Tamer Uysal yazdıToplumcu Şiirimizde Garip İzleri…“Bu umut özgür olmanın kapısı;
Mutlu günlere insanca aralık.
Bu sevinç mutlu günlerin ışığı;
Vurur üstümüze usulca ürkek”...(Oktay Rıfat) Her geçen gün biraz daha fazla baskı altına alındığımız toplumsal koşullarla yaşamaktayız. Ekonomik koşullar, hayat pahalılığı, sık sık karşılaştığımız zam haberleri, enflasyon denilen canavar ve bir türlü sonu gelmeyen ekonomik paketler hangimizi garipleştirmiyor ki? Hangimiz biraz garip, hangimiz biraz şair değiliz? Aziz Nesin’in “Türkiye’de her üç kişiden beşi şairdir” demesi belki de bundan…
Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet Anday ve Ali Oktay Rıfat’ın 1937’de Varlık dergisindeki çıkışları Orhan Veli’nin öncülüğünde “Garip” olarak meyvesini vermişti. Orhan Veli “İstanbul Türküsü” adlı şiirinde şöyle diyordu:
İstanbul’da, Boğaziçi’nde,
Bir fakir Orhan Veli’yim;
Veli’nin oğluyum,
Târifsiz kederler içinde.
Urumelihisarı’na oturmuşum;
Oturmuş da bir türkü tutturmuştum:
"İstanbulun mermer taşları;
Başıma da konuyor, konuyor aman, martı kuşları;
Gözlerimden boşanır hicran yaşları;
Edalı’m,
Senin yüzünden bu hâlim."
"İstanbulun orta yeri sinama;
Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama;
El konuşur, sevişirmiş; bana ne?
Sevdalı’m,
Boynuna vebâlim!"
İstanbul’da, Boğaziçi’ndeyim;
Bir fakir Orhan Veli;
Veli’nin oğlu;
Târifsiz kederler içindeyim.
Orhan Veli ve arkadaşlarının şiiri sanat çevrelerinde sevildiği kadar eleştirilmiştir de… Şair Murathan Mungan’ın “Bir Garip Orhan Veli” adlı oyunu ilk kez 1981’de, daha sonra da defalarca sahnelenmiş, şiirleri de her dönem ilgi görüp tartışılmıştır. Son şiirinin karalamasını bir diş fırçasına saran Orhan Veli’ninki kısacık bir yaşamdı… Ardında etkili ve güzel şiirler bırakan Oktay Rıfat’ı 1950 yılında kaybetmişiz. Şairliğinin yanı sıra roman yazarı, denemeci ve oyun yazarı olan Melih Cevdet Anday’ı ise 2002’de çok yakın bir tarihte kaybettik (Kasım ayı içinde yitirilen Orhan Veli ile Melih Cevdet’in anısına geçtiğimiz günlerde de İstanbul’da bir şiir dinletisi gerçekleşti). Doğum tarihleri gibi ölüm yıldönümleri de yakın olan iki şairimizin anısına Garip şiirine farklı bir başlıkla bakmak yararlı olur umarız…
Garip şiir akımı ile ilgili birçok eleştiri yapılmıştı. Türkiye’ye arabesk ve argo dilin garip şiiriyle girdiği söylenmişti. Acaba bu böyle mi?Arabesk, kültürümüzde özellikle 1970’li yıllarda başlar. Kırdan kentlere göç sonucunda özellikle kentlerde kır özelliği taşıyan ve kent sorunlarını da en çok hisseden insanların yaşadığı varoşlar ve gecekondu arabeskin çıkıp ülkeyi sardığı önemli bir geçiş kültürünün ürünü olmuştur.
Şiir akımı diyoruz, fakat Metin Eloğlu gibi Garip’ten etkilenmiş bazı şairler bile Orhan Veli ve arkadaşlarının şiir anlayışlarının bir akım olmadığını öne sürmüşlerdi. garip şiiri birçok şair tarafından olumlu ya da olumsuz biçimde eleştiri aldı. Kimine göre şiirimize değişim ve yeni bir soluk getirmiş, şiire olan ilginin çoğalmasını sağlamıştı. Metin Eloğlu, Erdoğan Alkan gibi şairler, yazarlar Garip’in şiire olumlu olumsuz özellikler kattığını belirtmişlerdir. Erdoğan Alkan arabesk tutumla Garip şiiri arasında bir yakınlık duyumsarken, Metin Eloğlu Garip’in bir akım olmadığını, şiirimizde yavanlıkları, yıpranmışlığı, boşunalığı öteleyen doğal bir aşama olduğunu söylüyordu…
O dönemden adları anılanlar da onlardı, değerleri anlaşılan da onlardı… Zira Metin Eloğlu’nu tanımlarken de Garip’ten etkilenişini, özgünlüğünü korumuş olmasına bağlayanlar vardı. Örneğin onunla konuşan Behzat Ay gibi…
Garip ülkeye soktuysa ya da en azından ilk olarak oraya uzanıyorsa, arabeske biraz değinmek gerek; Kültürümüzde özellikle 1970’li yıllarda başlayan kırdan kente göçle özellikle varoşlarda başlayan arabesk önemli bir “geçiş kültürü” sayıldı. Bu saptama sosyolog Emre Kongar’a ait. O zaman varolan istatistiksel bilgiler halen 3 kişiden birisinin gecekonduda yaşam sürdüğünü göstermekte idi. Bu oran 20-25 milyon kişiye karşılık olduğuna göre tutulmasının nedeni kolaylıkla açıklanabilirdi de...
