde etmiş olacaksın.
Sevgili Kardeşim,
Osmanlıca bahsine gelmişken, seni bekleyen yanlış ve komik okumalar konusunda birkaç örnek vereyim. Eski yazıda, yazılışı aynı ama okunuşu ve anlamı farklı kelimeler vardır. Bazılarının da okunuşları aynı ama anlamları farklıdır. Bu tür kelimelere “homo-gram: aynı yazılışlı kelime” denir.
Bir gün derste, okuma sırası sana geldiğinde, Nedim’in,
“Tâvûslar gibi çemenistâna çık yüri”
mısraını,
“Tâvûslar gibi çemensitâna çık YAVRI”
diye okuyacaksın; hocan ve arkadaşların sana gülecek.
Okuma sırası diğer arkadaşına geldiğinde, gene Nedim’in
“Sıkılma, bezme gel, bîgâne yok da’vetlimiz ancak”
mısraını arkadaşın,
“Sıkılma, bezme, gel, bîgâne yok da’vetlimiz ancak”
diye okuyup, mısradaki “bezme” (eğlence meclisine)yi -başta hazır “Sıkılma!...” da var ya- “bezmek” zannedip “Bezme!...” diye okuyacak. Bu defa sen de güleceksin.
Bu tür yanlış okumalarla daha çoook karşılaşacaksın. “Alev alev yanıyordu”yu, “Alo alo yanıyordu” şeklinde okuyanlar olacak. “Gözü kaldı gönlümün o gözlerde”yi, “Gözü kaldı gönlümün ÖKÜZLERDE” diye, “Tâ’ûna mat’ûn olup diğer-gûn oldı”yı, “Tâ’ûna mat’ûn olup diğer gün öldi” diye okuyanlar olacak. Hep beraber güleceksiniz. Bu gülmelerinizi yıllar sonra tatlı bir tebessümle hatırlayacak, iç geçireceksiniz.
İlerde yapacağın çalışmalarda, “homogram” kelimeler eleştirilmene yol açabilir. (Hangimiz bu tür kelimelerde yanılmadık ki?…) Eleştirilmekten korkma!… Hiç bir şey yapmamaktan kork… Unutma ki, hiç eleştirilmeyenler, hiçbir şey yapmayanlardır.
Aziz Kardeşim,
Mesele matbu eski harfleri öğrenmek ve eski harfli metinleri okumakla kalmıyor. Mutlaka el yazması metinleri de okuyabilmelisin. Klasik edebiyat metinleri daha çok talik ve nesih yazı karakteri ile yazılmıştır; her iki yazı karakterinin her türünü de öğren. Bunların “kırık”ları, “hurde”leri, “mestalik”leri vardır. Tabii, sadece el yazması eser okumakta kullanacağın için değil, estetik bir birikime vâkıf olmak için, hüsn-i hat sanatını da öğren.
Sadece matbu veya el yazması metinleri okumakla iş bitmiyor aziz kardeşim… Okuduğun metinleri anlayıp yorumlamak da çok önemli. Eskiler, bu metinlerin “şerh”ini yapmış… O şerhleri oku. Orada verilen bilgileri öğren ve metin şerh etme yöntemini de öğren ama orada takılıp kalma. Eskiler, beytin arka planındaki birikimi çok güzel anlatmışlar fakat sadece onu yapmışlar. Beyitte anlatılan insan ile pek ilgilememişler mesela. Bazen de o metinleri, daha eski bilgileri sembollerle ifade etmekten ibaret görüp çoğu unutulmuş hikâye ve olayları, ansiklopedik bir bilgi olarak aktarmışlar; metni şiir yapan özelliklere pek temas etmemişlerdir. Gene de yaptıklarından dolayı onlara müteşekkiriz. Bir de, eskiler her beyti, içinde yer aldığı gazel veya kasideden bağımsız olarak, kendi içinde bir bütün olarak görmüşler. Oysa bu beyitler, bir bütünün parçasıdırlar. Her beyit, anlam itibâriyle bir bütündür ama o gazele veya kasideye hâkim olan genel kurgunun bir parçasıdır. Beyitleri, genel kurgudan ayırırsak, metne bütüncül bakmamış oluruz. Eskiler, tabiri caizse, sayfadaki beyte karşıdan başmışlar. Doğru olan, metne sayfanın üst tarafından itibaren bakmak ve her beyitteki yapı ve anlam ilişkisinin rontgenini çıkarmaktır. Bununla “yek-âhenk, yek-âvâz” falan demek istemiyorum. Bunlar basit teknik hususlar. Benim kasdım, metnin rontgenini çıkarmaktır.
Sevgili Kardeşim,
Aruz veznini, sadece açık ve kapalı hecelerin belirli sistemler dâhilinde sıralanışı olarak görme. Eski şairler, aruzu, sınavlarda size sorulsun da bocalayın diye kullanmamışlardır. Aruz’un bir “ses” ve “ezgi” işi olduğunun ve şiirde seslerin ritmik bir şekilde dağılmasını sağladığının bilincinde ol. Biliyor musun, müzikteki ritm (Eskiler buna “usul” derler.) ne ise, şiirdeki vezin de odur. Hemen bir örnek vereyim sana. Bak, Hacı Bayram-ı Veli ne diyor ve nasıl söylüyor:
Noldu bu gönlüm noldu bu gönlüm
Derd ü gamınla doldu bu gönlüm
Yandı bu gönlüm, yandı bu gönlüm
Yanmada derman buldu bu gönlüm
Bu dörtlükteki ritmi hisset kardeşim. Bu şiir “müf te i lâ tün/müf te i lâ tün” vezniyle söylenmiştir. Bu vezin, musikideki “ düm te ke tek tek/düm te ke tek tek” usulü ile aynı ses değerine sâhiptir; yani hem veznin, hem de usulün açıklık-kapalılık sayısı ve sıralaması aynıdır. Bu dörtlüğü ritmik bir şekilde okursan, şiirin anlamına, arkada usulün eşlik ettiğini sezersin. (Sana bir tüyo vereyim: Aruz veznini iyi öğrenirsen, eski yazılı manzum metinleri okurken, ritmi gereği yanlış okumazsın. Yanlış okuduğunda ses seni rahatsız eder. Sesten çıkaramıyorsan, al eline kalemi, vezne göre kontrol et; yanlışlarını düzelttiğini göreceksin. Ama şunu unutma, aruz, yanlış okumaları düzeltme amacıyla ortaya çıkmamıştır. Benim söylediğim, aruz bilmenin “bonus”u.)
Sevgili Kardeşim, bir de edebî sanatlar meselesi vardır. Hiçbir şâir, beytini kurgularken “Şimdi bir mecaz-ı mürsel sanatı yapayım da millet edebî sanat görsün!...” diye veya “Öyle bir edebî sanat yapayım ki, sınavlarda sorulduğunda öğrenciler soğuk terler döksün.” diye söylemez. O, sadece kurgusuna zekâyı yansıtmak ve anlamı herkesten farklı bir şekilde söylemek ister. Klasik şâir, kelimeler arası ilişkide, çoğu zaman başkalarının yaptığı benzetmeleri, telmihleri, istiareleri yapar ama o her zaman, kimsenin kurmadığı kelimeler arası ilişkiyi kurma peşindedir. Fuzulî, boşuna,“Yeni bir mazmun bulmak için sabahlara kadar uğraşıyorum” demiyor. Mesela şâirlerin hemen hepsi, sevgilinin boyunu servi ağacına benzetmiştir ama Nedim fıskıyeden fışkıran suya benzeterek, bir özgünlük sergilemiştir. Bir şair, hilali hançere veya kavun dilimine benzetirken biri de çıkıp at nalına benzetir ki, bu da bir özgün kullanımdır. Son bir örnek daha vereyim: Sevgilinin kaş’ı, genellikle yay’a benzetilir. Bir şâir kaş’ı güvercin kanatlarına veya el-enseye tutuşmuş pehlivanlara benzetirse, diğer şâirlerden farklılaşmış ve özgün bir kurgu yapmış olur.
