Röportaj: Yusuf Çifci
İletişimci yazar Ateş İlyas Başsoy, bu defa öyküleriyle okurlarının karşısında. Başsoy’un farklı mecralarda yayımlanmış öykülerini derlediği Bizsiz Onlar, okuyan herkesin kendinden bir şeyler bulacağı hikâyelerden oluşuyor.
İlk öykü kitabı Yüksek Volüm’ü 1997 yılında yayımlanan, ayrıca deneme ve çözümlemeler içeren on kitabı daha olan Ateş İlyas Başsoy, ikinci öykü kitabı Bizsiz Onlar, Say Yayınları etiketi ile okurlarla buluştu.
Mürekkep Söyleşiler'de bu hafta Ateş İlyas Başsoy ile yeni kitabı Bizsiz Onlar'ı konuştuk.
Her kitabın bir yazılış hikâyesi var. Bizsiz Onlar’ın hikâyesi nedir?
Yayınevinin editörlerinden Güçlü Ateşoğlu yazılarımı ve öykülerimi severek okuyormuş. Bu zamanda benim gibi ünsüz veya “az ünlü” birine teklif gelmesi pek görülen bir iş değil ama Güçlü isteyince ona yarısı deneme, yarısı öykülerden oluşan altmış civarında yazı attım. Onların içinden bu seçkiyi yaptık. Kitabın hikayesi böyle başladı
Bana göre kitapta çok daha güzel hikâyeler olmasına karşın kitaba ismini veren hikâye Bizsiz Onlar olmuş. Niçin bu hikâyeyi kitap ismi olarak tercih ettiniz?
Kitabın adı “Bizsiz Onlar” mı, yoksa “Güvercin Patlaması” mı olsun diye bir hayli düşündüm. Karar veremeyince sosyal medyada sordum. Bizsiz Onlar açık ara önde çıktı.
Çöplük isimli hikâyenizde kelimeleri çöpe atılmış olarak görüyoruz. Adalet, özgürlük, emek ve devrim gibi kelimeler çöplükte ama umut sözcüğünü burada göremiyoruz. Sahi, nerede umut?
“Umudunu kaybetme” deriz ya hep… Bence umut uzun zamandır kayıp. Zoraki bir evlilik yaşayan, bu arada şiddet gören, bir yandan da evin tüm yükünü çeken kadınlar gibiyiz. Yarın “herif”in borçlarını da biz ödeyeceğiz. Dövülüyoruz, tecavüze uğruyoruz ve bulaşıkları yıkıyoruz. Daha az kötüye razı olmak bile derin umutsuzluğumuzun göstergesi. Umut kayıp ama bu, onu aramayacağımız anlamına gelmiyor elbette.
Gerek isimli hikâyenizde “erkek bir gereklilik bağımlısı” ifadesi geçiyor. Ne demek gereklilik bağımlısı? Niçin böyle düşünüyorsunuz?
O öyküde kahramanın adı “Erkek”. Hepimizin içinde bizi komutlar veren bir biz var. Şunu yapmalısın, böyle demelisin, kaç, koş, sarıl, küfret… Sürekli kendimizden emir alıyoruz ve bunun farkında bile değiliz. Ben “gereklilik bağımlılığın”, uyuşturucu bağımlılığından daha beter bir hastalık olduğunu düşünüyorum. Öyküdeki Erkek, İstiklal Caddesi’nin bir ucundan öteki ucuna gidip geldiği bir gün, hayatının ilk gereksiz hareketlerini yapmanın endişesini yaşıyor.
"HİÇBİR HAYRANIMI ÖLDÜRMEYE NİYETİM YOK"
“Cıva tutkunu” tanımlaması çok hoşuma gitti. Kimler bu cıva tutkunları?
Tıpkı gereklilik bağımlılığı gibi bir başka çağdaş pandemi, “an tutkunu” olmak. Kapitalizm “anı yaşa” diye emrediyor, beynimizi yıkıyor. An cıva gibi bir şey aslında, hiç kimse “an”ı yaşayamaz. Cıva nasıl avucunuzda durmazsa, an da durmaz. Yani kapitalizm bizi olmayacak duaya amin demeye zorluyor. “An”ı yakalama telaşıyla nehirdeki kabuk olduğumuzu unutup bir dala tutunmaya çalışırız.
