Yazar Cenk Çalışır’ın yedinci romanı olan “Çıkmaz Sokak Çocukları” Oğlak Yayınları etiketi ile geçtiğimiz günlerde raflardaki yerini aldı. Ailevi sorunlar, maddi yükümlülükler, kısıtlanmış özgürlükler, bağımlılıklar ve bir anda ortaya çıkan birden fazla cesedin gizemiyle Cenk Çalışır, okuru bu kez sofistike bir maceranın içine çekiyor.
Mürekkep Söyleşiler’de bu hafta yazar Cenk Çalışır ile “Çıkmaz Sokak Çocukları” romanı ve “suç” kavramı üzerine bir röportaj gerçekleştirdik.
Biyografinizin yer aldığı bölümde “Yasak elmayı yediği için cennetten kovulan Havva ile Adem’in çocuklarıyız. Gezegendeki varlık nedenimiz suç.” ifadelerini kullanıyorsunuz. Ne demek istiyorsunuz burada? Hepimiz aslında suça meyilli miyiz?
Edebiyatın merkezinde insan vardır. İnsanı anlatma çabasıdır bir anlamda. Polisiye yazarı olarak eserlerimin konularını, insanın suçla olan teması oluşturur. Suç insandan bağımsız olarak ele alınamaz. Öfke suçlarını bir yana bırakacak olursak suçla temas eden kişiler hareketlerinin sonuçlarını bilir ve bu sonuçlardan kaçınmak için planlar yapar. Suçu işlemekten vazgeçmek yerine suç sonrası ceza almamak için çalışmak bence insanın en karanlık yönüdür. İnsan da bu en karanlık yönü yok sayılarak anlatılamaz. Anlatılsa da eksik kalır. İnsanın eline fırsat geçtiğinde ne kadar acımasız olabileceğini görmek için yapılmış birçok psikolojik test ve deneyler var. Sonuçlar hiç de iç açıcı değil. Bu sonuçlara göre hepimizin içinde suça meyilli bir taraf var. Benim sözlerime gelirsek insanın işlediği ilk suç olarak Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesi anlatılır. Ben öncesine dikkat çekmek istedim.
“Çıkmaz Sokak Çocukları” yedinci romanınız. Her romanın bir yazılış hikâyesi vardır. Bu romanın hikâyesi nasıl başladı?
Başka bir proje üzerinde bir senaryo grubu ile çalıştığımız sırada aklıma geliveren bir fikre sarılmamla başladı diyebilirim. Kapalı oda cinayeti tarzı bir senaryo yazmak için toplanmıştık. Bütün fikir, birbirine yabancı iki ayrı hırsız grubun soygun girişimi sırasında ölmüş olmasından ibaretti. Daha sonra başka bir fikri senaryolaştırdık. Sonraki dönemde hırsız hikâyesine yoğunlaştım. Tretmanını çıkardım. Kültür Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü tarafından Senaryo ve Diyalog Yazım Desteğine uygun görülünce projeyi senaryolaştırdım. Senaryo çalışmaları nedeniyle romandan kopmuştum. Beria’nın üzerinden iki yıl geçmişti. Hazır olan ve beni heyecanlandıran bu temayı romana taşıdım. Karakterleri ve ilişkileri doldurmak altı aydan fazla sürdü.
Bu bir polisiye roman ve haliyle kriminal olaylar ön planda. Bunun yanında romanın arka planında bir aşk hikâyesi karşımıza çıkıyor. Suç ve aşkı bir araya getirme fikri nasıl ortaya çıktı?
Aslında aşk ve suç birbirinden çok uzak iki kavram değil. Cinai istatistikler de bunu doğruluyor. “Ya benimsin ya kara toprağın” bakışı kırılamadığından, kıskançlık, ego, öfke gibi duygular çoğu zaman namus maskesi ile örtülüyor. Romanlarımda dikkat çekmek istediğim, okuru kendisi ile tartışmaya sokacak, yenileyecek bir tema mutlaka oluyor. Aşk bunların en kırılganı. Bu nedenle de suça en yakın olanı. Öte yandan iletişim araçlarının çoğalması ile gençler kendilerine sunulanın dışında bir hayat olduğunu çok daha kolay fark ediyor. Kuşaklar arası algı farkı ve ebeveyn dayatması tam da bu noktada çatışmaya dönüyor. Çıkmaz Sokak Çocukları’nda ana ya da yan karakterlerin özellikle babalarıyla olan ilişkileri, suçun yanındaki baskın temadır. Bu temayı aşka yaslanarak işlemek, ahlak, terbiye, namus gibi kavramları da masaya yatırmayı kolay kıldı.