Garip şiiriyle gecekondu şarkıları (sadece gecekonduların mı, o da tartışılır ya) arasında bir bağlantı kurulmasına dönersek; Orhan Veli’nin 1936-37 yılları arasında şiirlerini yayınlamaya başladığı sıralarda Türkiye’nin ilk Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel döneminde klasikleri çeviren yazarlar arasında bulunduğu da kayda değer. Göç ile arabesk olgusu ise özellikle 1950’lerden sonra başlıyor…
Çağdaş şiirimiz Nazım Hikmet’in ilkini yurtdışında yayınlandıktan sonra 1929’da Türkiye’de çıkmış ikinci şiir kitabı “835 Satır”la başlar. 1941 yılında görünen Garipçiler ise şiire yenilik ve yaygınlık getirmiş, şiiri geniş kitlelere benimsetmişti. Ancak birinci yeni olarak da adlandırılan Garip’in ardından Nazım Usta’yla başlayan toplumcu şiire yeniden dönülmüş, 1950’li yılların sonundaysa İkinci Yeni adıyla farklı bir şiir anlayışı gelişmiştir. Fakat 1970’li yıllarla beraber bu şiir akımını da terkeden veya içinde yeralmak istemeyen şairler toplumsal sorunlara dönük toplumcu şiiri öne çıkarmışlardır.
1940-50’li yıllar faşizmden bütün dünyanın giderek bütün insancıl değerlerin etkilendiği yıllardı. Türkiye’de sanat-edebiyat alanında o yıllarda şiirimiz de iki kümeden oluşuyordu. Bunlardan biri toplumcu şiirimize göre farklı, küçük burjuva içerikli Orhan Veli ile yandaşlarının Garip Şiiri, ikinci küme ise toplumcu şiir; topluma yönelik devrimci şiirdi. İkinci gruba girenler bilimsel bilgiyi genç yaşta sindirmiş dünyadaki devrimci eylemle birleştirmiş Nazım Hikmet, Enver Gökçe ve Ahmed Arif gibi şairlerdi. Onlar faşizme karşı pratikte de direniyor ve emekçi kitlelerin yaşamlarını ileriye götürecek devrimci bildiriyi sağlam bir estetik yapıyla okura sunuyordu.
Orhan Veli, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat’ın Türkiye’deki toplumsal koşulların dayatması ile gerçeküstücülük ve dadaizm şiir akımının etkisinde şiirler yazdıklarını görürüz. Bu etki Fransız şairlerden yapmış oldukları çevirilerle başlar ki bunlar içerisinde başı çekenler Charles Pierre Baudelaire, Paul Verlaine, Arthur Rimbaud, Stephane Mallarmé ve Gerard de Nerval olur. Orhan Veli’nin 1936-1937 yılları arasında yazdığı bazı şiirlerde bu izleri açıkça görmek mümkündür. Ancak bu şiirler tamamen yazınsal kurallar ve kalıplar içinde yazılmış yani ölçülü ve uyaklı şiirlerdi
Gerçeküstücülük giderek toplumsal gelişmelerin ve sanattaki arayışların etkisiyle değişir. Önceleri bireyci ve imgeci olan bu tarz 1930’lardan sonra ikinci gerçeküstücülük bildirisinin yayınlanmasıyla toplumsal ve gerçekçi bir biçime dönüşür. Louis Aragon ve Paul Eluard’ın başını çektiği bu ikinci gerçeküstücüler çıkardıkları dergiye de “Devrimin Hizmetinde Gerçeküstücülük” adını verirler. Orhan Veli, Oktay Rıfat ile Melih Cevdet Anday da bu ikinci gerçeküstücülüğü izlerler. Onlar da artık toplumsal baskıların etkisiyle toplumcu dizeleri ancak bireyci olanların arasına da olsa sıkıştırıp şiirlerinde kullanmaya başlarlar.
Sovyet devriminin şairi Vladimir Vladimiroviç Mayakovski’nin deyişiyle şiir toplumsal bir soruna çözüm getirmeliydi. Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rıfat’ın çabaları Türkiye’ye böylesi şiir getiriyordu. Üstelik şiiri getirmekle kalmıyor, Eluard ve Aragon gibi gerçeküstücülükten kopan iki büyük şairin etkisiyle Türkiye’de eleştirel gerçekçiliğin zeminini de hazırlıyordu.
