Yasin DOĞAN, Elif Yitmen DOĞAN, Özlem KAZAZModern sözcüğü ilk olarak, 12. ve 13. yüzyıllardaki geleneksel mimari yani “opus antiquus”a karşı yapılan günümüz yapıları yani “opus modernus” şeklinde, mimaride karşımıza çıkar. Modernite’de akıl yasaları, homojenlik, matematik, geometri, makineleşme ve bunların da dahil olduğu bir evrensellik vardır. (Tunalı, 2010: 241). Modernite akla dayalı bir kavramdır ve bu kavram insana ait yaşam alanında düzen arar. Bu düzeni, bilgide, bilim yasalarıyla, toplumda hukuk ve yasalarla, sanatta ise mimari, plastik sanat, resimle, güzellik, estetik, yüce, trajik gibi genel geçer kavramlarla sağlar. 18. yüzyıl mimarisinde rokoko üslubu ön plana çıkar “style moderne” olarak adlandırılır. 20. yüzyıldan itibaren de sanatsal, kültürel, politik ve düşünsel alanda belirleyici olarak temel bir kavramdır. (Tunalı, 2010: 237)."Marcus Vitruvius’un Mimarlık Hakkında On Kitap adlı eseri, mimarlıkla ilgili bilinen ilk kitaptır"Rönesans öncesi sanat anlayışı olan klasik sanatta, sanatın kalıcılığı ve ölümsüzlüğü fikri söz konusudur ve bu anlayış eserlere yansır. Rönesans ve pozitivizmin ortaya koyduğu mekanist evren düşüncesi ile birlikte evren ve sanat anlayışı hareket kavramının içine girer.Bunun sonucu olarak sanat beğenisi ile anlayışı değişir ve “hareket” kavramı içinde varlığını sürdürür. 17. yüzyılda mimari, resim ve heykeldeki üslubun genel adı olan barok sanatı buna bir örnektir, figürler mekan içinde koşuyormuş gibi hareket kazanır. Rönesans’ta doğa, gerçeklik olarak kavranır. Böylece insan bedeni utanılacak olan değil, varlığın temel bir parçası olur. Bu da sanata natüralist sanat anlayışını getirir. Rönesans’la başlayan modernleşme, insanın kendini, kendi dünyasını ve dünyadaki yerini sorgulaması ve eleştirel bakabilmesiyle ortaya çıkar. Bu eleştirel bakış, sanatı da belirleyecektir. Rene Descartes sorgulamalarının sonucunda insan gözünün makine halini yani “camera obscura”yı (karanlık kutu) üretir ve böylece insan çevresine mesafe kazanır, çevresini nesneleştirir, nesnel bakış kazanır. Böylece hem kendine hem de çevresine eleştirel bakış açısı kazanmıştır. (Erzen, 2012: 48). Rönesans döneminde, Marcus Vitruvius’un Mimarlık Hakkında On Kitap adlı eseri, mimarlıkla ilgili bilinen ilk kitaptır. Kendinden önceki Yunan ve Roma teorik ve teknik yayınlarının özeti niteliğindedir. Mimarlığın nasıl olması gerektiği anlatılır ve Rönesans mimarları bu kitaptaki bilgiler doğrultusunda ilerler.
Marcus VitruviusModern sözcüğünün belirleyiciliği, aynı çağ içinde gelişen pozitivizm, rasyonalizm ve aydınlanma düşüncelerinin temeline dayanır. Aydınlanma düşüncesi, geleneklere karşı çıkarak, insanın düşünce ve duyarlığını aklın sınırları içine koyar. Aydınlanmanın getirdiği sınır çizme hem bilimde, hem felsefede hem de sanatta belirleyici rol oynar. Aydınlanmanın belirleyici olduğu bu yeni sanat anlayışı, resimde, heykelde, edebiyatta ve mimaride karşımıza çıkar. Aydınlanmayla birlikte sanat, beğeni, güzellik, estetik kavramlarının birbirinden bağımsızlaşması ve sınırlarının çizilmesi söz konusudur."Her çağın sanat anlayışı, o çağın dünya görüşü içinde ortaya çıkar ve gelişir"18. ve 19. yüzyıllarda batıda düşünürler tarafından estetik ve sanat üzerine birçok metin ortaya konulmuştur. Bunlara örnek olarak Kant, Hegel, Hume, Baumgarten, burke gösterilebilir. Aydınlanma felsefesinin “öznellik” kavramıyla birlikte, modern sanat neo klasisizm ve romantizm ile “anlama” yönelir. İnsanın sanat yoluyla kendini sorgulaması aydınlanmayla birlikte kendine yönelik eleştirel düşüncesini geliştirmesiyle ortaya çıkar. 