Bakış isimli hikâyenizde sanki günümüz medya camiasına göndermeler var. Bu hikâyenin gerçek kahramanları var mı yoksa tamamen kurgu mu?
Ben o mekanı aklımda her nedense Cağaloğlu’ndaki eski Cumhuriyet Gazetesi olarak kurguladım. Yaşlı yazar da aklımda yine her nedense Haluk Şahin’di, başka bir sürü insan da olabilirdi ama Haluk Abi geldi aklıma yazarken. Genç yazar da adı hatırlanmaya değmeyecek bir sürü boş beleş tip işte. Göz zahiri tanımlar.
Hayranım ve Ben isimli öykünüzde okuyucu için özetle, evet bugüne kadar hep yanımda oldun ama mavi panjurlu evimde miskin miskin oturma hakkımı da elimden aldın, diyorsunuz. Yazar açısından baktığımızda okuyucu tarafından değer görülmek bir yük müdür?
Elbette değil, hiçbir hayranımı öldürmeye niyetim yok. Ama yazarı kaleme, ressamı fırçaya, müzisyeni enstrümana bağlayan o dışavurumun temel motivasyonu ne? Bir tiyatrocu veya şarkıcının alkışlarla yaşaması gibi, bir yazar da yazdıklarının dikkate alınmasıyla bir işe yaradığı hissine kapılıyor. Bunu yüce bir his diye pazarlayanlar da olur, benim şüphelerim var. O öyküyü de bu şüphelerle yazmıştım.
Müzik ve mizahı biliyoruz. Hikâyelerinizde başka nelerden besleniyorsunuz?
Sanırım en çok sokaktan. İşim gereği her tür insanla sohbet ediyorum. Hepimiz bir duvarlar arasına gizlenmiş, içimizdeki sadist benin emirlerine uyma telaşıyla cıvaları avuçluyoruz. Kitabın özeti gibi oldu… O duvarları aşıp, insanların bahçesine girdiğimde inanılmaz hikayelerle karşılaşıyorum.
Son olarak zor bir dönemden geçiyoruz. Sanatın iyileştirici gücünden hep bahsedilir. Bu dönemde ne okuyalım, neler dinleyelim?
Ben iyileşmek istemiyorum, iyileşme arzumuza bir limit koymalıyız. Yılda bir ay tatil yapıp “iyi hissetmeyi” umabiliriz belki… Bu kadar kötülüğün içinde iyi olmaya çabalamak gerçeklikle aramıza aşılamaz bir mesafe koyuyor. Sırf bu his özlemiyle inanılmaz tavizler veriyoruz, bu his bizi pasif bireylere döndürüyor... Suriye’de IŞİD,pazarda domates seçerken görebileceğiniz bir teyzeyi sokak ortasında infaz etmişti. Videoyu dikkatle izledim birkaç kez… Kadın son saniyeye kadar o tetiğin basılacağına inanmıyordu.Ve gitgide emin oldum ki, iyi hissetmeye çalışıyordu.
BİR YAZARA SORDUM: 8 KISA SORU, 8 KISA CEVAP
Satın aldığınız ilk albüm
IronMaiden’in aynı adlı ilk albümü sanırım.
Son zamanlarda baştan sona dinlediğiniz albüm
Mor ve Ötesi’nin Sirenler’i.
Sinemada ilk izlediğiniz film
Yazlıkta açık hava sinemalarını saymazsak, kapalı salonda ilk Star Wars.
En sevdiğiniz yönetmenlerden üçü
David Fincher, Terrence Malik, MartinScorsese
Son okuduğunuz üç kitap
Faruk Duman’dan Sus Barbatus 3, Thoreau’danWalden, CraigThompson’dan Örtüler
Sizi etkileyen üç film
ThereWill Be Blood, Bir Zamanlar Anadolu’da, Cool Hand Luke
İzlediğiniz ilk tiyatro oyunu
Devekuşu Kabare’lerle büyüdük.
Gün içinde en çok kullandığınız kelime
“Özdek” :)