Atom insanlığı tehdit etmeye başlamış uygarlığın yerini barbarlık almıştır. Sanayileşme yüzünden göç büyük bir sorundur. Bütün bu dış etkenler ve sorunlar gerçeküstücü ozanları etkiler. En çok da kendi iç dünyalarını, çocukluklarından kaynaklanan nevroz bunalımını etkiler.Peki nasıl kurtulacaklardı bu bunalımdan? Tabi bilinçaltını boşaltarak. Yani acı gerçeklerle mutlu çocukluk günlerine uzanan tatlı düşleri kaynaştırarak. Gerçeküstücüler 1924 tarihli Birinci Gerçeküstücülük Bildirisi’nde şiir etkinliğini şöyle tanımlıyorlar: “Gerçeküstücülük şimdiye dek ihmal edilmiş belli çağrışım biçimlerinin yüce gerçeğine, rüyanın büyük gücüne, düşüncenin özgür oyununa inançtır. Tüm diğer ruhbilimsel mekanizmaları yıkmak ve yaşamın temel sorunlarının çözümünde başka ruhbilimsel mekanizmaların yerini almak amacını güder”.
Tanımdan şu sonuç çıkartılabilir: Düşünce gerek yazılı veya sözlü gerekse başka bir tarzda olsun aklın denetimi olmadan, hiçbir estetik amaç ve toplumsal kural tanımadan doğrudan aktarılıyor. Böylece bilinçaltındaki ürünler özgürce verilebiliyor. Peki bilinçaltı sanatta neden böyle birden ağırlık kazanıyordu? Çünkü gerçeküstücülüğün doğduğu, sürdüğü yüzyılda bunalım ve çelişkiler keskinleşmiştir. Gerçeküstücülüğü ortaya çıkartan André Breton ve Louis Aragon’un; her ikisinin de tıp öğrencisi olmaları da rastlantısal değil. Bu dönemin koşullarının ortaya çıkarttığı bir şey. Breton 19 yaşında askere alındığında Birinci Dünya Savaşı sürüyordu. Tıp öğrencisi olması 1915 yılında askere alınmasından sonra çeşitli nöro-psikiyatrik kliniklerde çalışarak ruh hastaları üzerinde inceleme olanağı bulmasını sağlamıştır.
Şiirsel değeri bilinmeyeni işleme tekniğinden gizemli iletişimlere göre evren ve insan bilincinin kilit altına aldığı tüm öteki şeyleri işleme tekniğinden doğuyordu. Gerçeküstücülükten önce onunla paralel gelişen başta Orhan Veli, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat’ın da etkilendiği bir akımın, dadaizmin öncüsü Tristan Tzara’nın deyişiyle yaşama bir başkaldırı değil toplumun tüm değer yargılarına, sanatına bir başkaldırıdır. Gerçeküstücülük nasıl geleneksel ve aktüel olanı aşarak bilinçaltının, düş ile hayal gücünün özgürlüğünü isteyen bir görüşse dadaizm de insanların yıkılışından, dünyadaki karışıklıktan umutsuzluğa düşmüş hiçbir şeyin sağlam ve sürekli olduğuna inanmayan kimselerin ruhsal durumlarının sonucunda ortaya çıkmış bir görüştür.
Dadaist görüş fazla uzun ömürlü olamadı. Yerini gerçeküstücülüğe bıraktı. Öte yandan Orhan Veli, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet ile gerçeküstücülüğün Türkiye yazınına da girmesini sağladı, tabi ardından eleştirel gerçekçiliğinde. Dadaizmin amacı, savaşa etken bir tavırla karşı çıkmak, savaşa neden olan burjuvazinin yozlaşmış değer yargılarına ve bozulmuş yapısına onur ve ahlaka uygun yeni bir anlam kazandırmak olarak özetlenebilir. Dadaistlere göre, insancıl olan her şeyin üstüne çöreklenip onu örten ve gizleyen aşırı duyarlılık ve yapmacıklık, yukardan atıp tutan kötü bir zevk sanatın her alanında egemen olduğundan burjuvaziye ait bütün kurum ve kuruluşlarla birlikte sanatının da yıkılması gerekmekteydi.
