Röportaj: Oğuzcan ÇağanKendi alanını, kendi hikâyesini yaratan kitaplara karşı her zaman hayranlık içeren bir sevgi beslerim. Sanki kitap kendi kaderini belirlediğinde ya da kendi katı kaderinde bir gedik oluşturduğunda daha ayrıcalıklı olur gibi gelir bana. Durmuş Saatler Dükkânı, tam da saatlerin durduğu ve zamanın farklı bir biçimde kendini hissettirdiği salgın döneminde yayımlandı. Zamanla oynayan, zaman üzerine düşünen, zaman üzerine tatlı tatlı şakıyan kitaptaki öyküler zamanın kendisiyle görünmez bir bağ kurdu böylece, tam da zaman tüm dünyada durduğunda. Evlere çekildiğimiz, izole olduğumuz günlerde. Bu yüzden yalnızca kitaptaki öyküleri konuşmadık, öykülerin içinden geçtiğimiz sancılı dönemle bağlantısını da konuştuk.Mürekkep Söyleşiler'de bu hafta gamze güller ile bir söyleşi gerçekleştirdik.Kitaba adını veren öyküde “Zaman acımasızdır çocuğum. Başa çıkmak için onun gibi olmak gerekir. Boşuna onun önünde koşmaya çalışmayın. Peşinden gitmeyi bilin,” diyor Nefise Hanım. Bu kitaptaki öyküler, zamanın peşinden giden insanların hayatlarından parçalar mı sunuyor?Zamanın önünden koştuğunu veya bu döngüyü kırabileceğini zanneden ama zamanın içine sıkışıp kalan insanların hikâyeleri bunlar. Oysa yaşamın en değerli hediyeleri anlarda gizli. Sürekli bir gelecek kaygısıyla anları kaçırarak yaşıyoruz. Onları arka arkaya dizmek yerine ya geçmişe hayıflanıyoruz ya da bütün umudumuzu geleceğe bağlıyoruz. Zaman bizi dize getiriyor, hırpalıyor ve asla kazanamayacağımız bir yarışa sürüklüyor. Bu öykülerdeki insanlar da zamanın içinde kaybolanlar. Zaman onları aşmış ve belirsizlik içinde bırakmış.Hem öykülerinizde hem de romanınızda insanın eşyayla ilişkisi, aidiyetle ilgili sıkıntılı hali sıkça işleniyor. Kahramanlarınızın eşyayla ve mekanla bağı günümüzün çürümekte olan bir yanına işaret ediyor diyebilir miyiz?Anlatıda mekânı ve nesneleri kullanmayı seviyorum. Onları da anlatının bir parçası, hatta karakterlerden biri gibi değerlendirerek dünyaya başka bir açıdan bakmaya çalışıyorum. Bana göre yaşadığımız yerler ve eşya bizi tanımlayan, ifade eden, geçmişte kim olduğumuzla ve bugün nereye geldiğimizle bağlantımızı kuran bileşenler. Bu nedenle öykünün veya romanın atmosferini yaratırken benim en büyük yardımcılarım. Aidiyet maalesef bugün kaybettiğimiz kavramlardan biri. Yaşam alanlarımız durmadan talan ediliyor, geçmişin izleri siliniyor ve biz de köklenemiyoruz; hiçbir yere ya da hiçbir şeye ait hissedemiyoruz kendimizi. Buna çürümüşlük de diyebiliriz elbette. Hem içten hem de dıştan bir çürüme belki de.“Sözcüklerin büyüsü var. Doğru zamanda doğru şekilde söylediğimde bir şeyler değişiyor,” deniliyor Cafer adlı öyküde. Durmuş Saatler Dükkânı’nda diğer kitaplarınızdan başka bir yöntemle dille, sözcüklerle oynadığınızı düşünüyorum, yanılıyor muyum?Bunu fark ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Yazarken de okurken de dil çok önemli benim için. Kalemin yeni dil olanaklarını keşfetmeye çalışıyorum. Bu kitapta daha da çok üstüne gittim bu meselenin. Sözcükleri başka başka şekillerde dizerek veya zaman kipiyle oynayarak öykülerin