18. yüzyıl filozofları olan Kant, Hegel, Schopenauer ve Schiller için genel olarak Aydınlanmayla birlikte sanat, insanın kendini gerçekleştirdiği özgürleşme projesi olacaktır. (Erzen, 2012: 145).Her çağın sanat anlayışı, o çağın dünya görüşü içinde ortaya çıkar ve gelişir. Modern sanatta çağının felsefesi, kültürü ve bilim görüşü içinde gelişir ve ortaya çıkar. Kabaca, çağının kültürü ve felsefesi ekspresyonist, bilim görüşü ise indeterministtir diyebiliriz. (Tunalı, 2010: 179)."Tristan Tzara: Dada, özgürlüktür!"Modern sanat, geleneksel sanata tepki olarak ortaya çıkar. 20. yüzyılın ilk elli yılı modern sanatın etkisi devam eder. Modern sanatın, nesnelerin kendisini obje yapan ve mimetizm (taklitçilik) içeren konventionel sanattan keskin bir kopuş gerçekleştiren, görünüşler dünyasının ışık ve renk duyumlarına dayanan empresyonizmle yani izlenimcilikle başladığı kabul edilir. 1874 yılında Fransa’nın Paris şehrinde ünlü fotoğrafçı Nadar’ın stüdyosunda bir araya gelen ve “Adsız Sanatçılar Birliği” olarak adlandırılan otuz sanatçının resmi salona alternatif olarak düzenledikleri sergide ortaya çıkmıştır. Bir diğer sanat akımı olan ekspresyonizm yani dışavurumculuk ise modern sanatın diğer büyük devridir. Ekspresyonizm, genel duyguların tüm yönleriyle öne çıktığı inançların dile getirilmesidir. Empresyonizmde dış dünya söz konusuyken, ekspresyonizmde “ben” dünyası söz konusudur. Empresyonizmde ışık ön plandayken, ekspresyonizmde renk ön plandadır. Ekspresyonizmde sanat, ruhun sezgisel gücünün bir ifadesidir. Bir diğer sanat akımı olan fütürizm ise, İtalya’da 1909 yılında İtalyan şair Filippo Tomasso Marinetti’nin öncülüğünü yaptığı modern sanat akımıdır. Marinetti’nin yayımladığı “Fütürizm Manifestosu” fütürizmin hayata geçirilmesine öncülük etmiştir. Marinetti’nin Manifestosu bir tür çağrıdır. İtalyan sanatçıları işbirliğine çağırmaktadır. İtalya’da fütürizm etkilerini gösterirken onunla aynı yılda Paris’te İspanyol ressam Pablo Picasso ile Fransız ressam Georges Braque’ın öncülüğünü yaptığı kübizm akımı etkisini gösterir. Kübizm, yeni bir resimsel değil, yeni bir görme biçimi, dünyayı temsil etmenin yeni bir yöntemi olarak döneme damga vuran sanat akımıdır. Modern sanat yeni kavramlarla ortaya çıkmış ve yeni obje alanları ortaya çıkarmıştır. 1916’da ise İsviçre’de Alman şair ve düşünür Hugo Ball’ın Zürich’te açtığı gece kulübü ile sanat lokali arasında bir mekan olan Cabaret Voltaire bir başkaldırı olan dada akımının başladığı yerdir. Ball’ın ilk müdavimlerinden Roman şair Tristan Tzara, 1918 yılında “Dada Manifestosu”nu yazar. Tzara’ya göre, dada; “Bir protestodur; yıkıcı bir eylemdir. Mantığın yerle bir edilmesidir; işte dada budur. Belleğin, arkeolojinin, geleceğin yıkımıdır. Dada, özgürlüktür. Çarpışan renklerin, zıtların birliğinin, grotesk şeylerin, tutarsızlıkların ifadesi; kısacası yaşamın kendisidir (…)”