Sevgili Kardeşim,
Klasik şâirler, iki veya daha çok kelime arasında ilişki kurarken, kelimeler arasında “renk, şekil, muhteva, mahiyet, fonksiyon ve kaligrafik” ilişki kurarlar. Mesela, sevgilinin boyu serviye şekil açısından; yüzü, ay’a renk ve şekil açısından; sevgilinin kutsal olarak görülen yüzü, Kur’an-ı Kerim’e muhteva açısından; gözyaşı, yağmura mahiyet açısından, yan bakış, (gamze) hançere fonksiyon açısından, benzetilir ve “vicdansızlar” ile “vicdan sızlar” arasında kaligrafik açıdan ilişki kurulur. Şunu demek istiyorum aziz kardeşim: Bir beyitteki birkaç kelime, mutlaka anlamı yüklenir ve bu kelimeler arasında mutlaka yukarıda zikrettiğim ilişkiden biri veya bir kaçı vardır. Bir beyitle karşılaştığında ilk soracağın soru, “Bu kelimeler arasında nasıl bir ilişki vardır?” olmalıdır. Beyitte bu sorunun cevabını bulduğun zaman, beytin kapısını aralamışsın demektir. Tabii bu dediklerim “dolaylı anlatımlı şiirler için geçerlidir. “Doğrudan anlatımlı” olan hikemî şiirde, edebîliği doğuran, şâirin bizzat sırrı ve hikmeti keşfetmesidir.
Söz “dolaylı anlatım”a gelmişken, küçük bir tespitte bulunayım. “Dolaylı anlatım”dan kasdım şu: Şâirler kasd ettikleri anlamı, amaçlarını doğrudan ifade eden kelimelerle anlatmayabilirler. Bu durumda lafzen söyledikleri bir alana, kasd ettikleri bir başka alana ait kelimeler olabilir. Yani bu kelimeler, farklı “kelime havzaları”nda yer alabilirler. Mesela şâir, sevgilinin güzelliğini anlatacaksa, yüzü için, din alanından Kur’an-ı Kerim’i; kaş için hüsn-i hat alanından sülüs besmele’yi, göz için gene hüsn-i hat alanından “sad” harfini kullanabilir. Burada önemli olan, insan bedenine ait kelimelerden oluşan “kelime havzası” ile din veya hüsn-i hat alanına, insan bedeni ile hiç ilişkisi olmayan havzalara ait kelimeler arasında zekice bir ilişki kurmaktır. Bunu, Fuzulî’den bir beyitle anlatayım:
Serv serkeşlik kılur kumrî niyâzından meğer
Dâmenin duta ayağına düşe yalvare su
İlk bakışta, Fuzulî’nin bu beyti, bir peyzaj mimarı cümleleri gibi gelir ama buradaki “kumru”nun kul, “servi”nin Allah, “su”yun da Hz.Muhammed yerine kullanıldığını anladığımızda, peyzaj havzasına ait kelimeler, birden din havzasında anlam kazanır. Şâyet şâir, “Kulun niyazlarına olumlu cevap vermesi için, Hz.Muhammed şefâatçi olsun” deseydi, şiir olmaz; vaaz olurdu. Şâir, zekâ kıvılcımıyla, iki ayrı “kelime havzası” arasında ilişki kurarak bir zekâ sıçraması yaşıyor ve yaşatıyor ki, “edebî haz” dediğimiz de aslında bu “zekâ sıçraması”nın verdiği hazdır.
Aziz Kardeşim,
Elbette tek mesele, beyti okumak ve anlamını kavramak değildir. Yukarıda söylemiştim: Yapılan incelemelerde, insan ve duyguları pek işlenmemektedir. Her beyitte, mutlaka bir insanî duygu vardır. Beyti sevdiren ve kalıcı kılan da budur. Mesela Neşatî’nin şu beytine bir bakalım:
Bâğa sensiz bakamam çeşmime âteş görünür
Gül-i handânı değil serv-i hırâmanı bile
Ortalama bir akademisyen, bu beytin veznini ve edebî sanatlarını buldurup “Evreka Evreka!...” diye derslikten fırlamanı bekler. Aziz kardeşim, şairin bu beyti söylemekteki amacı, öğrenciye, vezni ve gül ile ateş arasındaki benzerliği buldurmak değildir. Şair burada rengârenk bir tabiat manzarasının güzelliğini tek başına değil, sevgilisi ile paylaşma isteğinin heyecanını dile getirir. Yani, şair bu beyitte, güzel bir şeyi, en sevilen bir insanla paylaşma mutluluğunu yaşamak dileğini şiirleştirir. Dahası, şair burada “insanî paylaşım mutluluğu”na vurgu yapar.
Bak, 16. asır şairlerinden Enverî de benzer “paylaşım mutluluğu”nu nasıl ifade ediyor:
Nideyin sahn-ı çemen seyrini cânânım yok
Bir yanımca salınır serv-i hırâmânım yok
Şâir, sahn-ı çemen (Bugünki dille “park” diyelim.) güzelliğini sevgilisiyle seyretmek; yani o güzelliği sevgilisiyle paylaşmak istiyor. Yoksa, şâirin amacı, sevgilinin boyu ile salınan servi arasında ilişki kurmak değildir.
Sen sen ol, vezin ve edebî sanatlara takılıp kalma; bunların ötesine gitmeye çalış. İnsansız edebiyat, sadece bir takım seslerden ve kelime oyunlarından ibaret kalır. Mektubumun başında, eski yazı bilmeyi “anahtar”a benzetmiştim; metnin dünyasına girmeyi de “kapıyı aralamak”a benzetebiliriz.
Aziz kardeşim,
Mutlaka Fuzûlî, Bâkî, Nedim, Şeyh Galip divanların olsun. Fuzûl’nin Leylî vü Mecnun mesnevisi ile Şeyh Galip’in Hüsn ü Aşk mesnevisi, elinde bulunsun ve mutlaka oku. Bu iki mesnevi, klasik hikâyeler içinde farklı olan iki eserdir.
Divan ve mesnevilerden başka şuarâ tezkirelerin de olsun. Bizim öğrenciliğimizde tezkire yayını yoktu. Şimdi pek çok tezkire yayınlandı. (Bir ara fırsat bulsam da, vaktiyle Yüksek Lisans tezi olarak hazırladığım Riyâzî tezkiresini de yayınlasam.) Tezkireler, hem eski şairler ile ilgili pek çok biyografik bilgiyi içerir, hayatlarından kesitler verir; hem de bu eserlerde şiir değerlendirmeleri ve poetika yapılır. Bunları okuduğunda, klasik şiir ve şairlerle ilgili pek çok bilgiye sahip olursun.
Sevgili Kardeşim, ders olarak göreceğin edebiyat tarihini, “kuru bilgi ezberleme” olarak algılama. Edebiyat tarihi derslerinde, ansiklopedik bilgiyi, yani her yerde bulabileceğin ezber bilgiyi amaçlaştırma. Bu bilgileri kutsallaştırma. Edebiyat tarihini, bilgi üretme yollarının öğretilmesinde bir araç olarak gör. Edebiyat tarihinde amaç, “Dönem, şahıs, eser, tür ve tematik monografiler” çerçevesinde bilgi üretmektir. “Dönem” derken, mesela “16. yüzyıl edebiyatı”nı kast ediyorum. “Şahıs” derken, mesela Fuzûlî’yi; “eser” derken mesela “Riyâzî Tezkiresi”ni; “tür” derken, mesela “tezkire, mesnevi, gazel”i; “tematik” derken, “Klasik Türk Şiirinde Sevgilinin Kaşı” gibi monografileri kast ediyorum. Bütün bunları birleştirdiğimizde, karşımıza klasik türk edebiyatı Tarihi çıkar. Yoksa bu derslerden amaç, teker teker şair ve eser adlarını, mesnevilerin beyit sayılarını ve vezinlerini ezberlemek değildir. Pek çok kuru malumatı beynine yükleyip boşuna beyin hücresi harcama. Falanca şahıs veya filanca eser ile ilgili bilgileri nerede bulacağını bil, yeter.
Sevgili Kardeşim,
İlk iki yılın biraz harala-gürele ile geçecek. Keşke geleceğini planlama işini daha üniversiteye başlarken, hatta tercihlerini yaparken gerçekleştirmiş olsaydın. Aklın başına üçüncü sınıfın başlarında gelecek ve bir süre kararsız kalacaksın. İçinde, gem vurulmaz heyecanların, ürpertilerin, belki de korkuların baş gösterecek. Mütereddit kalacaksın…. “Ben ne olacağım?” sorusu beynini tırmalayacak günlerce… Sonunda, Klasik Türk Edebiyatı alanında akademik çalışmaya karar vereceksen, yapman gereken şeyler var. El yazısı okumanı geliştirecek, Arapça ve Farsça öğreneceksin. Şayet bölümünüzde Lisans Tezi sistemi varsa, konunu Klasik Edebiyat alanından seçecek ve el yazması bir metin çalışması yapmanın imkânlarını zorlayacaksın.