içinde başka bir katman yaratmaya çalıştım. Yazarken sahip olduğumuz en önemli araç dil. Bunun için de önce Türkçeyi çok iyi kullanmak gerek. Daha sonra eğip bükerek dille bir atmosfer oluşturmak mümkün. Yazmaya başladığım ilk günlerden beri bunun peşindeyim. Kendi dil dünyamı yaratabilmek ve her kitapta bu dünyayı genişletebilmek. Kendi dilimi yaparak, bozarak ve durmadan yenileyerek oluşturmaya ve güncel tutmaya gayret ediyorum.Durmuş Saatler Dükkânı diğer kitaplarınızla bağını koparmayan fakat farklı bir noktaya konumlanan bir kitap. Büyülü gerçekçiliğin, belirsizliğin, sisin, uykuyla uyanıklık arasında geçen zamanların öyküleri var kitapta. Bu eksende son iki kitabınız arasında geçen beş yıllık zamanda yazınınız açısından neler değişti ve farklılaştı sizce? Sanırım en önemli fark yeni şeyler denemek konusunda daha cesaretli oluşum. İnsanın ve doğanın içindeki karanlığa girme konusundaki cesaretten bahsediyorum. Önceki kitaplarda hep daha rafine ve temiz bir anlatımın peşindeydim. Bildiğim hayatlara dair öyküler anlatıyordum daha çok. Bu kitapla karmaşanın ve bilinmezliğin kapısını aralamaya çalıştım. Bu bilinmezlik hep cezbederdi beni ama nasıl anlatacağımı ya da anlatmaya kalkarsam yazıda bir karşılık bulup bulamayacağımı bilemiyordum. Bu kendiliğinden oldu. Yazarken yazarken kendimi içinde buldum. Belirsizliği anlatmanın en iyi yollarından biri büyülü gerçekçilik. Ama burada da keskin sınırlar yok. Yazdıklarımı fantastikle metaforiğin arasındaki o ince çizgiye yerleştirmek istedim. Hayatın da böyle olduğunu düşünüyorum. Durup düşündüğümüzde anlam veremediğimiz, anlatsak inanılmaz pek çok tuhaflık yaşıyoruz aslında. Bunlara bu gözle baktığımızda hepsi büyülü, hepsi sisli ve karanlık. Ama “hayat böyle işte,” deyip geçtiğimizde normalleşiyor ve anlatılır olmaktan da çıkıyorlar.Uyku ve rüyalar da anlayamadığımız ve bilinmezliğini koruyan bölümleri zihnimizin. Üstelik yalnızca kendi yaşadıklarımızın değil toplumsal belleğin veya genetik hafızanın da etkisiyle şekilleniyorlar. Tüm bunlar ve zaman meselesi epeydir kafamı kurcalıyordu. Bu kitapla nihayet anlatmaya fırsat bulabildim.Kitapta rüyalar, rüyaların bulanık havası, rüya ve zaman ilişkisi de önemli bir ortaklık oluşturuyor. Rüyaya sığınan, rüyada kendi geçmişinden yepyeni bir gelecek yaratabildiği için mi rüyaya daha fazla tutunuyor Rüyalarımın Kadını’nda?Rüyalar gün içinde zihnin topladığı ayrıntılardan ve bastırılmış duygulardan oluşuyor en çok. Bir beklentimiz, korkumuz ya da endişemiz varsa büyük ihtimalle rüyamıza sızıyor ve farklı sembollerle görünür oluyor. Gerçekliğin sertliğinden rüyaya sığınsak da bunlardan kaçamıyoruz aslında. Ama kaçtığımızı zannediyoruz. Tam olarak hatırlayamadığımız, anlamlandıramadığımız bir bölümü günümüzün. Birçok insan üzüldüğünde, sıkıldığında uykuya sığınır. Uyku iyileştiricidir, efsunludur bir anlamda. Belirsizliğinin getirdiği mistik bir tarafı da vardır. Buradaki öykü kişisi ise rüyasını dönüştürerek kendine bambaşka bir zihinsel kaçış yaratıyor. Bir rüyadan ilhamla alternatif bir gerçeklik kurguluyor. Ve asıl gerçeği burnunun ucuna