Orhan Veli 1941 yılında yazdığı ve Garip Şiirinin manifestosu sayılan önsözde görüşlerini şöyle açıklıyordu: “Bugüne kadar burjuvazinin malı olmaktan ve yüksek sanayi devrinin başlamasından evvel de dinin ve feodal zümrenin köleliğini yapmaktan başka hiçbir işe yaramayan şiirde değişmeyen tek şey egemen sınıfların zevkine hitap etmiş olmaktır. Egemen sınıfları yaşamak için çalışmak zorunda bulunmayan insanlar teşkil ediyor, şiir de onların zevkine sunuluyordu. Ama yeni şiirin dayandığı zevk artık azınlığın oluşturduğu o sınıfın zevki değildir. Bugünkü dünyayı dolduran insanlar, yaşama hakkını sürekli bir didişmenin sonunda buluyorlar, şiir de onların hakkıdır, onların zevkine hitap edecektir. Fakat bu kitlenin ihtiyaçlarını eski edebiyatın aletleriyle anlatmak demek değildir. Mesele bir sınıfın ihtiyaçlarının müdafaasını yapmak değil, sadece zevkini aramak, bulmak ve onu hâkim kılmaktır. Şimdiye kadar edebiyatımıza şekil veren bütün kalıpları atmalı, yapıyı temelinden değiştirmeliyiz”…
Orhan Veli yazısında sembolistleri birinci sürrealist manifestoda sözü edilen ruhsal otomatizmi salt sözcük oyunlarına başvurarak düşünce ve sanatın çıkış noktası olarak ele almalarını eleştiriyor, zekâ hokkabazlığına düşmek yerine bilinçaltını kullanmakta ustalığın mühim olduğunu belirtiyordu. O’na göre şiirde şairânelik değil tamamındaki anlam önemliydi. Melih Cevdet Anday, Garip şiirini düşünceden yola çıkan duygu yüklü şiir olarak tanımlandırıyor ve “Telgrafhane” adlı şiirinde;
Uyuyamayacaksın
Memleketinin hali
Seni seslerle uyandıracak
Oturup yazacaksın
Çünkü sen artık o eski sen değilsin
Sen simdi ıssız bir telgrafhane gibisin,
Durmadan sesler alacak
Sesler vereceksin
Uyuyamayacaksın
Düzelmeden memleketinin hali
Düzelmeden dünyanın hali
Gözüne uyku girmez ki
Uyumayacaksın
Bir sis çanı gibi gecenin içinde
Ta gün ışıyıncaya kadar
Vakur metin sade
Çalacaksın
diyordu. Garip’te biçimden öte toplumsal koşullara karşı gittikçe özellikle Melih Cevdet Anday’la artan bir tepki vardı. Sonuç olarak da evrim geçirdi ve tarih içinde yer aldı. Doğal olması gerektiği gibi yerini toplumcu şiirimize bıraktı. Tepkilerimizin özünde varolması gereken aldatıcı, yanıltıcı, sabun köpüğünden olmamak, kalıcı, temel bir direnç gösterebilmek değil midir? Buna bir tür başkaldırı da denebilir. Şiirde de, sanatta da, soluklandığımız her alanda zaten yaşamak gecenin tüm karanlığına rağmen buğulu bir cama güneşi çizebilmektir, özetle Albert Camus’nun dediği gibi “Yaşamak Direnmektir”…
Temel Kaynak: Şiir Sanatı, Erdoğan Alkan, Yön Yayıncılık 1995 (Yeni baskı İnkılap Kitabevi 2005).
Mutlu günlere insanca aralık.
Bu sevinç mutlu günlerin ışığı;
Vurur üstümüze usulca ürkek”...(Oktay Rıfat) Her geçen gün biraz daha fazla baskı altına alındığımız toplumsal koşullarla yaşamaktayız. Ekonomik koşullar, hayat pahalılığı, sık sık karşılaştığımız zam haberleri, enflasyon denilen canavar ve bir türlü sonu gelmeyen ekonomik paketler hangimizi garipleştirmiyor ki? Hangimiz biraz garip, hangimiz biraz şair değiliz? Aziz Nesin’in “Türkiye’de her üç kişiden beşi şairdir” demesi belki de bundan…
Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet Anday ve Ali Oktay Rıfat’ın 1937’de Varlık dergisindeki çıkışları Orhan Veli’nin öncülüğünde “Garip” olarak meyvesini vermişti. Orhan Veli “İstanbul Türküsü” adlı şiirinde şöyle diyordu:
İstanbul’da, Boğaziçi’nde,
Bir fakir Orhan Veli’yim;
Veli’nin oğluyum,
Târifsiz kederler içinde.
Urumelihisarı’na oturmuşum;
Oturmuş da bir türkü tutturmuştum:
"İstanbulun mermer taşları;
Başıma da konuyor, konuyor aman, martı kuşları;
Gözlerimden boşanır hicran yaşları;
Edalı’m,
Senin yüzünden bu hâlim."
"İstanbulun orta yeri sinama;
Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama;
El konuşur, sevişirmiş; bana ne?
Sevdalı’m,
Boynuna vebâlim!"
İstanbul’da, Boğaziçi’ndeyim;
Bir fakir Orhan Veli;
Veli’nin oğlu;
Târifsiz kederler içindeyim.