Aziz Kardeşim,
Lisans Tezini, bilinçli bir şekilde, Klasik Türk Edebiyatı alanından seçtiğin anda, akademik hayata adımını atmışsın demektir. O zaman seni, geniş bir okuma alanı bekliyor. Ali Nihat Tarlan’dan, Mehmet Çavuşoğlu’ndan başlayacak, bu alanda yazılan son esere kadar okumaya çalışacaksın. Herkesi oku; herkesten alacağın bir şeyler vardır. İlerde, kendi yolunu kendin çizeceksin ama hedefin, hocaların gibi olmak değil, Klasik Türk Edebiyatı binasına bir tuğla daha koymak, yeni açılımlar sergilemek olmalıdır.
Sevgili Kardeşim,
4 yıllık Lisans dönemini bitirince Yüksek Lisansa başlayacaksın. Unutma, Yüksek Lisans aşaması, “bilimsel bilgi üretmeyi öğrenme ve uygulama” aşamasıdır. Bu aşamada, “Klasik Türk Edebiyatı alanında, bilgi nasıl üretilir?” sorusunun cevabını bir metin üzerinde çalışarak göstereceksin. Sana tavsiyem, Yüksek Lisansta, mecbur kalmadıkça eski harflerden yeni harflere aktarma ile uğraşma. Bu aşamada, metnin kaligrafik kabuğunu aşıp içine girmeye çalış. “Metin ne diyor; nasıl diyor ve niçin diyor?” sorusunun peşinde koş. Alacağın cevapları sistematik olarak tasnif ederek tutarlı başlıklar altında incele. Amacın asla envanter çıkarmak olmasın. Bununla ne demek istiyorum? Şunu demek istiyorum: Metinden elde edeceğin unsurların dökümünü yapıp elde ettiğin sonucu, mesela bir tablo ile verip “Bu tabloya göre, Nedim’de ‘rakip ve ağyar’ın az bulunduğu dikkat çekmektedir.” deyip sözünü bitirme. Asıl konuşman, yazman gereken yer bu cümleden sonra gelir. Envanterci akademisyenler gibi olma ve “…dikkat çekmektedir.” dedikten sonra, niye dikkat çektiğini anlat. Çünkü bundan sonra, Nedim’de “rakip ve ağyar” kelimelerinin niçin kullanılmadığının izahını yapman lazım. Üretmen gereken bilgi, bu iki kelimenin ve bunların temsil ettiği anlayışın Nedim’de niçin olmadığının tepsiyle ulaşacağın sonuçtur.
Aziz Kardeşim,
Ara sıra kulağına “edisyon-kritik” lafı çalınacak. Laf başlarda sana “kallavi” gelecek ve hatta bazı akademisyenler, bunun kutsal bir iş olduğu konusunda, kendinden geçerek konuşmalar yapacak; sen de bu malumatı gözünde büyüteceksin. Edisyon-kritik dedikleri şey, aynı kitabın birkaç nüshasını bulup bunları karşılaştırarak (Farklı zamanlarda, farklı müstensihlerce istinsah edildiklerinden, bazı kısımlar çıkarılmış, bazı kelimeler değiştirilmiş olabilir.) yeni bir metin oluşturmaktır. Böyle bir çalışma, alanımız için gereklidir ama bunu yapabilen kişi, Klasik Edebiyat alanında “bilgi üreten kişi” olmaz; sadece, o kitabın yeni bir nüshasını oluşturan “müstensih” olur. Yani, bu iş teknik bir iştir. Yorumu gerektirmez; şiirin dünyasına sokmaz; şiire hayatiyet kazandırmaz. Eski yazıyı öğrenerek açtığın kapıyı aralaman ve içeri girebilmen, sana yeni bir hayat alanı açacaktır. Sadece edisyon-kritiğe takılıp kalırsan, evin içine giremezsin. Edisyon-kritik, gerek şarttır; yeter şart değil. Edisyon-kritikçilik, basit bir uzmanlıktır; metnin içine girmek, o dünyayı sorgulamak ve yeni cevaplar bulmak ise mühendisliktir. Basit bir iş olduğu için ben “edisyon-kritik”e, “edisyon-kıytırık” diyorum.
Sevgili Kardeşim,
Akademik hayata girenin, yol haritası bellidir ve bunun son aşaması Doktora’dır. Doktora, bütün dünyada “bilgi üretme yetkisi kazanma” demektir. Bu ünvanı aldın mı, dünyanın her yerinde, sana bilgi üretmek için imkân tanınır. Doktora diploması, bilimsel pasaport gibidir. Ayrıca Doktora aşaması, bir akademisyenin danışmanlığında, bilgi üretmeyi olgunlaştıracağın son aşamadır. Bu aşamada, her sıkıntını, her açmazını danışman akademisyeninle tartışarak giderebilirsin. Benzetmek gerekirse, yuvadan uçmadan önceki son anlarındır bu aşama. O yüzden kıymetini bil, bu zamanları iyi değerlendir.
Yüksek Lisansta bilginin nasıl üretileceğini uygulamalı olarak öğrenmiştin; doktorada amacın bilgi üretmektir. Bu bilgi “bilimsel bilgi”, (epistemolojik bilgi, knowledge) demektir; “malumat” (information) değil.
Doktora yaparken, yoğunlaşacağın şey, “bilgi üretmek”tir; Lisansta, Yüksek Lisansta öğrendiklerinin tekrarı değil. Şayet doktora hocan, senin bildiklerini tekrar ediyorsa, uygun bir dille, hocana bunları bildiğini söyle ve sana yeni ufuklar açacak, yeni bilgiler üretmeni sağlayacak konulara yelken açmasını sağla. Unutma, doktora diploması bilimsel pasaport ise, hocanın imzası da o pasaportun mührüdür. Güvenilirliği ve kredibilitesi yüksek akademisyenlerle doktora yap.
Doktora aşamasında, hocalar sadece sana fikir verir ve ufuk açar; asıl işin büyüğü sana kalır. Sen verilen fikir ve açılan ufukla yeni bakış açılarına, yeni bilgilere ve yeni terimlere kanat çırparsın.
Doktora tezinde de, envanter cetveli çıkarma; derlediğin bilgilerin o metinde, o şahısta, o devirde, o türde niçin yer aldığını izah et.
Gerek Yüksel Lisans ve gerekse doktora tezinde, senin ileri sürdüğün bir “tez”in olsun ve bunları kitap olarak bastıracakmış, insan içine çıkacakmış gibi hazırla; raflarda kalacakmış gibi değil. Bugün kütüphane rafları, ölü tezler mezarlığı gibidir.
Sevgili Kardeşim,
Biraz da üsluptan söz edeyim sana…
Tezlerinde, teknik olarak objektif bir dil kullan. Mesela “Büyük şairimiz Fuzûlî…” veya “edebiyatımızda” veyahut da “Şöyle bir sonuca vardım.” gibi kullanımlardan sakın. Bunların yerine sadece “Fuzulî”, “Türk Edebiyatında”, “Şöyle bir sonuca varılmıştır.” şeklinde yaz.
Bir sonuca ulaştığında, şimdilik kesin hüküm verme. “Şöyle olduğu görülmektedir.” yerine, “Şöyle olduğu söylenebilir.” diye yaz. Kesin hükümleri, ilerde, kaprissiz akademisyenlerle karşılaşmayacağın zamanlarda verirsin.
Sevgili Kardeşim,
Edebiyatçı, hele de Klasik Edebiyatçı, sadece metinlerle uğraşmaz. Klasik Edebiyat, klasik kültürün bir parçasıdır. Mimari, musiki, tezhip, minyatür, ebru, hüsn-i hat, ciltçilik gibi klasik sanatlardan da haberin olsun ki, klasik kültür bütünlüğünü kavra. Bunlardan da haberdar olduğun vakit, şiirin veznindeki simetri ile mimarideki, tezhipteki simetriyi veya musikideki usul benzerliğini keşfedeceksin. Bu özelliğin, emsalin içinde sana mümtaziyet ve farklılık kazandıracaktır.
