Bilgin Güngör Yazdı
1940`lı yıllar... Arthur Miller`ın deyimiyle ``cadı kazanlarının`` iki büyük dünya devleti ve onların türevlerinde boy gösterdiği, sosyalizm-kapitalizm çelişkisine Avrupa tipi faşizmin eklemlendiği, devletlerin gerek resmi gerekse gayr-ı resmi olsun açık bir şekilde ``katilliğe`` soyunduğu devir... Ve günümüz: Globalizm rüzgarlarının Atlantik`in ötesine ulaştığı, insanları ``soylu`` değerleriyle yüzleştirdiği, onları tarihleriyle ``yargıladığı`` devir... İşte Zülfü Livaneli, ilk post-modern romanı ``Serenad``ta, 40`ların ``cadı kazanı`` ile günümüz global dünyasının hem birbirleriyle hem de devirleriyle olan çelişkisini kurgusal bir çerçevede ortaya çıkarıyor. Ancak biz önce Zülfü Livaneli`nin genel roman anlayışını farklı boyutlardan gözden geçirelim...
Zülfü Livaneli, herşeyden önce bir ``kültür romancısıdır``. Eserlerinde kendi birikimini -pek de başarılı bir şekilde olmasa da- kurgusal bir çerçeveyle sunan, roman boyunca birden fazla perspektifle kişi ve olaylara ayna tutan bir yazardır. Ancak bunun yanında onun romanlarında en çok göze batan özellik, farklı sınıf ve toplumsal tabakalara mensup iki ya da daha fazla insanın iç içe geçmiş yaşamlarına dayalı olay örgüsüdür. Livaneli, eserlerinde bu farklı sınıf veya toplumsal tabakaya mensup insanların iç içe geçmiş yaşam öykülerini temel alarak bu insanların bağlı oldukları sınıf veya toplumsal tabakanın hayata bakışını, ideolojisini karşılaştırıp okura sunuyor. Bu iki özelliği ile Peyami Safa`ya yaklaşan Livaneli, eserlerindeki hümanist duruşuyla ondan ayrılır. İşte ``Mutluluk``ta töre cinayetlerini, ``Leyla`nın Evi``nde kimlik açmazını, ``Bir Kedi Bir Adam Bir Ölüm`` ve ``Son Ada``da siyasi baskıyı hep bu hümanist duruşuyla ortaya koyan Livaneli, adı geçen bu eserlerde, yukarıda saydığımız ilk iki özelliği de bariz bir şekilde kullanır. Şimdi ``Serenad``a geçebiliriz.
``Serenad``tan Livaneli`nin ilk post-modernist romanı olarak söz ettik. Şimdi bu kısmı biraz açmak için bazı kuramsal analizler yapalım. Roman, tipik metafiction kavramına tâbî olarak yazılmıştır. Romanın baş kahramanı Maya Duran, Boston`a giden bir uçakta, elinde dizüstü bilgisayar, hikayeyi yazıyor ve bundan okuyucuyu da haberdar ediyor. Hikaye ve onun yazılış öyküsü birinci şahıs ağzından veriliyor. Yani anlatıcı bizzat baş kahramanın kendisi. Joseph Warren Beach, İngiliz roman tarihine göz attığımızda anlatıcı-yazarın gittikçe ortadan silindiğini, onun yerine romandaki bir şahsın ağzından konuşmayı yazarların tercih ettiğini söyler. Sonra da yazar tamamen ortadan kalkar. Ancak Livaneli`nin buradaki yöntemi ikinci aşamada kalıyor.
Metafiction tâbîyyetinden sonra Livaneli romanda intertextuality (metinlerarasılık) yöntemini de sıkça kullanmış, bazı devlet arşivlerini ve gazete küpürlerini kurguya eklemiştir. Burada Livaneli`nin yöntem kullanmadaki hatasını göstermeyi ileriye bırakarak gazete küpürlerini kolajlamasını kübist bir yaklaşımla ele almadığını belirterek roman içindeki bir başka kurgusal özellik olan flashback yöntemi üzerinde duralım.
Modernist romanlarda çokça kullanılan bir yöntem olan(burada Eco, Proust, Tanpınar, Hisar gibi romancıları tipik bir örnek olarak gösterebiliriz) flashback, belki de bu romanda Livaneli`nin kusursuz kullandığı tek tekniktir. Bu teknikle yazar, 2001 Şubat`ından 1930`lu ve 40`lı yıllara döner ve Maximillian Wagner`in sıradışı yaşamını tarhisel bağlamda ele alır.