Orhan Veli ve arkadaşlarının şiiri sanat çevrelerinde sevildiği kadar eleştirilmiştir de… Şair Murathan Mungan’ın “Bir Garip Orhan Veli” adlı oyunu ilk kez 1981’de, daha sonra da defalarca sahnelenmiş, şiirleri de her dönem ilgi görüp tartışılmıştır. Son şiirinin karalamasını bir diş fırçasına saran Orhan Veli’ninki kısacık bir yaşamdı… Ardında etkili ve güzel şiirler bırakan Oktay Rıfat’ı 1950 yılında kaybetmişiz. Şairliğinin yanı sıra roman yazarı, denemeci ve oyun yazarı olan Melih Cevdet Anday’ı ise 2002’de çok yakın bir tarihte kaybettik (Kasım ayı içinde yitirilen Orhan Veli ile Melih Cevdet’in anısına geçtiğimiz günlerde de İstanbul’da bir şiir dinletisi gerçekleşti). Doğum tarihleri gibi ölüm yıldönümleri de yakın olan iki şairimizin anısına Garip şiirine farklı bir başlıkla bakmak yararlı olur umarız…
Garip şiir akımı ile ilgili birçok eleştiri yapılmıştı. Türkiye’ye arabesk ve argo dilin garip şiiriyle girdiği söylenmişti. Acaba bu böyle mi?Arabesk, kültürümüzde özellikle 1970’li yıllarda başlar. Kırdan kentlere göç sonucunda özellikle kentlerde kır özelliği taşıyan ve kent sorunlarını da en çok hisseden insanların yaşadığı varoşlar ve gecekondu arabeskin çıkıp ülkeyi sardığı önemli bir geçiş kültürünün ürünü olmuştur.
Şiir akımı diyoruz, fakat Metin Eloğlu gibi Garip’ten etkilenmiş bazı şairler bile Orhan Veli ve arkadaşlarının şiir anlayışlarının bir akım olmadığını öne sürmüşlerdi. garip şiiri birçok şair tarafından olumlu ya da olumsuz biçimde eleştiri aldı. Kimine göre şiirimize değişim ve yeni bir soluk getirmiş, şiire olan ilginin çoğalmasını sağlamıştı. Metin Eloğlu, Erdoğan Alkan gibi şairler, yazarlar Garip’in şiire olumlu olumsuz özellikler kattığını belirtmişlerdir. Erdoğan Alkan arabesk tutumla Garip şiiri arasında bir yakınlık duyumsarken, Metin Eloğlu Garip’in bir akım olmadığını, şiirimizde yavanlıkları, yıpranmışlığı, boşunalığı öteleyen doğal bir aşama olduğunu söylüyordu…
Erdoğan AlkanMetin Eloğlu’na göre Garip’in tutumunu anlamayanlar onu bir moda sanarak değerlendiriyor, gerçek kökenini sezenlerse onu ustaca yorumlayanlar, katkıda bulunanlar oluyordu. Ahmet Hamdi Tanpınar ise Orhan Veli’yi yenilikçi olarak değerlendirmekle birlikte popülizmin temsilcisi olmakla nitelendiriyor ve şiirde yarattığı tipi benliksiz, sadece varolmakla yetinen birisi olarak görüyordu. Ancak Tanpınar’a göre de Garip akımı şiirde, hem dilin hem de amacın birlikte değişmesini istiyordu.Orhan Veli, ilk önsözlerinde, yazılarında hiçbir çizgi sorununa değinmiyor, salt şiirin şaşmaz ilkelerini tanımlamaya çalışıyordu. Aslında bu ilkeler, yasallaşamaz, kurallaşamaz, çağdaş, gündeş ilkelerdi. Metin Eloğlu’na göre bu açıdan şiirimize sarılanlar bir gelişim gücünü yansıtabiliyor ama ille de kendi toplumsal, düşünsel, sanatsal kişiliklerini, özgünlüklerini saptayarak var kılınmışa öykünmeden…
O dönemden adları anılanlar da onlardı, değerleri anlaşılan da onlardı… Zira Metin Eloğlu’nu tanımlarken de Garip’ten etkilenişini, özgünlüğünü korumuş olmasına bağlayanlar vardı. Örneğin onunla konuşan Behzat Ay gibi…
Garip ülkeye soktuysa ya da en azından ilk olarak oraya uzanıyorsa, arabeske biraz değinmek gerek; Kültürümüzde özellikle 1970’li yıllarda başlayan kırdan kente göçle özellikle varoşlarda başlayan arabesk önemli bir “geçiş kültürü” sayıldı. Bu saptama sosyolog Emre Kongar’a ait. O zaman varolan istatistiksel bilgiler halen 3 kişiden birisinin gecekonduda yaşam sürdüğünü göstermekte idi. Bu oran 20-25 milyon kişiye karşılık olduğuna göre tutulmasının nedeni kolaylıkla açıklanabilirdi de...