Sevgili Kardeşim,
Buraya kadar hep klasik edebiyatın akademik boyutundan söz ettim. Klasik edebiyat sadece akademik araştırma malzemesi değildir. Özellikle klasik şiir, saf şiirdir. Şiirin usaresi, kelimelerle damıtılmış, usta şairlerde kurgulama çok zekice ve büyülü bir şekilde yapılmıştır. Bu şiirleri okurken, keşfetmenin ve büyünün hazzını da almaya bak… Tezkirecilerin “muhayyel, pür-hayâl, hayâl-engîz” dediği şiirlerdeki imge kıvılcımları ruhuna da sıçrasın. Klasik şiir, Cumhuriyet dönemi şiirinde olduğu gibi ideolojik kompartmanlaşmaya uğramamıştır. Hiçbir şair sana propaganda yapmaya kalkmaz; rahat ol….
Aziz Kardeşim,
Okuduğun gibi, mektubumun bu kısmına kadar, sana akademik yolun özelliklerinden, dünün büyülü edebiyat dünyasını, gül ile bülbülün hikâyesini yarına taşımaktan söz ettim. Şimdi, müsaadenle, biraz da “şahsiyet”ten söz edeyim.
4 yıl Lisans, 2-3 yıl Yüksek Lisans, 4-5 yıl da doktora… Etti mi 12-13 yıl?… 13 yıl, bir insan ömrü için az değildir. Bu yıllarda, şahsiyetini geliştirip kurmaya da gayret et. Unutma ki, bir bilim adamının, bilgisi kadar şahsiyeti de önemlidir. Senin şahsiyetini kendisine benzetmeye çalışacak, bunun için seni zorlayacak ve ezecek akademisyenler olabilir. Hatta sosyal ilişkilerine bile müdahale eden hocalar olabilir… Asla bunlara taviz verme!… Sana şahsiyetini kurma özgürlüğü verecek hocalarla çalış ve bütün akademik hayat boyunca, hep ve sadece kendin ol!… Unutma ki, başkalarının gölgesinde olanların, kendi gölgesi olmaz.
Aziz kardeşim,
Tahsilinin her aşamasında mutlaka bir şeyler yaz… Kalemin güçlensin ve kendi üslubunu kur. Yazmazsan üslubunu kuramazsın ve tezlerini yazarken de zorluk çekersin. Muhtelif yazıların, kalemini bilemene yardımcı olacaktır. (Bilgisayarlar yüzünden, “kalem bileme” sözü de ilerde tarih olacaktır.) Ama bilimsel metin ama hikâye ama deneme veya şiir… Mutlaka yaz!… Bizde “edebiyat” sözünü “edeb”den getirip onu da “ahlak”la ilişkilendirenlere aldırma. Bu söz, “kelimeleri belirli kurallar çerçevesinde bir araya getirmek” anlamıyla, müstear bir kullanımdır. Batıda bu kelime “littera”dan gelir ve “yazma” eylemine vurgu yapar. Sen, kelimeleri, kurallarına göre, şiirse şiir kurallarına, deneme ise deneme kurallarına, bilimsel yazı ise bilimsel yazı kurallarına göre bir araya getirerek üslubunu kur. Yazılarında, yepyeni, dipdiri ve dinamik bir dil kullan. Bununla “arı dil”i kasd etmediğimi, anlamışsındır. Cümlelerin berrak, anlamları keskin ve üslubun dinamik olsun.
Sevgili Kardeşim,
Sana biraz da hayattan ve hayatın gerçeklerinden söz edeyim…
Biz edebiyat bilimi ile uğraşanlar, genellikle dar gelirli aile çocuklarıyızdır. Çoğumuz köylü veya kenar mahallelidir. En kabadayımız memur veya esnaf çocuğudur. İçimizde, şehir sosyetesinden veya burjuvadan gelen pek yoktur. Üniversite tahsili yapmakla önümüze açılacak imkânları fark ettiğimizde, amacımız sadece sınıf atlamak olmamalıdır. Klasik Türk Edebiyatı ile ilgili sorularımız ve sorunlarımız varsa bu işe girmeliyiz. Bunu yaparken, bir oryantalist gibi de davranmamalıyız. Maalesef atalarımızın edebiyatı ile aramıza uçurum açıldı, yüksek duvarlar örüldü. Akademik hayata, bu uçurumları kapatmak ve duvarları ortadan kaldırmak için intisap etmeliyiz.
Sevgili Kardeşim,
12-13 yıllık bir tahsil hayatı az değildir. Bu zaman süresince hayattan da kopma. Hobilerin olsun ve bilimsel çalışmalar dışında, kendine ve ailene de vakit ayır. (Öyle ya… Gelmişsin 30 yaşına… Hâlâ bekâr kalacak değilsin ya. Bu arada evleneceksin; çoluk çocuğa karışacaksın. Ödemen gereken ev kiran ve taksitlerin olacak. Neyse… Ev kirasından ve taksitten söz edip moralini bozmayayım.)
Sevgili Kardeşim,
Yüksek Lisans ve Doktora yapmak, dervişin inzivaya çekilmesi veya çileye girmesi gibidir. Dervişin inziva veya çilesi, onun ruhunu arındırır ve yüceltir. Doktora da insana bilimsel keşif yapacak birikimi sağlar. İkisi de çilelidir. Bu çileli yolu seçtiğin için seni alnından öpüyorum.
Aziz Kardeşim,
Bizler, “Bu dünyadan göçer olduk/Kalanlara selam olsun” veya “İşte geldik gidiyoruz/Şen olasın Halep şehri” diyerek; oldu olacak bir de klasik şiirden, Nâilî’den bir beyit söyleyelim: “Mestâne nukûş-ı suver-i âleme baktık/ Her birini bir özge temâşâ ile geçtik” diyerek çekip gideceğiz.
Canım kardeşim,
Senden cevap beklemiyorum. Bana vereceğin en güzel cevap alanımızda ürettiğin bilgiler, güçlü bir şahsiyet ve yaşadığın mutlu bir hayattır. Bu fani dünyada benimle karşılaşmayabilirsin. Şayet bu mektubum sana olumlu bir katkı sağlamışsa ve ille de benimle tanışmak, konuşmak istiyorsan, mahşer günü, yüksek bir yerde “Hüma kuşu” türküsünü söyleyen birini göreceksin… İşte o benim… Gel konuşalım…
Bu mektubu sana, 2012 yılının soğuk bir Ocak gecesi Muğla’dan yazıyorum. Dışarısı soğuk ama sana yazdığım bu mektup içimi ısıtıyor. İnşallah senin de içini ısıtır.
Allah’a emanet ol.
Gözlerinden öperim sevgili Kardeşim.
Sevgili Kardeşim,
İnternet çıkalı, hiç mektup yazmamıştım. Sana mektup yazarken, eski günleri hatırladım; arkadaşlarıma uzun uzun yazdığım mektuplarım düştü aklıma… Hüzünlendim.
Sevgili Kardeşim,
Duydum ki, çok istediğin türk dili ve edebiyatı Bölümünü kazanmışsın. Hayırlı uğurlu olsun.
Çoktan seçmeli teknikle kazandığın üniversite, tam adıyla bir “evren kent”tir. Köyünden, mahallenden ve sokağından çok farklı bir yerdir “evren kent”. Dünyada ne varsa, “evren kent”te de vardır. Artık yepyeni bir dünyaya açılıyorsun. O dünya, senin geleceğini belirleyecek.
Lisede ve dershanelerde, üniversiteye girinceye kadar öğrendiğin bilgiler sana bir sınav kazandırdı. Sınavdan çıktığın anda unuttuğun o bilgiler, istediğin zaman değiştireceğin bir elbise gibiydi; üniversitede öğreneceğin bilgiler, istediğin zaman çıkaracağın, ertesi sene kullanmayacağın elbise değildir. Üniversitelerde öğreneceğin bilgiler, artık ömür boyu taşıyacağın ve uzviyetinin bir parçası gibi olan bir deridir; kirlendiğinde keselenerek temizleyip tazeleyeceğin bir deri…
Dershanelerde sizlere, yazar adı ve kitap adı ile ilişki kurmak öğretildi. Sen, “Leyla ile Mecnun” dendiğinde çok hızlı bir şekilde “Fuzuli!...” diyebildin. Veya “Beş Şehir adlı eser kimindir?” dendiğinde, “Son kararın mı?” ikazına gerek kalmadan “Ahmet Hamdi Tanpınar!...” dedin. Bunları da bilmen gerekiyordu ama aziz kardeşim, sen bu cevapları verdiğinde, ne Leyla ile Mecnun’u okumuştun, ne de Beş Şehir’i!… İşte üniversite bu kitapları okumanın ve eleştirisinin yapıldığı bir yerdir. Kendini buna göre hazırla.