Tristan Tzara"Charles Baudelaire, modern sanatın başlangıcını romantizme dayandırır"Modern sanat anlayışı, 1874’te Paris’te empresyonistlerin açmış olduğu sergiye yapılan eleştirilere karşı Charles Baudelaire, “bu yapıtlar moderndir!” diyerek savunmuş ve literatüre girmiştir. Charles Baudelaire, modern sanatın başlangıcını romantizme dayandırır. (Yılmaz, 2013: 31). Romantizmde tinsellik, sonsuzluk ve renk ön plandadır. Duyarlığı savunan bu çağda, felsefe, sanat, edebiyat ve müzik büyük öneme sahiptir. Edebiyatta, John Keats, Lord Byron, Victor Hugo, Alfred de Musset, plastik sanatlarda Eugene Delacroix, Theodore Gericault, müzikte Schubert, Robert Schuman, Carl Maria von Weber, Chopin önde gelen sanatçılardandır. Felsefi açıdan romantik düşünce rasyonalizmin aksine varlığı duyarlığa dayandırarak değerlendirir. Romantik düşüncenin ilk temsilcileri olarak Herakleitos, Locke, hume örnek gösterilebilir. Romantik felsefe kant ile doğar Schiller, Schelling ve hegel ile doruğa ulaşır. Daha sonra 20.yüzyılda Bergson, Croce, Camus ve Sartre ile romantik anlayış devam eder. (Tunalı, 2010: 227-229).19. yüzyılda karşılaşılan burjuvazi ile iktidar arasındaki gerilim, siyasal ve toplumsal durum o dönemim sanatçısını ve sanatını da etkilemiş olur. Burjuvazi ve sanatçılar arasında, “sanat için sanat” anlayışı söz konusudur. Modern sanattaki devrimler serbest çalışan sanatçılar sayesinde gerçekleşmiştir. Fransız galerici Paul Durand – Ruel’in, Courbet, Monet, Manet, Renoir, Sisley, Degas ve Cezanne gibi sanatçıları pazarlamasıyla akademik çevrenin iktidarı kırılmış olur. Modern sanat, herkesi birbiriyle yarıştıran bir kent kültüründe doğmuş ve gelişmiştir. Bu anlamda modern sanat, burjuva sanatıydı denilebilir. (Yılmaz, 2013: 24). 19.yüzyılda akademidekilerin yanında çalışan ama onları eleştiren Manet, Monet, gibi ressamların yanı sıra yine 19.yüzyılda akademizme alternatif sanatçılardan Auguste Rodin’in Balzac heykeli, ünlü heykeltıraş Brancusi için, modern heykelin başlangıç noktası olur. (Antmen, 2009: 15). Ressam ve aynı zamanda heykeltıraş olan Picasso, “Kadın başı” adlı eseri, kübizm döneminde “Gitar” adlı eseri ve “Boğa başı” adlı eseri ile 20. yüzyıl heykeline yön verir.
Auguste Rodi - Balzac HeykeliEndüstri devrimi ile buharlı makineler, balon, vapur ve 19. yüzyılda buharlı lokomotif, fotoğraf, telgraf, steteskop, sentetik boya, buzdolabı, dinamit, telefon, elektrik ışığı, otomobil, sinema filmi, röntgen gibi keşiflerle dönem insanın yaşamı değişir. Kırsal kesimde yaşantı değişimi ve kentlere göç ile birlikte nüfus artışı gerçekleşir. Bu nedenle imar projeleri ortaya konulur. “Yabancılaşma” kavramı ile yalnızlık duygusu ve bireysellik ön plana çıkar. 