Garip şiiriyle gecekondu şarkıları (sadece gecekonduların mı, o da tartışılır ya) arasında bir bağlantı kurulmasına dönersek; Orhan Veli’nin 1936-37 yılları arasında şiirlerini yayınlamaya başladığı sıralarda Türkiye’nin ilk Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel döneminde klasikleri çeviren yazarlar arasında bulunduğu da kayda değer. Göç ile arabesk olgusu ise özellikle 1950’lerden sonra başlıyor…
Çağdaş şiirimiz Nazım Hikmet’in ilkini yurtdışında yayınlandıktan sonra 1929’da Türkiye’de çıkmış ikinci şiir kitabı “835 Satır”la başlar. 1941 yılında görünen Garipçiler ise şiire yenilik ve yaygınlık getirmiş, şiiri geniş kitlelere benimsetmişti. Ancak birinci yeni olarak da adlandırılan Garip’in ardından Nazım Usta’yla başlayan toplumcu şiire yeniden dönülmüş, 1950’li yılların sonundaysa İkinci Yeni adıyla farklı bir şiir anlayışı gelişmiştir. Fakat 1970’li yıllarla beraber bu şiir akımını da terkeden veya içinde yeralmak istemeyen şairler toplumsal sorunlara dönük toplumcu şiiri öne çıkarmışlardır.
1940-50’li yıllar faşizmden bütün dünyanın giderek bütün insancıl değerlerin etkilendiği yıllardı. Türkiye’de sanat-edebiyat alanında o yıllarda şiirimiz de iki kümeden oluşuyordu. Bunlardan biri toplumcu şiirimize göre farklı, küçük burjuva içerikli Orhan Veli ile yandaşlarının Garip Şiiri, ikinci küme ise toplumcu şiir; topluma yönelik devrimci şiirdi. İkinci gruba girenler bilimsel bilgiyi genç yaşta sindirmiş dünyadaki devrimci eylemle birleştirmiş Nazım Hikmet, Enver Gökçe ve Ahmed Arif gibi şairlerdi. Onlar faşizme karşı pratikte de direniyor ve emekçi kitlelerin yaşamlarını ileriye götürecek devrimci bildiriyi sağlam bir estetik yapıyla okura sunuyordu.
Orhan Veli, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat’ın Türkiye’deki toplumsal koşulların dayatması ile gerçeküstücülük ve dadaizm şiir akımının etkisinde şiirler yazdıklarını görürüz. Bu etki Fransız şairlerden yapmış oldukları çevirilerle başlar ki bunlar içerisinde başı çekenler Charles Pierre Baudelaire, Paul Verlaine, Arthur Rimbaud, Stephane Mallarmé ve Gerard de Nerval olur. Orhan Veli’nin 1936-1937 yılları arasında yazdığı bazı şiirlerde bu izleri açıkça görmek mümkündür. Ancak bu şiirler tamamen yazınsal kurallar ve kalıplar içinde yazılmış yani ölçülü ve uyaklı şiirlerdi
Charles Pierre BaudelaireFakat 1937’den sonra yazdığı şiirlerde gerçeküstücülüğün ve dadaizmin etkilerini görürüz. Orhan Veli’nin şiirindeki bu değişimin nedeni Garip’in önsözünde kendisinin de belirttiği gibi ölçü ve uyağı kaldırmak, eski biçimleri atmak, özde şiiri burjuva beğenisinden kurtararak daha geniş kitlelerin yani halkın beğenisine sunmaktı. Tıpkı sembolist şair Rimbaud’nun gibi, İsviçre’de de bir grup genç şair toplumsal kurumlara başkaldırdılar ve bu başkaldırı Fransa’da 1916’da her şeyi alaya alan bir tarz olarak şiire girmişti. 1924’te de Andre Bréton öncülüğünde yine Fransa’da ilk bildirisini yayınlamış olan gerçeküstücülük yani sürrealist şiir akımı ortaya çıkmıştı. Orhan Veli, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet Anday’ı etkileyen bu iki şiir akımı başlangıçta iç içe geçmiş ve benzer özellikler gösteriyordu.
Gerçeküstücülük giderek toplumsal gelişmelerin ve sanattaki arayışların etkisiyle değişir. Önceleri bireyci ve imgeci olan bu tarz 1930’lardan sonra ikinci gerçeküstücülük bildirisinin yayınlanmasıyla toplumsal ve gerçekçi bir biçime dönüşür. Louis Aragon ve Paul Eluard’ın başını çektiği bu ikinci gerçeküstücüler çıkardıkları dergiye de “Devrimin Hizmetinde Gerçeküstücülük” adını verirler. Orhan Veli, Oktay Rıfat ile Melih Cevdet Anday da bu ikinci gerçeküstücülüğü izlerler. Onlar da artık toplumsal baskıların etkisiyle toplumcu dizeleri ancak bireyci olanların arasına da olsa sıkıştırıp şiirlerinde kullanmaya başlarlar.
Sovyet devriminin şairi Vladimir Vladimiroviç Mayakovski’nin deyişiyle şiir toplumsal bir soruna çözüm getirmeliydi. Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rıfat’ın çabaları Türkiye’ye böylesi şiir getiriyordu. Üstelik şiiri getirmekle kalmıyor, Eluard ve Aragon gibi gerçeküstücülükten kopan iki büyük şairin etkisiyle Türkiye’de eleştirel gerçekçiliğin zeminini de hazırlıyordu.