“KÖTÜLER ARAMIZDA ‘BEN KÖTÜYÜM’ DİYEREK DOLAŞMIYOR”
Aşkın gözünün kör olduğu söylenir hep. Roman kahramanı Elif’te de aynı körlüğü görüyoruz. Aşk suç işlemekten daha önemli bir kavram mı?
Elif, babasının hükmü altında ezilen, kendi hayatını dilediği gibi yaşayamayan bir karakter. Babası tarafından çizilen sınırlar içinde yaşamaya mahkûm bırakılmış bir genç kız. Hayallerinin, arzularının babasında hiçbir karşılığı yok. Ailesinin kızları için istediği hayatın da Elif’te bir karşılığı yok. Çaresiz bırakılmış bir genç. Babasına duyduğu öfke, içinde bulunduğu açmaz ve zamansal kısırlık Elif’in gözünü aşktan daha çok kör etmiş diyebiliriz. Romanda, Elif’in Ferit ile ne pahasına olursa olsun birlikte olma hırsının, aklının önüne geçtiğini görüyoruz. Ferit’e karşı duyduğu sınırsız ve kontrolsüz güven, onun ikili ilişkilerdeki tecrübesizliğinin bir sonucu zaten. Aşkı için suç işlemeyi göze almak, insan var olduğundan beri yaşanan bir çatışma bence.
Romanda kar maskeli soyguncular ve Mickey Mouse maskeli soyguncular çıkıyor karşımıza. Kar maskelerine alışığız ama Mickey Mouse biraz sıra dışı. Öte yandan özellikle çocukluk dönemimizde karşımıza çıkan karakterler sizin romanınızda olduğu gibi bazı roman ya da filmlerde masumluklarını yitirmiş olarak karşımıza çıkıyorlar. Katil bebekler, palyaçolar yahut sizin romanınızdaki Mickey Mouse maskeli soyguncular… Sizce “kötü” karakterler için neden “iyi” karakterler tercih ediliyor?
Kötüler aramızda ‘ben kötüyüm’ diyerek dolaşmıyor ki. Onların kötü olduklarını işledikleri suçlar deşifre olduğunda öğreniyoruz. Seri katillerin hemen hepsi iyi aile babaları. İş arkadaşları, komşuları, eşleri ve çocukları tarafından sevilen, sayılan kişiler. Birçok suçlu aramızda zaten maskeyle dolaşıyor. İş insanlarının, politikacıların, din adamlarının, yardımseverliğiyle öne çıkan saygın kişilerin, çocuk tacizinden tutun da uyuşturucu kaçakçılığına kadar birçok suça karıştığını gösteren dava kayıtları dünyanın birçok ülkesinde varken palyaço ya da Mickey Mouse maskesi takan kötü karakterlerin, bu gerçeğe uygun bir gönderme olduğunu düşünüyorum.
Türk işi polisiye romanlarda genellikle erkek egemen bir polis teşkilatı karşımıza çıkıyor. Bunun yanında özellikle son dönem okuduğum romanlarda kadın polislere de rastlıyorum. Sizin romanınızda da aynı şekilde kadın polisler olayın çözülmesine katkıda bulunuyor. Sizce kadınların olayları çözme yeteneği daha mı zayıf? Ya da daha net sorayım: Suçluların karşısına neden bizim edebiyatımızda kadınlar dikilmiyor?
Yazarın içinde bulunduğu zaman diliminden etkilenmesi kaçınılmaz. Türk Emniyet Teşkilatına baktığımızda son beş on yıla kadar erkek egemen bir yapısı olduğu açıktır. Son dönemde kadın polislerin masa başından kalkıp, aktif görevlerde daha çok yer aldığını görüyoruz. Polisiye yazarları da bu gerçekliği takip ettiklerinden olsa gerek son dönem eserlerinde daha çok kadın polis kahramana yer veriyorlar. Olayları çözme yeteneğine gelirsek her ne kadar bulguların yani somut delillerin çalışacağı bir alan olsa da kriminal çözümlemelerde hislerin de kahramana yol gösterdiğini kabul etmeliyiz. İşte bu hissi kısımda kadınların bir adım önde olduklarına inanırım.