Aziz Kardeşim,
Derslere başladığında ilk şaşkınlığı eski yazı ile karşılaşınca yaşadın. Sen, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü sadece zevk için, yeni yazılı şiirler, hikâyeler, romanlar okuyacağın bir bölüm zannediyordun ama ilk hafta karşılaştığın Osmanlıca veya Osmanlı Türkçesi dersiyle biraz şaşaladın. Arap harfleri (Doğrusu “Fars harfleri”dir.) sizlere ilkokuldan itibaren “kargacık-burgacık, öğrenmesi zor” bir şey olarak öğretildi ve yanına bir de “irtica-mürteci” yaftası yapıştırıldı. Hiç korkma aziz kardeşim… Öğreneceğin altı-üstü 32 harf ve 3 işaret. 7 yaşındayken 29 harfi öğrenen sen, 18 yaşında 32 harf (Hocalar pek söylemez ama “hemze” garibimi de harf kabul etmek lazım.), 3 işareti (med, keşide, şedde) ve 3 sesi (üstün, esre, ötre) çok rahat öğrenirsin. Şunu asla unutma aziz kardeşim, Türk edebiyatının 900 yılı bu harflerle yazılmıştır. Yani, eski harfli edebî birikimimiz, yeni harfli edebî birikimimizden kat kat fazladır. Sen bu harfleri öğrenince, 900 yıllık bir mazinin anahtarını elde etmiş olacaksın.
Sevgili Kardeşim,
Osmanlıca bahsine gelmişken, seni bekleyen yanlış ve komik okumalar konusunda birkaç örnek vereyim. Eski yazıda, yazılışı aynı ama okunuşu ve anlamı farklı kelimeler vardır. Bazılarının da okunuşları aynı ama anlamları farklıdır. Bu tür kelimelere “homo-gram: aynı yazılışlı kelime” denir.
Bir gün derste, okuma sırası sana geldiğinde, Nedim’in,
“Tâvûslar gibi çemenistâna çık yüri”
mısraını,
“Tâvûslar gibi çemensitâna çık YAVRI”
diye okuyacaksın; hocan ve arkadaşların sana gülecek.
Okuma sırası diğer arkadaşına geldiğinde, gene Nedim’in
“Sıkılma, bezme gel, bîgâne yok da’vetlimiz ancak”
mısraını arkadaşın,
“Sıkılma, bezme, gel, bîgâne yok da’vetlimiz ancak”
diye okuyup, mısradaki “bezme” (eğlence meclisine)yi -başta hazır “Sıkılma!...” da var ya- “bezmek” zannedip “Bezme!...” diye okuyacak. Bu defa sen de güleceksin.
Bu tür yanlış okumalarla daha çoook karşılaşacaksın. “Alev alev yanıyordu”yu, “Alo alo yanıyordu” şeklinde okuyanlar olacak. “Gözü kaldı gönlümün o gözlerde”yi, “Gözü kaldı gönlümün ÖKÜZLERDE” diye, “Tâ’ûna mat’ûn olup diğer-gûn oldı”yı, “Tâ’ûna mat’ûn olup diğer gün öldi” diye okuyanlar olacak. Hep beraber güleceksiniz. Bu gülmelerinizi yıllar sonra tatlı bir tebessümle hatırlayacak, iç geçireceksiniz.
İlerde yapacağın çalışmalarda, “homogram” kelimeler eleştirilmene yol açabilir. (Hangimiz bu tür kelimelerde yanılmadık ki?…) Eleştirilmekten korkma!… Hiç bir şey yapmamaktan kork… Unutma ki, hiç eleştirilmeyenler, hiçbir şey yapmayanlardır.
Aziz Kardeşim,
Mesele matbu eski harfleri öğrenmek ve eski harfli metinleri okumakla kalmıyor. Mutlaka el yazması metinleri de okuyabilmelisin. Klasik edebiyat metinleri daha çok talik ve nesih yazı karakteri ile yazılmıştır; her iki yazı karakterinin her türünü de öğren. Bunların “kırık”ları, “hurde”leri, “mestalik”leri vardır. Tabii, sadece el yazması eser okumakta kullanacağın için değil, estetik bir birikime vâkıf olmak için, hüsn-i hat sanatını da öğren.
Sadece matbu veya el yazması metinleri okumakla iş bitmiyor aziz kardeşim… Okuduğun metinleri anlayıp yorumlamak da çok önemli. Eskiler, bu metinlerin “şerh”ini yapmış… O şerhleri oku. Orada verilen bilgileri öğren ve metin şerh etme yöntemini de öğren ama orada takılıp kalma. Eskiler, beytin arka planındaki birikimi çok güzel anlatmışlar fakat sadece onu yapmışlar. Beyitte anlatılan insan ile pek ilgilememişler mesela. Bazen de o metinleri, daha eski bilgileri sembollerle ifade etmekten ibaret görüp çoğu unutulmuş hikâye ve olayları, ansiklopedik bir bilgi olarak aktarmışlar; metni şiir yapan özelliklere pek temas etmemişlerdir. Gene de yaptıklarından dolayı onlara müteşekkiriz. Bir de, eskiler her beyti, içinde yer aldığı gazel veya kasideden bağımsız olarak, kendi içinde bir bütün olarak görmüşler. Oysa bu beyitler, bir bütünün parçasıdırlar. Her beyit, anlam itibâriyle bir bütündür ama o gazele veya kasideye hâkim olan genel kurgunun bir parçasıdır. Beyitleri, genel kurgudan ayırırsak, metne bütüncül bakmamış oluruz. Eskiler, tabiri caizse, sayfadaki beyte karşıdan başmışlar. Doğru olan, metne sayfanın üst tarafından itibaren bakmak ve her beyitteki yapı ve anlam ilişkisinin rontgenini çıkarmaktır. Bununla “yek-âhenk, yek-âvâz” falan demek istemiyorum. Bunlar basit teknik hususlar. Benim kasdım, metnin rontgenini çıkarmaktır.
Sevgili Kardeşim,
Aruz veznini, sadece açık ve kapalı hecelerin belirli sistemler dâhilinde sıralanışı olarak görme. Eski şairler, aruzu, sınavlarda size sorulsun da bocalayın diye kullanmamışlardır. Aruz’un bir “ses” ve “ezgi” işi olduğunun ve şiirde seslerin ritmik bir şekilde dağılmasını sağladığının bilincinde ol. Biliyor musun, müzikteki ritm (Eskiler buna “usul” derler.) ne ise, şiirdeki vezin de odur. Hemen bir örnek vereyim sana. Bak, Hacı Bayram-ı Veli ne diyor ve nasıl söylüyor:
Noldu bu gönlüm noldu bu gönlüm
Derd ü gamınla doldu bu gönlüm
Yandı bu gönlüm, yandı bu gönlüm
Yanmada derman buldu bu gönlüm
Bu dörtlükteki ritmi hisset kardeşim. Bu şiir “müf te i lâ tün/müf te i lâ tün” vezniyle söylenmiştir. Bu vezin, musikideki “ düm te ke tek tek/düm te ke tek tek” usulü ile aynı ses değerine sâhiptir; yani hem veznin, hem de usulün açıklık-kapalılık sayısı ve sıralaması aynıdır. Bu dörtlüğü ritmik bir şekilde okursan, şiirin anlamına, arkada usulün eşlik ettiğini sezersin. (Sana bir tüyo vereyim: Aruz veznini iyi öğrenirsen, eski yazılı manzum metinleri okurken, ritmi gereği yanlış okumazsın. Yanlış okuduğunda ses seni rahatsız eder. Sesten çıkaramıyorsan, al eline kalemi, vezne göre kontrol et; yanlışlarını düzelttiğini göreceksin. Ama şunu unutma, aruz, yanlış okumaları düzeltme amacıyla ortaya çıkmamıştır. Benim söylediğim, aruz bilmenin “bonus”u.)