20. yüzyılın başında radyo, uçak gibi yeni keşifler toplumu ve dolayısıyla sanatı da etkiler. Teknolojiyi ile sanayi devriminin getirdiklerini onaylayan ve makine estetiğine önem veren akımlar ortaya çıkar. Fütürizm yani gelecekçilik anlamı taşıyan akım bunlardan biridir. (Antmen, 2009: 18).Sanatlar, mekan ve zaman sanatları olarak ayrılırlar. Zamansal sanatta, mimarlık ve kent aslında bizi hem zamansal hem de müziksel olarak etkiler. Kentler sürekli değişim içinde olduğu için bütünüyle tanınamazlar. Dolayısıyla kent tasarımına ve aynı şekilde mimariye zaman açısından bakmak gerekir. Bu zamansal boyut, mimariyi müzikle ilişkilendirir. Hollandalı ressam Piet Mondrian resimlerinde, kentin ritmini ifade ederken caz müzikten esinlenmiştir. (Erzen, 2012: 46-47).Modernizm, yeni bir zaman anlayışını ifade eder; “geçmişi terk etmek, şimdiyi yaşamamak ve sürekli geleceğe bakmak.” Bu zaman anlayışı da müze kültürünü doğurmuştur. (Erzen, 2012: 48). Aydınlanma ile birlikte mekanik ve bilimsel olan, modern dünyanın görüşünü değiştirmiştir. Modernite erken dönemlerinde zamana bir “hareket” vasfı yüklememiş, mekanik, çizgisel bir ilerleme olarak anlamıştır. Fransız mimar Le Corbusier ‘in “Işıldayan Şehir Projesi”nde çizgisel ve mekanik bir düzen söz konusudur. Bu çizimde yer alan konutları “Yaşam Fabrikası” olarak adlandırmıştır. (Erzen, 2012: 49-50).Zaman kavramını Ernst Cassirer, Henri Bergson ve Heidegger gibi düşünürler de ele almıştır. Zaman ve mekan ile ilgili kavramlar, dünyayı nasıl algıladığımızı gösterir.
Sanat, varlık hakkında bir ifadede bulunur. İfade olarak sanatın değerlendirilmesi, gerçekle olan ilişkisine bağlıdır. Felsefe için de gerçek, temel sorunlardan biridir. Heidegger’e göre gerçeği açığa çıkaran sanattır. Heidegger, Sanat Eserinin Kökeni adlı eserinde sanatın “hakikati” ortaya çıkardığını belirtir. (Heidegger’den akt. Nejdet Erzen, 2012: 82). Heidegger için “hakikat”, “varlık” anlamına gelir. Van Gogh’un, Bir Çift Köylü Ayakkabısı eserini ontolojik olarak inceleyen Heidegger için sanat, bu ayakkabıların insan için değerini ortaya koyar. Ayakkabıların kendisi böyle bir gerçeği sunmaz. (Erzen, 2012: 90).Sanatla felsefe arasında yöntem farkı söz konusudur. Felsefe düşünce işidir. Sanat ise sezgisel çerçeve çizer. (Timuçin, 2011: 17). Sezmek, bir şeyi bütünlüğüyle görmektir. Alman estetikçiler, bu sezgisel kavrayışa yani yapıtla bir bütün olmaya “Einfühlung” der. (Timuçin, 2011: 96). Bergson felsefesi de sezgi felsefesidir. Yaşam sürekli yaradılıştır. Yani yaşam atılımdır (elan vital) ve bunu akıl değil, sezgi sağlar. (Tunalı, 2010: 231).Sanat da, canlı bir süreçtir. Sanat mimesis (taklit) yoluyla bir şeyi tekrar ve sonsuz olarak yaşatır. Bir sanatçı eserini ifade ederken onu kendisi gibi yaşar ya da onun yerine geçer. Bergson’a göre, bir edebiyat metnini okumak, birinin duygularını okumak da onları tekrar yaşamakla ve yaratmakla olur. (Erzen, 2012: 79)."Postmodem sözcüğünü ilk kez 19. yüzyılda John Watkins Chapman kullandı"Bayer; “Bergson’da estetikçi, filozofu örter” der. Çünkü Bergson, dilini, adeta sanatçı gibi güçlü bir şekilde kullanması ile sorunların üstesinden gelmesi ve öznelci bakış açısıyla sanattaki bakış açısına yaklaşır. Yine Bayer; “Her sezgisel felsefe, sanatçının evrenini tanıklığa çağırır, öte yandan gerçek bir estetik de sezgi dışında temellendirilemez.” der. (Bayer’den akt. Timuçin, 2013: 83-84).Sonuç olarak, modern sanatta gerçeği simgelerle ifade etmesi ile ve yaratma çabası ortaya koymasıyla sanatçı, bir sezgi insanıdır. Dünyanın ifade edilişi, çoğunlukla içselliğin dışavurumu ve bireysellikle ortaya konulur. Buna karşı olarak amacı modernliğin sunduğu nedensel ve mekanikleşmenin önüne geçmek olan postmodern sanat 1960’lar ve sonrasında kendisini gösterir.Postmodem sözcüğünü ilk kez 19. yüzyılda İngiliz ressam ve eleştirmen John Watkins Chapman’ın kullandığı kabul edilir. J.M. Thompson, 1914’te yayımladığı makalesinde davranış ve inançlardaki değişimi tanımlamak için postmodern sözcüğünü kullandı. Thompson’a yayımladığı makalede modernliğin belirlediği sınırları aşmak gerekiyordu. 