kadar gelmişken bile göremiyor. Çünkü kafamızda yarattıklarımız bazen gerçek olamayacak denli güzeldir. Bir nevi zihinsel kurguda, olumlu anlamda bir “rüyada” yaşamak, sert, acımasız ve umutsuz bir gerçeklikte yaşamaktan yeğdir.Hayatım Roman’da Yazar dokuz yıldır üzerinden çalıştığı dosyadan kopamayışından, yeni eklemeler yapma isteğinin önüne geçemediğinden söz ediyor. Durmuş Saatler Dükkânı tam da zamanla ilgili algımızın dönüşüm geçirdiği salgın döneminde yayınlandı. Bugünün, salgının hikayesinin Durmuş Saatler Dükkânı’yla ilişkisi nasıl sizce?Zaman algımız da yaşadıklarımızla ilintili olarak durmadan değişiyor. Durmuş Saatler Dükkânı basılmasına rağmen salgın sırasında depoda kaldı ve dağıtımı yapılamadı. Saatler hem bizim için hem de kitap için durdu sanki. Yaklaşık üç-dört ay kadar evde vakit geçirdik, her şey yavaşladı. Endişe, korku ve sıkıntıyla geçen günlerde zaman algımız hepten alt üst oldu. Özellikle benim gibi evden çalışabilenler için bugün günlerden ne, saat kaç, hangi haftada, hangi aydayız gibi sorular anlamsızlaştı. Kendi içinde kendi zamanını üreten tuhaf bir dönem geçirdik. Kitapta da anlatmaya çalıştığım zamanın kendine özgülüğüydü aslında. Zamanı yaratanın biz ve bizim kafamızdan geçenler olduğu fikri vardı merkezde. Kendi zamanının içine sıkışıp kalmışlık belki. Kitabın kendi kaderini yaşaması şaşırtıcı oldu benim için de. Bundan sonra da bazı şeylerin eskisi gibi olmayacağını düşünüyorum. Bu bir değişim süreciydi ve buradan hareketle gelecekte pek çok şeyin ki edebiyat da buna dâhil, başka türlü şekilleneceğine inanıyorum.Aynı öyküde Yazar, kadın editör ve kadın avukata adım adım arttırarak tacize varan mektuplar gönderiyor. Yazar kahramanı için yazdıkça deliren, delirdikçe insanları tacize kadar giden bir konuma yerleşen bir mekanizma geliştirdiğinden söz edebilir miyiz?Öykü kişisi Sait Faik’in sözüne atıfla “Yazmasaydım da delirse miydim?” diyor öykünün bir yerinde. Oysa yazdıkça deliriyor. Yine kendi döngüsü ve kendi zaman kavramı içine sıkışmış bir kahraman var. Hayatta bazen sınırların yalnızca kendi çizdiklerimiz olduğu yanılgısına kapılıyoruz ve başkalarının sınırlarını ihlal edip etmediğimizi fark etmiyoruz bile. Günümüz insanı müthiş bir bencillik ve kendine dönüş hâli içinde. “Hep ben, önce ben, sadece ben” fikriyle yaşıyor. Günün yükselen değeri de kendini öncelemek. Bu her alanda teşvik ediliyor. Kendini önemsemek, kendine inanmak elbette önemli ama bazen ipin ucu kaçıyor maalesef. Bu öyküde yazmak sağaltıcı olmaktan çok delirtici oluyor kahraman için. Aynı öykü üzerinden ilerlemiş olacağız ama sormak isterim, Yazar öykünün bir yerinde “…artık onların karşısında cesaretle durma zamanı. Edebiyat da bizden bunu bekliyor. Direnmeliyiz ve zafere doğru adım adım yürümeliyiz,” diyor. Edebiyatın bir direniş biçimi olduğunu düşünüyor musunuz? Edebiyat direnişin neresinde konumlanıyor?Kesinlikle edebiyatın ve daha genel olarak sanatın bir direniş biçimi olduğunu düşünüyorum. Her şeyden önce yaşadığımız hayata bir direnme, onu alternatifleriyle çoğaltma, değiştirme ve hatta dönüştürme biçimi. Hayat pürüzsüz