Hacı Bayram-ı Veli
Sevgili Kardeşim, bir de edebî sanatlar meselesi vardır. Hiçbir şâir, beytini kurgularken “Şimdi bir mecaz-ı mürsel sanatı yapayım da millet edebî sanat görsün!...” diye veya “Öyle bir edebî sanat yapayım ki, sınavlarda sorulduğunda öğrenciler soğuk terler döksün.” diye söylemez. O, sadece kurgusuna zekâyı yansıtmak ve anlamı herkesten farklı bir şekilde söylemek ister. Klasik şâir, kelimeler arası ilişkide, çoğu zaman başkalarının yaptığı benzetmeleri, telmihleri, istiareleri yapar ama o her zaman, kimsenin kurmadığı kelimeler arası ilişkiyi kurma peşindedir. Fuzulî, boşuna,“Yeni bir mazmun bulmak için sabahlara kadar uğraşıyorum” demiyor. Mesela şâirlerin hemen hepsi, sevgilinin boyunu servi ağacına benzetmiştir ama Nedim fıskıyeden fışkıran suya benzeterek, bir özgünlük sergilemiştir. Bir şair, hilali hançere veya kavun dilimine benzetirken biri de çıkıp at nalına benzetir ki, bu da bir özgün kullanımdır. Son bir örnek daha vereyim: Sevgilinin kaş’ı, genellikle yay’a benzetilir. Bir şâir kaş’ı güvercin kanatlarına veya el-enseye tutuşmuş pehlivanlara benzetirse, diğer şâirlerden farklılaşmış ve özgün bir kurgu yapmış olur.
Fuzuli
Sevgili Kardeşim,
Klasik şâirler, iki veya daha çok kelime arasında ilişki kurarken, kelimeler arasında “renk, şekil, muhteva, mahiyet, fonksiyon ve kaligrafik” ilişki kurarlar. Mesela, sevgilinin boyu serviye şekil açısından; yüzü, ay’a renk ve şekil açısından; sevgilinin kutsal olarak görülen yüzü, Kur’an-ı Kerim’e muhteva açısından; gözyaşı, yağmura mahiyet açısından, yan bakış, (gamze) hançere fonksiyon açısından, benzetilir ve “vicdansızlar” ile “vicdan sızlar” arasında kaligrafik açıdan ilişki kurulur. Şunu demek istiyorum aziz kardeşim: Bir beyitteki birkaç kelime, mutlaka anlamı yüklenir ve bu kelimeler arasında mutlaka yukarıda zikrettiğim ilişkiden biri veya bir kaçı vardır. Bir beyitle karşılaştığında ilk soracağın soru, “Bu kelimeler arasında nasıl bir ilişki vardır?” olmalıdır. Beyitte bu sorunun cevabını bulduğun zaman, beytin kapısını aralamışsın demektir. Tabii bu dediklerim “dolaylı anlatımlı şiirler için geçerlidir. “Doğrudan anlatımlı” olan hikemî şiirde, edebîliği doğuran, şâirin bizzat sırrı ve hikmeti keşfetmesidir.
Söz “dolaylı anlatım”a gelmişken, küçük bir tespitte bulunayım. “Dolaylı anlatım”dan kasdım şu: Şâirler kasd ettikleri anlamı, amaçlarını doğrudan ifade eden kelimelerle anlatmayabilirler. Bu durumda lafzen söyledikleri bir alana, kasd ettikleri bir başka alana ait kelimeler olabilir. Yani bu kelimeler, farklı “kelime havzaları”nda yer alabilirler. Mesela şâir, sevgilinin güzelliğini anlatacaksa, yüzü için, din alanından Kur’an-ı Kerim’i; kaş için hüsn-i hat alanından sülüs besmele’yi, göz için gene hüsn-i hat alanından “sad” harfini kullanabilir. Burada önemli olan, insan bedenine ait kelimelerden oluşan “kelime havzası” ile din veya hüsn-i hat alanına, insan bedeni ile hiç ilişkisi olmayan havzalara ait kelimeler arasında zekice bir ilişki kurmaktır. Bunu, Fuzulî’den bir beyitle anlatayım:
Serv serkeşlik kılur kumrî niyâzından meğer
Dâmenin duta ayağına düşe yalvare su
İlk bakışta, Fuzulî’nin bu beyti, bir peyzaj mimarı cümleleri gibi gelir ama buradaki “kumru”nun kul, “servi”nin Allah, “su”yun da Hz.Muhammed yerine kullanıldığını anladığımızda, peyzaj havzasına ait kelimeler, birden din havzasında anlam kazanır. Şâyet şâir, “Kulun niyazlarına olumlu cevap vermesi için, Hz.Muhammed şefâatçi olsun” deseydi, şiir olmaz; vaaz olurdu. Şâir, zekâ kıvılcımıyla, iki ayrı “kelime havzası” arasında ilişki kurarak bir zekâ sıçraması yaşıyor ve yaşatıyor ki, “edebî haz” dediğimiz de aslında bu “zekâ sıçraması”nın verdiği hazdır.
Aziz Kardeşim,
Elbette tek mesele, beyti okumak ve anlamını kavramak değildir. Yukarıda söylemiştim: Yapılan incelemelerde, insan ve duyguları pek işlenmemektedir. Her beyitte, mutlaka bir insanî duygu vardır. Beyti sevdiren ve kalıcı kılan da budur. Mesela Neşatî’nin şu beytine bir bakalım:
Bâğa sensiz bakamam çeşmime âteş görünür
Gül-i handânı değil serv-i hırâmanı bile
Ortalama bir akademisyen, bu beytin veznini ve edebî sanatlarını buldurup “Evreka Evreka!...” diye derslikten fırlamanı bekler. Aziz kardeşim, şairin bu beyti söylemekteki amacı, öğrenciye, vezni ve gül ile ateş arasındaki benzerliği buldurmak değildir. Şair burada rengârenk bir tabiat manzarasının güzelliğini tek başına değil, sevgilisi ile paylaşma isteğinin heyecanını dile getirir. Yani, şair bu beyitte, güzel bir şeyi, en sevilen bir insanla paylaşma mutluluğunu yaşamak dileğini şiirleştirir. Dahası, şair burada “insanî paylaşım mutluluğu”na vurgu yapar.
Bak, 16. asır şairlerinden Enverî de benzer “paylaşım mutluluğu”nu nasıl ifade ediyor:
Nideyin sahn-ı çemen seyrini cânânım yok
Bir yanımca salınır serv-i hırâmânım yok
Şâir, sahn-ı çemen (Bugünki dille “park” diyelim.) güzelliğini sevgilisiyle seyretmek; yani o güzelliği sevgilisiyle paylaşmak istiyor. Yoksa, şâirin amacı, sevgilinin boyu ile salınan servi arasında ilişki kurmak değildir.
Sen sen ol, vezin ve edebî sanatlara takılıp kalma; bunların ötesine gitmeye çalış. İnsansız edebiyat, sadece bir takım seslerden ve kelime oyunlarından ibaret kalır. Mektubumun başında, eski yazı bilmeyi “anahtar”a benzetmiştim; metnin dünyasına girmeyi de “kapıyı aralamak”a benzetebiliriz.
Aziz kardeşim,
Mutlaka Fuzûlî, Bâkî, Nedim, Şeyh Galip divanların olsun. Fuzûl’nin Leylî vü Mecnun mesnevisi ile Şeyh Galip’in Hüsn ü Aşk mesnevisi, elinde bulunsun ve mutlaka oku. Bu iki mesnevi, klasik hikâyeler içinde farklı olan iki eserdir.
Bâkî
Divan ve mesnevilerden başka şuarâ tezkirelerin de olsun. Bizim öğrenciliğimizde tezkire yayını yoktu. Şimdi pek çok tezkire yayınlandı. (Bir ara fırsat bulsam da, vaktiyle Yüksek Lisans tezi olarak hazırladığım Riyâzî tezkiresini de yayınlasam.) Tezkireler, hem eski şairler ile ilgili pek çok biyografik bilgiyi içerir, hayatlarından kesitler verir; hem de bu eserlerde şiir değerlendirmeleri ve poetika yapılır. Bunları okuduğunda, klasik şiir ve şairlerle ilgili pek çok bilgiye sahip olursun.