Vladimir Vladimiroviç MayakovskiGarip şiirini Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rıfat’ın yaşadığı toplumsal koşullara bakarak ele almakta yarar var. Türkiye’de komünistlerin baskı altına alınıp ağır bedeller ödediği yıllar onları gerçeküstücülüğe zorlar. Aslında eleştirel gerçekçiliğe bir adım olan ikinci gerçeküstücülük Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rıfat’la birlikte Nazım Hikmet’in şiirlerinde görülür. Nazım Hikmet kendisine yönelik yapılan değerlendirmeye karşılık “Mayakovski’den etkilendiğim ileri sürülüyor, eğer etkilendiğim bir şair varsa o Mayakovski’ den çok Paul Éluard olabilir” diyordu. Eleştirel gerçekçi şiirden etkilendiğini belirtiyordu. Oktay Rıfat da “Ben materyalist ve sosyalistim” diyor ve sanata bakışını açıklıyordu Varlık dergisinde. Eleştirel Gerçekçilik, İkinci Gerçeküstücülük ile Sosyalist Gerçekçilik arasında bir sanatsal tutumdu. Ve bu tutumun adı da Fransa’da Paul Éluard ile Louis Aragon tarafından konmuştur.
Atom insanlığı tehdit etmeye başlamış uygarlığın yerini barbarlık almıştır. Sanayileşme yüzünden göç büyük bir sorundur. Bütün bu dış etkenler ve sorunlar gerçeküstücü ozanları etkiler. En çok da kendi iç dünyalarını, çocukluklarından kaynaklanan nevroz bunalımını etkiler.Peki nasıl kurtulacaklardı bu bunalımdan? Tabi bilinçaltını boşaltarak. Yani acı gerçeklerle mutlu çocukluk günlerine uzanan tatlı düşleri kaynaştırarak. Gerçeküstücüler 1924 tarihli Birinci Gerçeküstücülük Bildirisi’nde şiir etkinliğini şöyle tanımlıyorlar: “Gerçeküstücülük şimdiye dek ihmal edilmiş belli çağrışım biçimlerinin yüce gerçeğine, rüyanın büyük gücüne, düşüncenin özgür oyununa inançtır. Tüm diğer ruhbilimsel mekanizmaları yıkmak ve yaşamın temel sorunlarının çözümünde başka ruhbilimsel mekanizmaların yerini almak amacını güder”.
Tanımdan şu sonuç çıkartılabilir: Düşünce gerek yazılı veya sözlü gerekse başka bir tarzda olsun aklın denetimi olmadan, hiçbir estetik amaç ve toplumsal kural tanımadan doğrudan aktarılıyor. Böylece bilinçaltındaki ürünler özgürce verilebiliyor. Peki bilinçaltı sanatta neden böyle birden ağırlık kazanıyordu? Çünkü gerçeküstücülüğün doğduğu, sürdüğü yüzyılda bunalım ve çelişkiler keskinleşmiştir. Gerçeküstücülüğü ortaya çıkartan André Breton ve Louis Aragon’un; her ikisinin de tıp öğrencisi olmaları da rastlantısal değil. Bu dönemin koşullarının ortaya çıkarttığı bir şey. Breton 19 yaşında askere alındığında Birinci Dünya Savaşı sürüyordu. Tıp öğrencisi olması 1915 yılında askere alınmasından sonra çeşitli nöro-psikiyatrik kliniklerde çalışarak ruh hastaları üzerinde inceleme olanağı bulmasını sağlamıştır.
Yaprak dergisi 3. sayıAndré Breton, Louis Aragon, Philiphe Soupault, Robert Desnos ve Paul Éluard gibi ozanların içinde yeraldıkları gerçeküstücülük, kurucularının ve bu akımı tutmuş olanların savlarına göre “gerçek yaşamı deneme ve anlatma biçimidir”. Şiirde Comte de Lautréamont ve Arthur Rimbaud’nun önceden sezdiği şeyi, yaşamın tüm yanlarını, görünümlerini üstlenen bir varolma davranışını eylemli olarak ele geçirmenin deneysel başlangıcıdır. Gerçeküstücülük alışılmamışın doğurganlığıydı.
Şiirsel değeri bilinmeyeni işleme tekniğinden gizemli iletişimlere göre evren ve insan bilincinin kilit altına aldığı tüm öteki şeyleri işleme tekniğinden doğuyordu. Gerçeküstücülükten önce onunla paralel gelişen başta Orhan Veli, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat’ın da etkilendiği bir akımın, dadaizmin öncüsü Tristan Tzara’nın deyişiyle yaşama bir başkaldırı değil toplumun tüm değer yargılarına, sanatına bir başkaldırıdır. Gerçeküstücülük nasıl geleneksel ve aktüel olanı aşarak bilinçaltının, düş ile hayal gücünün özgürlüğünü isteyen bir görüşse dadaizm de insanların yıkılışından, dünyadaki karışıklıktan umutsuzluğa düşmüş hiçbir şeyin sağlam ve sürekli olduğuna inanmayan kimselerin ruhsal durumlarının sonucunda ortaya çıkmış bir görüştür.