ve mükemmel olsaydı yazacak bir şey de olmazdı. Hayatın, düzenin ve insanın kusurları yazılmaya değer bence. Yazmak “görüyorum, biliyorum, farkındayım” demek. Ve bunu başkalarına da göstermenin yolu. Bu aksaklıklar için bir görünürlük, bilinirlik sağlamak. İmkânsızı talep eder edebiyat. Bunda hakkı olduğunu iddia eder. Direniş çoğunlukla delilik olarak kabul edilir. Oysa modern sanat anlayışı kabullenmeden çok bu delirmenin ve direnmenin izlerini taşır. Kişi acıya yazarak direnir. Bazı egemen imgeleri kırmanın yolu da edebiyattan geçer. Elbette edebiyat kendi başına bu direnişle dünyayı değiştiremez ama bir umut yaratabilir. İnsanın insanı anlaması ve yalnız olmadığını fark etmesi en büyük umuttur bence. “Yazmak, dünyanın üstündeki örtüleri kaldırmaktır,” diyor Sartre. Edebiyatı da var eden de örtünün altındakini görme cesaretidir.Bu öyküde öykü kişisinin başka bir başkaldırısı daha söz konusu. Bu da, genelgeçer değerlerin öncelendiği, vasatın yüceltildiği çağda has edebiyata ilginin az olması ve gereken değerin verilmemesine bir serzeniş. Bunun önüne geçmenin yolu da iyi edebiyatla iyi okuru buluşturmaktan geçiyor. Burada yayınevlerine büyük iş düşüyor. Bunun yanında Nehir adlı öyküde de “…gerçekler ne kadar ağır geliyor çelimsiz bedenlerimize. Yalnızca sözcüklerden ibaret bir hayat kurmaksa ne kolay. İnanmak da kolay şimdi,” diyor kahraman. Salgın döneminde okuma alışkanlıklarının değişmesi, kitap satış sitelerinin satışlara yetişememesi gibi durumlar da yaşandı. Edebiyat aynı zamanda bir kaçışı mı temsil ediyor dersiniz? Salgının hissettirdiklerini azaltmak için edebiyata mı sığındık bu dönemde?Hem edebiyata hem de kurgunun her türüne sığındık. Dışarıda yaşanan okuduğumuz ya da izlediğimiz distopyalar gibiydi, biz de ondan kaçmak için yine kurgunun farklı türlerine sarıldık. Yalnızca böyle zamanlarda değil, normal hayatın acımasızlığında da kurguya sığınıyoruz. Yaşamadığımız veya asla yaşayamayacağımız hayatlara dâhil oluyoruz. En büyük tesellisi de yaşananlar ne kadar korkunç olursa olsun hepsinin kurgu olduğunu biliyor oluşumuz. Belki gerçek hayatı da böyle algılamaya çalışarak başa çıkmaya çalışıyoruz bu durumla. Kapağını kapattığımızda ya da kapat tuşuna bastığımızda içinden kolayca çıkabileceğimiz ve bildiğimiz normal algısına dönebileceğimiz bir macera gibi. Dayanmak için buna ihtiyacımız vardı.Okuma alışkanlıkları meselesine gelince; biliyorsunuz maalesef okuma denilince akla her türlü okuma geliyor ve edebiyatla edebiyat dışı aynı kategoride değerlendiriliyor. Bu konuda bir farkındalık oluşmadığı sürece bu satış rakamları has edebiyatı kapsamayacaktır. Üstelik hâlâ internetten kitap almayan/alamayan, kitabevine gidip kâğıda dokunarak satın almak isteyen kalabalık bir grup var. Onlar için de son derece dezavantajlı geçti bu süreç. Özellikle belli bir yaş üzeri okur, kitaba ulaşmakta güçlük yaşadı ve ne yazık ki hâlâ yaşıyor.
Röportaj
06 Ağustos 2020 - 18:54
Gamze Güller: Yaşamın en değerli hediyeleri anlarda gizli
Mürekkep Söyleşiler'de bu hafta Gamze Güller ile bir söyleşi gerçekleştirdik.
Röportaj
06 Ağustos 2020 - 18:54