Sevgili Kardeşim, ders olarak göreceğin edebiyat tarihini, “kuru bilgi ezberleme” olarak algılama. Edebiyat tarihi derslerinde, ansiklopedik bilgiyi, yani her yerde bulabileceğin ezber bilgiyi amaçlaştırma. Bu bilgileri kutsallaştırma. Edebiyat tarihini, bilgi üretme yollarının öğretilmesinde bir araç olarak gör. Edebiyat tarihinde amaç, “Dönem, şahıs, eser, tür ve tematik monografiler” çerçevesinde bilgi üretmektir. “Dönem” derken, mesela “16. yüzyıl edebiyatı”nı kast ediyorum. “Şahıs” derken, mesela Fuzûlî’yi; “eser” derken mesela “Riyâzî Tezkiresi”ni; “tür” derken, mesela “tezkire, mesnevi, gazel”i; “tematik” derken, “Klasik Türk Şiirinde Sevgilinin Kaşı” gibi monografileri kast ediyorum. Bütün bunları birleştirdiğimizde, karşımıza klasik türk edebiyatı Tarihi çıkar. Yoksa bu derslerden amaç, teker teker şair ve eser adlarını, mesnevilerin beyit sayılarını ve vezinlerini ezberlemek değildir. Pek çok kuru malumatı beynine yükleyip boşuna beyin hücresi harcama. Falanca şahıs veya filanca eser ile ilgili bilgileri nerede bulacağını bil, yeter.
Sevgili Kardeşim,
İlk iki yılın biraz harala-gürele ile geçecek. Keşke geleceğini planlama işini daha üniversiteye başlarken, hatta tercihlerini yaparken gerçekleştirmiş olsaydın. Aklın başına üçüncü sınıfın başlarında gelecek ve bir süre kararsız kalacaksın. İçinde, gem vurulmaz heyecanların, ürpertilerin, belki de korkuların baş gösterecek. Mütereddit kalacaksın…. “Ben ne olacağım?” sorusu beynini tırmalayacak günlerce… Sonunda, Klasik Türk Edebiyatı alanında akademik çalışmaya karar vereceksen, yapman gereken şeyler var. El yazısı okumanı geliştirecek, Arapça ve Farsça öğreneceksin. Şayet bölümünüzde Lisans Tezi sistemi varsa, konunu Klasik Edebiyat alanından seçecek ve el yazması bir metin çalışması yapmanın imkânlarını zorlayacaksın.
Aziz Kardeşim,
Lisans Tezini, bilinçli bir şekilde, Klasik Türk Edebiyatı alanından seçtiğin anda, akademik hayata adımını atmışsın demektir. O zaman seni, geniş bir okuma alanı bekliyor. Ali Nihat Tarlan’dan, Mehmet Çavuşoğlu’ndan başlayacak, bu alanda yazılan son esere kadar okumaya çalışacaksın. Herkesi oku; herkesten alacağın bir şeyler vardır. İlerde, kendi yolunu kendin çizeceksin ama hedefin, hocaların gibi olmak değil, Klasik Türk Edebiyatı binasına bir tuğla daha koymak, yeni açılımlar sergilemek olmalıdır.
Sevgili Kardeşim,
4 yıllık Lisans dönemini bitirince Yüksek Lisansa başlayacaksın. Unutma, Yüksek Lisans aşaması, “bilimsel bilgi üretmeyi öğrenme ve uygulama” aşamasıdır. Bu aşamada, “Klasik Türk Edebiyatı alanında, bilgi nasıl üretilir?” sorusunun cevabını bir metin üzerinde çalışarak göstereceksin. Sana tavsiyem, Yüksek Lisansta, mecbur kalmadıkça eski harflerden yeni harflere aktarma ile uğraşma. Bu aşamada, metnin kaligrafik kabuğunu aşıp içine girmeye çalış. “Metin ne diyor; nasıl diyor ve niçin diyor?” sorusunun peşinde koş. Alacağın cevapları sistematik olarak tasnif ederek tutarlı başlıklar altında incele. Amacın asla envanter çıkarmak olmasın. Bununla ne demek istiyorum? Şunu demek istiyorum: Metinden elde edeceğin unsurların dökümünü yapıp elde ettiğin sonucu, mesela bir tablo ile verip “Bu tabloya göre, Nedim’de ‘rakip ve ağyar’ın az bulunduğu dikkat çekmektedir.” deyip sözünü bitirme. Asıl konuşman, yazman gereken yer bu cümleden sonra gelir. Envanterci akademisyenler gibi olma ve “…dikkat çekmektedir.” dedikten sonra, niye dikkat çektiğini anlat. Çünkü bundan sonra, Nedim’de “rakip ve ağyar” kelimelerinin niçin kullanılmadığının izahını yapman lazım. Üretmen gereken bilgi, bu iki kelimenin ve bunların temsil ettiği anlayışın Nedim’de niçin olmadığının tepsiyle ulaşacağın sonuçtur.
Aziz Kardeşim,
Ara sıra kulağına “edisyon-kritik” lafı çalınacak. Laf başlarda sana “kallavi” gelecek ve hatta bazı akademisyenler, bunun kutsal bir iş olduğu konusunda, kendinden geçerek konuşmalar yapacak; sen de bu malumatı gözünde büyüteceksin. Edisyon-kritik dedikleri şey, aynı kitabın birkaç nüshasını bulup bunları karşılaştırarak (Farklı zamanlarda, farklı müstensihlerce istinsah edildiklerinden, bazı kısımlar çıkarılmış, bazı kelimeler değiştirilmiş olabilir.) yeni bir metin oluşturmaktır. Böyle bir çalışma, alanımız için gereklidir ama bunu yapabilen kişi, Klasik Edebiyat alanında “bilgi üreten kişi” olmaz; sadece, o kitabın yeni bir nüshasını oluşturan “müstensih” olur. Yani, bu iş teknik bir iştir. Yorumu gerektirmez; şiirin dünyasına sokmaz; şiire hayatiyet kazandırmaz. Eski yazıyı öğrenerek açtığın kapıyı aralaman ve içeri girebilmen, sana yeni bir hayat alanı açacaktır. Sadece edisyon-kritiğe takılıp kalırsan, evin içine giremezsin. Edisyon-kritik, gerek şarttır; yeter şart değil. Edisyon-kritikçilik, basit bir uzmanlıktır; metnin içine girmek, o dünyayı sorgulamak ve yeni cevaplar bulmak ise mühendisliktir. Basit bir iş olduğu için ben “edisyon-kritik”e, “edisyon-kıytırık” diyorum.
Sevgili Kardeşim,
Akademik hayata girenin, yol haritası bellidir ve bunun son aşaması Doktora’dır. Doktora, bütün dünyada “bilgi üretme yetkisi kazanma” demektir. Bu ünvanı aldın mı, dünyanın her yerinde, sana bilgi üretmek için imkân tanınır. Doktora diploması, bilimsel pasaport gibidir. Ayrıca Doktora aşaması, bir akademisyenin danışmanlığında, bilgi üretmeyi olgunlaştıracağın son aşamadır. Bu aşamada, her sıkıntını, her açmazını danışman akademisyeninle tartışarak giderebilirsin. Benzetmek gerekirse, yuvadan uçmadan önceki son anlarındır bu aşama. O yüzden kıymetini bil, bu zamanları iyi değerlendir.
Yüksek Lisansta bilginin nasıl üretileceğini uygulamalı olarak öğrenmiştin; doktorada amacın bilgi üretmektir. Bu bilgi “bilimsel bilgi”, (epistemolojik bilgi, knowledge) demektir; “malumat” (information) değil.
Doktora yaparken, yoğunlaşacağın şey, “bilgi üretmek”tir; Lisansta, Yüksek Lisansta öğrendiklerinin tekrarı değil. Şayet doktora hocan, senin bildiklerini tekrar ediyorsa, uygun bir dille, hocana bunları bildiğini söyle ve sana yeni ufuklar açacak, yeni bilgiler üretmeni sağlayacak konulara yelken açmasını sağla. Unutma, doktora diploması bilimsel pasaport ise, hocanın imzası da o pasaportun mührüdür. Güvenilirliği ve kredibilitesi yüksek akademisyenlerle doktora yap.
Doktora aşamasında, hocalar sadece sana fikir verir ve ufuk açar; asıl işin büyüğü sana kalır. Sen verilen fikir ve açılan ufukla yeni bakış açılarına, yeni bilgilere ve yeni terimlere kanat çırparsın.
Doktora tezinde de, envanter cetveli çıkarma; derlediğin bilgilerin o metinde, o şahısta, o devirde, o türde niçin yer aldığını izah et.
Gerek Yüksel Lisans ve gerekse doktora tezinde, senin ileri sürdüğün bir “tez”in olsun ve bunları kitap olarak bastıracakmış, insan içine çıkacakmış gibi hazırla; raflarda kalacakmış gibi değil. Bugün kütüphane rafları, ölü tezler mezarlığı gibidir.