Dadaist görüş fazla uzun ömürlü olamadı. Yerini gerçeküstücülüğe bıraktı. Öte yandan Orhan Veli, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet ile gerçeküstücülüğün Türkiye yazınına da girmesini sağladı, tabi ardından eleştirel gerçekçiliğinde. Dadaizmin amacı, savaşa etken bir tavırla karşı çıkmak, savaşa neden olan burjuvazinin yozlaşmış değer yargılarına ve bozulmuş yapısına onur ve ahlaka uygun yeni bir anlam kazandırmak olarak özetlenebilir. Dadaistlere göre, insancıl olan her şeyin üstüne çöreklenip onu örten ve gizleyen aşırı duyarlılık ve yapmacıklık, yukardan atıp tutan kötü bir zevk sanatın her alanında egemen olduğundan burjuvaziye ait bütün kurum ve kuruluşlarla birlikte sanatının da yıkılması gerekmekteydi.
Orhan Veli 1941 yılında yazdığı ve Garip Şiirinin manifestosu sayılan önsözde görüşlerini şöyle açıklıyordu: “Bugüne kadar burjuvazinin malı olmaktan ve yüksek sanayi devrinin başlamasından evvel de dinin ve feodal zümrenin köleliğini yapmaktan başka hiçbir işe yaramayan şiirde değişmeyen tek şey egemen sınıfların zevkine hitap etmiş olmaktır. Egemen sınıfları yaşamak için çalışmak zorunda bulunmayan insanlar teşkil ediyor, şiir de onların zevkine sunuluyordu. Ama yeni şiirin dayandığı zevk artık azınlığın oluşturduğu o sınıfın zevki değildir. Bugünkü dünyayı dolduran insanlar, yaşama hakkını sürekli bir didişmenin sonunda buluyorlar, şiir de onların hakkıdır, onların zevkine hitap edecektir. Fakat bu kitlenin ihtiyaçlarını eski edebiyatın aletleriyle anlatmak demek değildir. Mesele bir sınıfın ihtiyaçlarının müdafaasını yapmak değil, sadece zevkini aramak, bulmak ve onu hâkim kılmaktır. Şimdiye kadar edebiyatımıza şekil veren bütün kalıpları atmalı, yapıyı temelinden değiştirmeliyiz”…
Orhan Veli yazısında sembolistleri birinci sürrealist manifestoda sözü edilen ruhsal otomatizmi salt sözcük oyunlarına başvurarak düşünce ve sanatın çıkış noktası olarak ele almalarını eleştiriyor, zekâ hokkabazlığına düşmek yerine bilinçaltını kullanmakta ustalığın mühim olduğunu belirtiyordu. O’na göre şiirde şairânelik değil tamamındaki anlam önemliydi. Melih Cevdet Anday, Garip şiirini düşünceden yola çıkan duygu yüklü şiir olarak tanımlandırıyor ve “Telgrafhane” adlı şiirinde;
Uyuyamayacaksın
Memleketinin hali
Seni seslerle uyandıracak
Oturup yazacaksın
Çünkü sen artık o eski sen değilsin
Sen simdi ıssız bir telgrafhane gibisin,
Durmadan sesler alacak
Sesler vereceksin
Uyuyamayacaksın
Düzelmeden memleketinin hali
Düzelmeden dünyanın hali
Gözüne uyku girmez ki
Uyumayacaksın
Bir sis çanı gibi gecenin içinde
Ta gün ışıyıncaya kadar
Vakur metin sade
Çalacaksın
diyordu. Garip’te biçimden öte toplumsal koşullara karşı gittikçe özellikle Melih Cevdet Anday’la artan bir tepki vardı. Sonuç olarak da evrim geçirdi ve tarih içinde yer aldı. Doğal olması gerektiği gibi yerini toplumcu şiirimize bıraktı. Tepkilerimizin özünde varolması gereken aldatıcı, yanıltıcı, sabun köpüğünden olmamak, kalıcı, temel bir direnç gösterebilmek değil midir? Buna bir tür başkaldırı da denebilir. Şiirde de, sanatta da, soluklandığımız her alanda zaten yaşamak gecenin tüm karanlığına rağmen buğulu bir cama güneşi çizebilmektir, özetle Albert Camus’nun dediği gibi “Yaşamak Direnmektir”…
Temel Kaynak: Şiir Sanatı, Erdoğan Alkan, Yön Yayıncılık 1995 (Yeni baskı İnkılap Kitabevi 2005).