Bu kuramsal ve akım-merkezli izahlardan sonra artık romanın kısaca olay örgüsüne geçebiliriz.
Roman, Maya Duran`ın 2001 yılında Boston`a yaptığı yolcuklukla başlar. Bu yolculukta, yanındaki dizüstüne başından geçenleri not eder ve yazar bizi buradan olayların yaşandığı tarihe götürür. Herşey 1930`lu yıllarda Türkiye`ye gelip İstanbul Üniversitesi`nde hocalık yapan Alman Maximillian Wagner`in aradan geçen 59 yıl sonra tekrar Türkiye`ye ziyaretiyle başlar. Wagner gibi bir çok bilim adamı, Hitler zulmünden (hele hele Kristalnacht`ten sonra) Türkiye, Amerika gibi savaşta tarafsız kalan ülkelere göç eder. Buralarda hocalık ve bilimsel araştırmalar yaparlar. Wagner, yahudi kökenli eşi Nadia`yı da Türkiye`ye getirmek ister. Ancak ``Struma Faciası``yla eşini kaybeder. Bununla da kalmaz, Aamerika`ya gitmek zorunda bırakılır. Ona yazdığı ``Serenad``ı da Alman istihbaratına kaptırır. Yıllar sonra eşini anmak için Türkiye`ye gelir. Onu romanın başkahramanı Maya Duran (İ.Ü. Halkla İlişkiler) karşılar. Maya`nın hayatını değiştiren bu ziyaretle romanın düğüm noktası da atılmış olur. İstihbaratlar, aşk iddiaları vs gibi olaylar eksik olmaz Maya`nın hayatında. Tabi bunun yanında ailesiyle ilgili ilk kez gün ışığına çıkartılanlar da Maya`yı sarsar. Ziyaretten sonra Amerika`ya dönen Wagner`in ölümünden sonra gerek kendi ailesinin gerekse Wagner`in başına gelen tarihi olayları yazmak için Maya Duran harekete geçer.
Yukarıda romanın olay örgüsünü kısaca özetledik. Şimdi Livaneli`nin yukarıda adı geçen yöntemleri bu olay örgüsüne uyarlarken karşılaştığı güçlükleri, hataları ve başarıları gözden geçirelim.
İlk olarak Livaneli`den bir kültür romancısı olarak söz etmiştik. Roman kurgusuna muazzam bir bilgi yumağı ekleyerek okuru yeni perspektiflere hazırladığına değinmiştik. Peki Livaneli bu bilgi yumağını olay örgüsüne eklerken ne derece başarılı oldu?.. ``Serenad`` ile birlikte ``Leyla`nın Evi`` olsun ``Mutluluk`` olsun Livaneli`nin verdiği bir yığın malumat, olay örgüsüne tam olarak eklenmiyor. Tam olarak da eklemlenmediği için de eser ansiklopediye hatta Plehanov`un propaganda ediplerini suçlamak için kullandığı ``makale yazma`` suçlamasına sebebiyet veriyor. Bir kere bir eserde yığınla malumat verilirken, onu eserin estetik kurgusu içerisinde eritmek gerekir. Çünkü Plehanov`un da dediği gibi roman bir ``makale yazma işi`` değildir. Biz buna ``estetik yoğurma`` diyelim(Tam bir kuramsal tabiri olmadığı için burada bir varsayım yapalım). Yani malumat, estetik bir ölçekte kurgu içerisinde erimek zorundadır. Stendhal`de, Antole France`da, Lorca`da, Baudelaire`de vs. durum budur.