Sevgili Kardeşim,
Biraz da üsluptan söz edeyim sana…
Tezlerinde, teknik olarak objektif bir dil kullan. Mesela “Büyük şairimiz Fuzûlî…” veya “edebiyatımızda” veyahut da “Şöyle bir sonuca vardım.” gibi kullanımlardan sakın. Bunların yerine sadece “Fuzulî”, “Türk Edebiyatında”, “Şöyle bir sonuca varılmıştır.” şeklinde yaz.
Bir sonuca ulaştığında, şimdilik kesin hüküm verme. “Şöyle olduğu görülmektedir.” yerine, “Şöyle olduğu söylenebilir.” diye yaz. Kesin hükümleri, ilerde, kaprissiz akademisyenlerle karşılaşmayacağın zamanlarda verirsin.
Sevgili Kardeşim,
Edebiyatçı, hele de Klasik Edebiyatçı, sadece metinlerle uğraşmaz. Klasik Edebiyat, klasik kültürün bir parçasıdır. Mimari, musiki, tezhip, minyatür, ebru, hüsn-i hat, ciltçilik gibi klasik sanatlardan da haberin olsun ki, klasik kültür bütünlüğünü kavra. Bunlardan da haberdar olduğun vakit, şiirin veznindeki simetri ile mimarideki, tezhipteki simetriyi veya musikideki usul benzerliğini keşfedeceksin. Bu özelliğin, emsalin içinde sana mümtaziyet ve farklılık kazandıracaktır.
Sevgili Kardeşim,
Buraya kadar hep klasik edebiyatın akademik boyutundan söz ettim. Klasik edebiyat sadece akademik araştırma malzemesi değildir. Özellikle klasik şiir, saf şiirdir. Şiirin usaresi, kelimelerle damıtılmış, usta şairlerde kurgulama çok zekice ve büyülü bir şekilde yapılmıştır. Bu şiirleri okurken, keşfetmenin ve büyünün hazzını da almaya bak… Tezkirecilerin “muhayyel, pür-hayâl, hayâl-engîz” dediği şiirlerdeki imge kıvılcımları ruhuna da sıçrasın. Klasik şiir, Cumhuriyet dönemi şiirinde olduğu gibi ideolojik kompartmanlaşmaya uğramamıştır. Hiçbir şair sana propaganda yapmaya kalkmaz; rahat ol….
Aziz Kardeşim,
Okuduğun gibi, mektubumun bu kısmına kadar, sana akademik yolun özelliklerinden, dünün büyülü edebiyat dünyasını, gül ile bülbülün hikâyesini yarına taşımaktan söz ettim. Şimdi, müsaadenle, biraz da “şahsiyet”ten söz edeyim.
4 yıl Lisans, 2-3 yıl Yüksek Lisans, 4-5 yıl da doktora… Etti mi 12-13 yıl?… 13 yıl, bir insan ömrü için az değildir. Bu yıllarda, şahsiyetini geliştirip kurmaya da gayret et. Unutma ki, bir bilim adamının, bilgisi kadar şahsiyeti de önemlidir. Senin şahsiyetini kendisine benzetmeye çalışacak, bunun için seni zorlayacak ve ezecek akademisyenler olabilir. Hatta sosyal ilişkilerine bile müdahale eden hocalar olabilir… Asla bunlara taviz verme!… Sana şahsiyetini kurma özgürlüğü verecek hocalarla çalış ve bütün akademik hayat boyunca, hep ve sadece kendin ol!… Unutma ki, başkalarının gölgesinde olanların, kendi gölgesi olmaz.
Aziz kardeşim,
Tahsilinin her aşamasında mutlaka bir şeyler yaz… Kalemin güçlensin ve kendi üslubunu kur. Yazmazsan üslubunu kuramazsın ve tezlerini yazarken de zorluk çekersin. Muhtelif yazıların, kalemini bilemene yardımcı olacaktır. (Bilgisayarlar yüzünden, “kalem bileme” sözü de ilerde tarih olacaktır.) Ama bilimsel metin ama hikâye ama deneme veya şiir… Mutlaka yaz!… Bizde “edebiyat” sözünü “edeb”den getirip onu da “ahlak”la ilişkilendirenlere aldırma. Bu söz, “kelimeleri belirli kurallar çerçevesinde bir araya getirmek” anlamıyla, müstear bir kullanımdır. Batıda bu kelime “littera”dan gelir ve “yazma” eylemine vurgu yapar. Sen, kelimeleri, kurallarına göre, şiirse şiir kurallarına, deneme ise deneme kurallarına, bilimsel yazı ise bilimsel yazı kurallarına göre bir araya getirerek üslubunu kur. Yazılarında, yepyeni, dipdiri ve dinamik bir dil kullan. Bununla “arı dil”i kasd etmediğimi, anlamışsındır. Cümlelerin berrak, anlamları keskin ve üslubun dinamik olsun.
Sevgili Kardeşim,
Sana biraz da hayattan ve hayatın gerçeklerinden söz edeyim…
Biz edebiyat bilimi ile uğraşanlar, genellikle dar gelirli aile çocuklarıyızdır. Çoğumuz köylü veya kenar mahallelidir. En kabadayımız memur veya esnaf çocuğudur. İçimizde, şehir sosyetesinden veya burjuvadan gelen pek yoktur. Üniversite tahsili yapmakla önümüze açılacak imkânları fark ettiğimizde, amacımız sadece sınıf atlamak olmamalıdır. Klasik Türk Edebiyatı ile ilgili sorularımız ve sorunlarımız varsa bu işe girmeliyiz. Bunu yaparken, bir oryantalist gibi de davranmamalıyız. Maalesef atalarımızın edebiyatı ile aramıza uçurum açıldı, yüksek duvarlar örüldü. Akademik hayata, bu uçurumları kapatmak ve duvarları ortadan kaldırmak için intisap etmeliyiz.
Sevgili Kardeşim,
12-13 yıllık bir tahsil hayatı az değildir. Bu zaman süresince hayattan da kopma. Hobilerin olsun ve bilimsel çalışmalar dışında, kendine ve ailene de vakit ayır. (Öyle ya… Gelmişsin 30 yaşına… Hâlâ bekâr kalacak değilsin ya. Bu arada evleneceksin; çoluk çocuğa karışacaksın. Ödemen gereken ev kiran ve taksitlerin olacak. Neyse… Ev kirasından ve taksitten söz edip moralini bozmayayım.)
Sevgili Kardeşim,
Yüksek Lisans ve Doktora yapmak, dervişin inzivaya çekilmesi veya çileye girmesi gibidir. Dervişin inziva veya çilesi, onun ruhunu arındırır ve yüceltir. Doktora da insana bilimsel keşif yapacak birikimi sağlar. İkisi de çilelidir. Bu çileli yolu seçtiğin için seni alnından öpüyorum.
Aziz Kardeşim,
Bizler, “Bu dünyadan göçer olduk/Kalanlara selam olsun” veya “İşte geldik gidiyoruz/Şen olasın Halep şehri” diyerek; oldu olacak bir de klasik şiirden, Nâilî’den bir beyit söyleyelim: “Mestâne nukûş-ı suver-i âleme baktık/ Her birini bir özge temâşâ ile geçtik” diyerek çekip gideceğiz.
Canım kardeşim,
Senden cevap beklemiyorum. Bana vereceğin en güzel cevap alanımızda ürettiğin bilgiler, güçlü bir şahsiyet ve yaşadığın mutlu bir hayattır. Bu fani dünyada benimle karşılaşmayabilirsin. Şayet bu mektubum sana olumlu bir katkı sağlamışsa ve ille de benimle tanışmak, konuşmak istiyorsan, mahşer günü, yüksek bir yerde “Hüma kuşu” türküsünü söyleyen birini göreceksin… İşte o benim… Gel konuşalım…
Bu mektubu sana, 2012 yılının soğuk bir Ocak gecesi Muğla’dan yazıyorum. Dışarısı soğuk ama sana yazdığım bu mektup içimi ısıtıyor. İnşallah senin de içini ısıtır.
Allah’a emanet ol.
Gözlerinden öperim sevgili Kardeşim.
Bu yazı, Sibel Üst'ün hazırladığı Klasik Türk Edebiyatı Araştırmacılarına Mektuplar" kitabında yayımlanan mektubun genişletilmiş şekidir.