1917 yılında felsefi bağlamda “postmodern” terimini Rudolf Pannwitz kullandı. Pannwitz, post-modernizm düşüncesini oluştururken Nietzsche’nin modernliğin çöküşü, sonuçları ve nihilizm hakkındaki görüşlerinden etkilenerek, buna milliyetçi ve efsanevî unsurları da ilave etmişti. Postmodernizm terimi 1926’da yeni sanat ve müzik biçimlerini işaret etmek için B.I. Bell; 1934’te de modernist şiirin zorlayıcı deneyselliğine karşı çıkan Federico de Onis tarafından kullanıldı (Yılmaz, 2013: 204). 1960’lar sonrası postmodern kavramı Avrupa’dan Amerika’ya sıçrayarak, mimarlar tarafından modern ilkeleri aşan bir tür mimari biçimin yeniden yorumlanışını belirtmek üzere kullanıldı. Özellikle 1960 sonrası ve 1970’lerin başında kentsel yaşamın farklı mimari şekillerde ifade edilişlerini görüyoruz. Mimaride olan birtakım değişiklikler modernite de ve postmodernite de önemli yer tutar. Ancak bu değişimlerin postmodern olup olmadığı ise ayrı bir tartışma konusudur. O halde postmodernizm nedir? postmodernizm, Aydınlanma düşüncesine bir tür karşı devrim olarak tanımlanır. Modernizme karşı bir tepki ve kopuşu ifade eder. Edebiyat eleştirmeni olan Terry Eagleton (1987)’de postmodernizm terimini şöyle tanımlar:
Eagleton’un da sözünü ettiği gibi, postmodernizm kendi özerkliğini ilan ederek, moderniteden kopuşu hatta bir geçişi temsil ediyor. Terry Eagleton Postmodernizmin Yanılsamaları eserinde postmodernizmi şu sözleriyle açıklar: “Postmodernizm, bir çağ değişikliği yaratan bu değişimi ‘yüksek’ kültür ile ‘popüler’ kültür arasındaki sınırların yanı sıra sanat ile günlük yaşam arasındaki sınırları da bulanıklaştıran derinlikten yoksun, merkezsiz, temelsiz, özdüşünümsel, oyuncul, türevsel, eklektik, çoğulcu bir sanatta az veya çok yansıtan bir kültürel üsluptur. Bu kültürün ne ölçüde başat ya da kapsayıcı olduğuysa (tamamen geçerli mi, yoksa çağdaş yaşam içerisinde boy gösteren tikel bir alan mı olduğu) tartışılabilir bir konudur” (Eagleton, 2011: 10). Post önekinin önce mi sonra mı anlamına geldiği de tartışmalı konular arasında yerini alır. Örneğin Lyotard’a göre bu önek önce anlamındadır. Lyotard’a göre, postmodern dediğimiz şey aslında modernliğe gebe olan bir şeydir.Postmodern sanat, modern sanatın benimsediği öykünmeci tutumu ve doğa varlığını anlatmaz. Postmodern sanat insanın yaşadığı dünya içindeki varolan tüm endüstri ürünlerini katar. Endüstri ürünlerini sanatın objesi haline getirerek açıklar. Postmodern sanatın bu bakış açısı insanı varolan alanından çıkartarak, onun sadece doğa varlığı içinde olmasını istemez. Bu postmodern dünya içindeki insan, böylece doğaya alternatif olacak şekilde tasarımsal, estetik, sanatsal bir dünya içine girmiş olur. Özellikle böyle bir postmodern dünya Bauhaus’un öne sürdüğü