Polisiye roman yazarları genellikle romanlarına aynı karakter üzerinden devam ediyor. SherlockHolmes, HerculePoirot, Mike Hammer, Behzat Ç., Komiser Nevzat, Cingöz Recai… Sizin neden sabit bir karakteriniz yok? Yoksa her romanda güvenebileceğiniz bir karakter karşınıza çıkmadı mı?
Bir yazar olarak beni heyecanlandıran, yazım sürecimi keyifli kılan şey kurgudan çok karakterlerdir. Kurmacanın içinde ‘o an için o olmak’ duygusunu seviyorum. O olsaydım ne söylerdim, nasıl davranırdım sorularına yanıt aramak, olayı kurmaktan daha doyurucu benim için. Öte yandan tüm romanlarımın okura aktardığı duygular farklıdır. Bir romanımı ‘ben olsaydım ne yapardım acaba?’ diye içine dönerek okuyan okur, bir başka romanımı ‘şimdi ne olacak?’ sorusuna yanıt arayarak okur. Bir romanımda mizahi bir anlatı hâkimken, bir diğerinde korku, gerilim, bir diğerinde ise dramatik bir dil baskındır. Böyle olunca okuru güldürdüğüm bir kahramanla dramatik ya da gerilim baskın anlatılarda buluşmak pek de mümkün değil. Öte yandan kendime verdiğim bir söz de yok. Çok özlediğim bir karakterle yeniden buluşabiliriz elbet.
Geçtiğimiz aylarda vizyona giren Kilit filminin senaryosunda sizin de imzanız var. Hem film hem de son romanlarınız sanki Agatha Christie’nin romanlarına benzer şekilde sona eriyor. Yani tam her şey çözüldü derken bambaşka bir son çıkıyor karşımıza. polisiye roman konusunda etkilendiğiniz isimler var mı?
Polisiye kurmacalarda okuru şaşırtmak, beklenenin dışında bir finalle hikâyeyi sonlandırmak yazarken hedeflenen bir şey zaten. Tesadüfi çözümlemelere dayanmamak, kahramanı büyüten onu gerçekten kahramanlaştıran bir sonuç. Bu anlamda polisiye eserleri uzun soluklu yaşatan bir özellik.
Etkilendiğim isimler olarak iç yazarlarımızdan Suat Duman, Çağatay Yaşmut, Ayfer Kafkas, İlyas Barut, Barış Uygur, Armağan Tunaboylu ilk aklıma gelenler. Dış yazarlardan Glenn Meade, Sidney Sheldon, James Patterson, Stephen King, Dean R Koontz, Ruth Rendell yine aklıma hemen geliveren isimler.
Mürekkep Söyleşiler’de bu hafta yazar Cenk Çalışır ile “Çıkmaz Sokak Çocukları” romanı ve “suç” kavramı üzerine bir röportaj gerçekleştirdik.
Biyografinizin yer aldığı bölümde “Yasak elmayı yediği için cennetten kovulan Havva ile Adem’in çocuklarıyız. Gezegendeki varlık nedenimiz suç.” ifadelerini kullanıyorsunuz. Ne demek istiyorsunuz burada? Hepimiz aslında suça meyilli miyiz?
Edebiyatın merkezinde insan vardır. İnsanı anlatma çabasıdır bir anlamda. Polisiye yazarı olarak eserlerimin konularını, insanın suçla olan teması oluşturur. Suç insandan bağımsız olarak ele alınamaz. Öfke suçlarını bir yana bırakacak olursak suçla temas eden kişiler hareketlerinin sonuçlarını bilir ve bu sonuçlardan kaçınmak için planlar yapar. Suçu işlemekten vazgeçmek yerine suç sonrası ceza almamak için çalışmak bence insanın en karanlık yönüdür. İnsan da bu en karanlık yönü yok sayılarak anlatılamaz. Anlatılsa da eksik kalır. İnsanın eline fırsat geçtiğinde ne kadar acımasız olabileceğini görmek için yapılmış birçok psikolojik test ve deneyler var. Sonuçlar hiç de iç açıcı değil. Bu sonuçlara göre hepimizin içinde suça meyilli bir taraf var. Benim sözlerime gelirsek insanın işlediği ilk suç olarak Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesi anlatılır. Ben öncesine dikkat çekmek istedim.
“Çıkmaz Sokak Çocukları” yedinci romanınız. Her romanın bir yazılış hikâyesi vardır. Bu romanın hikâyesi nasıl başladı?