Malumatı ``estetik yoğurma``ya tâbî tutmak lazım dedik. Peki yazar bunu yapamazsa ne olur? Elbette bir makale olur. Tabi bununla da kalmaz, bilgi yanlışları olay örgüsü ile at başı gider. Peki bir sanat eserinde bilgi yanlışları olamaz mı? Olur tabi, ancak kurgu içerisinde erimek şartıyla. Wellek ve Warren gibi önemli isimlerin temsilcileri oldukları Yeni Eleştiri`ye göre eserde her öğe organik bir bütün sağlamalıdır. Biçim, işte bu organik bütünlüktür. Ancak Livaneli`de bu bütünlük sağlanamıyor, havada yüzüyor. Bu nedenle bilgi yanlışları estetik olarak yoğrulmadığı için eserde sırıtıyor:
``Yahya Kemal bir şiirinde: ``İstanbul`u sevmezse gönül, aşkı ne anlar?`` diye soruyordu. Bunu profesöre çevirsem nasıl karşılardı acaba? (Syf.209)``
Bilindiği gibi Yahya Kemal`e isnad edilen dize esasında ``ihtilal şairi`` Behçet Kemal Çağlar`a aittir. Meşhur ``Kalamış`` parçasıdır Münir Nureddin`in bestelediği.Ya da:
``1838`de Abdülmecid tarafından yaptırılan bu bakım evi... (Syf.420)``
Yukarıdaki örnekte de bilgi hataları bariz bir halde göze çarpıyor. Abdülmecid`in iktidarı bilindiği gibi 1839`a rastlar.
Peki yukarıda sorduğumuz soruyu bir kez daha soralım. Bilgi hataları bir sanat eserinde olabilir mi?. Elbette! Ancak estetik yoğurma ile kurgusal düzleme eklemlendiği sürece... Ama bu yapılmadığı takdirde bir yerde ``tökezleneceği`` belliydi. Peki burada bir soru daha karşımıza çıkar. Estetik olarak kurgusal düzleme eklemlendiğinde nasıl bir tekamüle ulaşır sanat eseri. Bir örnek verelim. Mesela Livaneli, ilk alıntıdan farklı bir yol izleyip, malumatı estetik bir şekilde yoğursaydı:
``Yahya Kemal, sevdiğim bir İstanbul şairi... Belki de İstanbul`u anlayan tek edip: İstanbul`u sevmezse gönül aşkı ne anlar?``
Denilseydi, yani sanatsal bir ifade ile kurguya eklemlenseydi, bu hata sırıtmayacaktı. Neden? Çünkü sanatsal dil, Richards`ın tabiriyle duygusal bir dil anlayışıdır. ``Göndergesel`` olmadığı için olguları tasvir etmez. Bu da bilgi vermeye yönelik dil anlayışı olmadığı için ünlü düşünür Karl Popper`in dediği gibi ``yanlışlama`` yapılamazdı. Ya da post-modernist roman tarzının intertextuality özelliğinden yararlanarak onu daha kolay bir şekilde eser arasına koyabilrdi. Örneğin Alev Alatlı`nın ``Yaseminler Tüter mi, Hala?`` romanında araya vakanivüs bölümleri ekleyerek, tarihin hakikatini ``sanatın yalanından`` uzak tutmuştur.
..............................................................................................................
Şimdi romanın ``zenginliğine`` geçelim. Yukarıda olay örgüsünü özetlerken de değindiğimiz gibi 40`lı yılları konu edinen Livaneli esasında yakın tarihimizin en çalkantılı dönemini ele alıyor. Edebiyatçıların, hatta tarihçilerin bile yazmakta çekindiği bazı ilginç konuları okura sunarak, onları ``post-modern dünyanın`` kimliksiz yaşamından çekip tarihin ufuklarına götürüyor. ``Mavi Alay``, ``Struma`` vs. gibi tarihçilerin dahi yazmakta çekindiği konuları gün yüzüne çıkartarak, sadece Türkiye değil, dünya tarihinin yakın zamanlarda yaşanmış trajik sahnelerini okura gösteriyor. Ancak romanın tek ``zengin`` yanı da yalnızca budur( Avusturyalı Schubert`in ``Serenad``ını leit-motif şeklinde kullanarak Proust ve Tanpınar`a yaklaşmasını bir yana bırakırsak tabi)...
Yukarıda Livaneli`nin ``Serenad``ını çok kısa bir şekilde değerlendirmeyi denedik. Bunu yaparken zaman zaman Stendhal, Baudelaire gibi büyük üstatlarla karşılaştırdık. Tabi diyeceksiniz ki Livaneli`yi ``Stendhal veya Baudelaire ile mi karşılaştırıyorsun?``. Elbette hayır! Ancak romanın kendi sanatsal kurgusunu Livaneli`de bulamadığımızı açıklamaktı amacımız. Tabi romanı detaylı bir şekilde değerlendirmeye ``ne zemin ü ne zaman`` müsait olduğu için, yazıyı kısa tuttuk.
murekkephaber.com