sanat-zanaat bütünlüğü ile kendisini ortaya koyar. Bauhaus’a göre, dünya insanın ona yüklediği duygu, düşünce ve yönelimleriyle insansal, sanatsal ve estetik bir dünya olur. Sanat, müze ve galerilerin kapalı mekanından yaşam mekanına, sokaklara, evlere, evlerin iç mekanına, gündelik kullanım eşyasına kadar yayılır. (Tunalı, ? : 214). Tunalı’ya göre de bütün bu sanatsal ve estetik yaklaşımlar felsefe ve çağdaş bilimler temelinde gerçekleşir. Görülmektedir ki, modern sanatta kullanılan pürizm ve minimalizm yerini çoğulculuğa bırakır.Postmodernizmin, mimarlık alanında 1960’lar sonrası Avrupa’da tartışmalara yol açtığını söylemiştik. Bu tartışmaların nedenleri Rob Krier, Robert Venturi, Michael Graves, Charles Jenks ve Frank Gehry gibi mimar ve yazarların, hem Le Corbusier, Gropius ve Van der Rohe’nin yarattıkları “uluslararası moder mimari biçem”e bir eleştiri başlatmaları, hem de bizzat ‘postmodern’ diye adlandırılan binalar tasarlamalarıdır. (Yılmaz, 2013: 208). Modern mimarlık, süslemeden ve tarihsel göndermelerden ayrışmış bir biçimde oluşur. Gropius, modern mimarlığın ‘yeni bir biçem yaratmaktan çok, olası bütün biçemleri aşması ve geçmişle bütün bağları koparması’ gerektiğine inanıyordu. Ona göre modern insan aklı, mükemmel binalar, işyerleri, koltuklar ve diğer kullanım nesneler- yani mükemmel kent- tasarlayabilirdi. Postmodern mimarlara göre, modern çağda inşa edilen binaların çirkin, soğuk ve insana yabancı bloklar olduğu görüşünü savundular. Tüm kentleri harabeye çeviren modernist mimarlara ilk karşı çıkan mimarlık tarihçisi Charles Jenks olur. Modern mimarlık ona göre, Amerika Birleşik Devletlerinin Missouri eyaletinde, 15 Temmuz 1972’de Minoru Yamasaki tarafından tasarlanan, Pruitt-Igoe mahallesindeki toplu konutlarının yıkılmasıyla olmuştur. Charles Jenks bu olayı şöyle yorumlar: “Binalarda çoğunlukla dar gelirli siyahi aileler oturuyordu. Zamanla çevrede şiddet olayları ortaya çıkmış, yaşamak tehlikeli bir hal alıyordu. Charles Jenks, bu olumsuzluğun, binaların tasarımlarından ve orada yaşayanların eğitimsizliğinden kaynaklandığı belirtiliyor. Ona göre, saf biçem uğruna, binalarda uzun, boş ve tedirgin edici koridorlar (kimliksiz mekânlar) oluşturulmuş, bu da şiddete eğilimli olanların denetlenmesini olanaksız kılmıştır. Anlaşıldığına göre, hem bu saflıktan hem de bir sürü yoksul ve eğitimsiz insanı bir araya getirmekten vazgeçmenin simgesel bir anlamı vardı Jenks için.” (Yılmaz, 2013: 209-210). Daha sonraları bu olaydaki gibi modern biçemin önündeki engeli aşabilmek için, modern tarzdaki yapılarda eskiye göndermeler yapılmaya başlanır. Yapılarda heykel, kabartma, eklektiklik, barok ve gotik eklentiler görülmeye başlanır. Yani birbirleriyle bir araya gelmemesi gereken tüm materyaller birleştirilerek gözler önüne serilir. Örneğin, Kanada asıllı Amerikalı mimar Frank Gehry, Guggenheim Bilbao Müzesini tasarlarken bir mimardan çok heykeltıraş gibi işe başladığını belirtir. Modernist binaların 90 dereceyle birbirine bağlanan hesaplı ve yalın düzlemlerine inat; sanki rüzgârda uçuşan, rastgele bir araya getirilmiş duygusu uyandıran iç ve dış bükey yüzeyli kütlelerden oluşur. Tesadüfen bir araya gelmiş hissini veren eğri yüzeyleri