Başka bir proje üzerinde bir senaryo grubu ile çalıştığımız sırada aklıma geliveren bir fikre sarılmamla başladı diyebilirim. Kapalı oda cinayeti tarzı bir senaryo yazmak için toplanmıştık. Bütün fikir, birbirine yabancı iki ayrı hırsız grubun soygun girişimi sırasında ölmüş olmasından ibaretti. Daha sonra başka bir fikri senaryolaştırdık. Sonraki dönemde hırsız hikâyesine yoğunlaştım. Tretmanını çıkardım. Kültür Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü tarafından Senaryo ve Diyalog Yazım Desteğine uygun görülünce projeyi senaryolaştırdım. Senaryo çalışmaları nedeniyle romandan kopmuştum. Beria’nın üzerinden iki yıl geçmişti. Hazır olan ve beni heyecanlandıran bu temayı romana taşıdım. Karakterleri ve ilişkileri doldurmak altı aydan fazla sürdü.
Bu bir polisiye roman ve haliyle kriminal olaylar ön planda. Bunun yanında romanın arka planında bir aşk hikâyesi karşımıza çıkıyor. Suç ve aşkı bir araya getirme fikri nasıl ortaya çıktı?
Aslında aşk ve suç birbirinden çok uzak iki kavram değil. Cinai istatistikler de bunu doğruluyor. “Ya benimsin ya kara toprağın” bakışı kırılamadığından, kıskançlık, ego, öfke gibi duygular çoğu zaman namus maskesi ile örtülüyor. Romanlarımda dikkat çekmek istediğim, okuru kendisi ile tartışmaya sokacak, yenileyecek bir tema mutlaka oluyor. Aşk bunların en kırılganı. Bu nedenle de suça en yakın olanı. Öte yandan iletişim araçlarının çoğalması ile gençler kendilerine sunulanın dışında bir hayat olduğunu çok daha kolay fark ediyor. Kuşaklar arası algı farkı ve ebeveyn dayatması tam da bu noktada çatışmaya dönüyor. Çıkmaz Sokak Çocukları’nda ana ya da yan karakterlerin özellikle babalarıyla olan ilişkileri, suçun yanındaki baskın temadır. Bu temayı aşka yaslanarak işlemek, ahlak, terbiye, namus gibi kavramları da masaya yatırmayı kolay kıldı.
“KÖTÜLER ARAMIZDA ‘BEN KÖTÜYÜM’ DİYEREK DOLAŞMIYOR”
Aşkın gözünün kör olduğu söylenir hep. Roman kahramanı Elif’te de aynı körlüğü görüyoruz. Aşk suç işlemekten daha önemli bir kavram mı?
Elif, babasının hükmü altında ezilen, kendi hayatını dilediği gibi yaşayamayan bir karakter. Babası tarafından çizilen sınırlar içinde yaşamaya mahkûm bırakılmış bir genç kız. Hayallerinin, arzularının babasında hiçbir karşılığı yok. Ailesinin kızları için istediği hayatın da Elif’te bir karşılığı yok. Çaresiz bırakılmış bir genç. Babasına duyduğu öfke, içinde bulunduğu açmaz ve zamansal kısırlık Elif’in gözünü aşktan daha çok kör etmiş diyebiliriz. Romanda, Elif’in Ferit ile ne pahasına olursa olsun birlikte olma hırsının, aklının önüne geçtiğini görüyoruz. Ferit’e karşı duyduğu sınırsız ve kontrolsüz güven, onun ikili ilişkilerdeki tecrübesizliğinin bir sonucu zaten. Aşkı için suç işlemeyi göze almak, insan var olduğundan beri yaşanan bir çatışma bence.
Romanda kar maskeli soyguncular ve Mickey Mouse maskeli soyguncular çıkıyor karşımıza. Kar maskelerine alışığız ama Mickey Mouse biraz sıra dışı. Öte yandan özellikle çocukluk dönemimizde karşımıza çıkan karakterler sizin romanınızda olduğu gibi bazı roman ya da filmlerde masumluklarını yitirmiş olarak karşımıza çıkıyorlar. Katil bebekler, palyaçolar yahut sizin romanınızdaki Mickey Mouse maskeli soyguncular… Sizce “kötü” karakterler için neden “iyi” karakterler tercih ediliyor?
Kötüler aramızda ‘ben kötüyüm’ diyerek dolaşmıyor ki. Onların kötü olduklarını işledikleri suçlar deşifre olduğunda öğreniyoruz. Seri katillerin hemen hepsi iyi aile babaları. İş arkadaşları, komşuları, eşleri ve çocukları tarafından sevilen, sayılan kişiler. Birçok suçlu aramızda zaten maskeyle dolaşıyor. İş insanlarının, politikacıların, din adamlarının, yardımseverliğiyle öne çıkan saygın kişilerin, çocuk tacizinden tutun da uyuşturucu kaçakçılığına kadar birçok suça karıştığını gösteren dava kayıtları dünyanın birçok ülkesinde varken palyaço ya da Mickey Mouse maskesi takan kötü karakterlerin, bu gerçeğe uygun bir gönderme olduğunu düşünüyorum.
Türk işi polisiye romanlarda genellikle erkek egemen bir polis teşkilatı karşımıza çıkıyor. Bunun yanında özellikle son dönem okuduğum romanlarda kadın polislere de rastlıyorum. Sizin romanınızda da aynı şekilde kadın polisler olayın çözülmesine katkıda bulunuyor. Sizce kadınların olayları çözme yeteneği daha mı zayıf? Ya da daha net sorayım: Suçluların karşısına neden bizim edebiyatımızda kadınlar dikilmiyor?
Yazarın içinde bulunduğu zaman diliminden etkilenmesi kaçınılmaz. Türk Emniyet Teşkilatına baktığımızda son beş on yıla kadar erkek egemen bir yapısı olduğu açıktır. Son dönemde kadın polislerin masa başından kalkıp, aktif görevlerde daha çok yer aldığını görüyoruz. Polisiye yazarları da bu gerçekliği takip ettiklerinden olsa gerek son dönem eserlerinde daha çok kadın polis kahramana yer veriyorlar. Olayları çözme yeteneğine gelirsek her ne kadar bulguların yani somut delillerin çalışacağı bir alan olsa da kriminal çözümlemelerde hislerin de kahramana yol gösterdiğini kabul etmeliyiz. İşte bu hissi kısımda kadınların bir adım önde olduklarına inanırım.
Polisiye roman yazarları genellikle romanlarına aynı karakter üzerinden devam ediyor. SherlockHolmes, HerculePoirot, Mike Hammer, Behzat Ç., Komiser Nevzat, Cingöz Recai… Sizin neden sabit bir karakteriniz yok? Yoksa her romanda güvenebileceğiniz bir karakter karşınıza çıkmadı mı?
Bir yazar olarak beni heyecanlandıran, yazım sürecimi keyifli kılan şey kurgudan çok karakterlerdir. Kurmacanın içinde ‘o an için o olmak’ duygusunu seviyorum. O olsaydım ne söylerdim, nasıl davranırdım sorularına yanıt aramak, olayı kurmaktan daha doyurucu benim için. Öte yandan tüm romanlarımın okura aktardığı duygular farklıdır. Bir romanımı ‘ben olsaydım ne yapardım acaba?’ diye içine dönerek okuyan okur, bir başka romanımı ‘şimdi ne olacak?’ sorusuna yanıt arayarak okur. Bir romanımda mizahi bir anlatı hâkimken, bir diğerinde korku, gerilim, bir diğerinde ise dramatik bir dil baskındır. Böyle olunca okuru güldürdüğüm bir kahramanla dramatik ya da gerilim baskın anlatılarda buluşmak pek de mümkün değil. Öte yandan kendime verdiğim bir söz de yok. Çok özlediğim bir karakterle yeniden buluşabiliriz elbet.
Geçtiğimiz aylarda vizyona giren Kilit filminin senaryosunda sizin de imzanız var. Hem film hem de son romanlarınız sanki Agatha Christie’nin romanlarına benzer şekilde sona eriyor. Yani tam her şey çözüldü derken bambaşka bir son çıkıyor karşımıza. polisiye roman konusunda etkilendiğiniz isimler var mı?
Polisiye kurmacalarda okuru şaşırtmak, beklenenin dışında bir finalle hikâyeyi sonlandırmak yazarken hedeflenen bir şey zaten. Tesadüfi çözümlemelere dayanmamak, kahramanı büyüten onu gerçekten kahramanlaştıran bir sonuç. Bu anlamda polisiye eserleri uzun soluklu yaşatan bir özellik.
Etkilendiğim isimler olarak iç yazarlarımızdan Suat Duman, Çağatay Yaşmut, Ayfer Kafkas, İlyas Barut, Barış Uygur, Armağan Tunaboylu ilk aklıma gelenler. Dış yazarlardan Glenn Meade, Sidney Sheldon, James Patterson, Stephen King, Dean R Koontz, Ruth Rendell yine aklıma hemen geliveren isimler.