Gehry, ışığı yakalamak için tercih etmiştir. Bilgisayar çağını simgelercesine, Gehry, bu organik görünümlü yapıyı bilgisayar ortamında, üç boyutlu bir tasarım programıyla hazırlar. Biçimine gelince, üstten bakıldığında çırpınan bir canlıya benzer. Nervion nehri kıyısında inşa edilmiş bu yapının titanyum kaplanmış cepheleri, bir balığın pulları gibi parlar. Bina, kenti ortadan ikiye bölen Iparaguirre Sokağı’nın sonuna inşa edilir. “Böyle bir yapının estetik kaygısı var mıdır?”, “Bu yapının bir sanat eseri olduğu söylenebilir mi?” soruları aklımıza gelir."Postmodernizm kendisini edebiyat alanında da gösterir" McHale’in 1987’de yaptığı belirlemesine göre, “postmodern romanın özelliği epistemolojik alandan ontolojik alana doğru kaymasıdır. Sözünü ettiği bu değişim, modernistin, karmaşık ama yine de tekil bir gerçekliğin anlamını daha iyi kavramasına izin veren perspektivizmine karşıt olarak, radikal biçimde farklı gerçekliklerin nasıl bir arada var olabileceği ne, birbirine değebileceğine ve içine geçebileceğine ilişkin soruların ön plana çıkışı yönündeki değişimdir. Kurgu ile bilim kurgu arasındaki sınır bunun sonucunda bayağı bayağı kaybolur; postmodernist roman kahramanları çoğu zaman hangi dünyada bulunduklarını karıştırmış gibidirler ve bu dünyayla nasıl bir ilişki içine girmeleri gerektiğini çıkaramazlar” (McHale’den akt. David Harvey, 2010: 56). Edebiyatta bir arada varolan dünyaların çoğulluğunu vurgulayan McHale, edebiyattaki bu postmodern durumun Foucault’un Heterotopia kavramıyla açıklanabileceğini belirtir. Bu kavram, ortak olarak ölçülemeyeceği halde birbirleriyle üst üste ya da yan yana getirilmiş mekanları anlatır. Bunun sonucunda da kahramanlar “Bu dünya hangi dünya?”, “Kaç tane benliğim var ve hangisi bu dünyada olması gerekiyor?” gibi soruları soracaktır. McHale’in vurguladığı değişimler sinema alanında da kendisini gösterir. Orson Welles’in yönetmenliğini yaptığı Citizen Kane adlı modern tarzın klasik filmi, muhabir olan Kane’in hayatının ve kişiliğinin gizemini çözmek amacıyla onu tanımış olanların farklı anıları ve perspektifleri bir araya getirerek anlatır. Postmodernist bir tutumda olan diğer bir film ise David Lynch’in yönetmenliğini yaptığı Blue Velvet (Mavi Kadife)’dir. Filmin ana karakterini birbiriyle hiç bağdaşmayan ikii dünya arasında gidip geldiğini görürüz. Bir yanda, "drugstore" kültürüyle 50'li yılların Amerikası’nın geleneksel kasaba hayatı, öte yanda uyuşturuculardan, ruh hastalıklarından, cinsel sapkınlıklardan örülmüş tuhaf, şiddet dolu, cinsellik delisi bir yeraltı dünyası filmde vardır. Bu iki dünyanın aynı mekanda var olabilmesi olanaksız gibi görünür, ama ana karakter, hangisinin gerçek olduğundan bir türlü emin olamadan, ikisi arasında gider gelir; ta ki, korkunç bir finalde iki dünya birbiriyle çarpışana kadar. (Harvey, 2010: 65).Postmodernist ressamlardan biri olan David Salle de benzer biçimde, "birbiriyle bağdaşmaz kaynak malzemeler arasından seçmek yeri ne bir alternatif olarak bunları bir kolaj içinde bir araya getirir" (Taylor’dan akt. David Harvey, 2010: 65). Salle’nin Tight As Houses (Evler Gibi Sıkı) adlı eserinde farklı ontolojik dünyaların üst üste gelmesi ve birbirleriyle çarpışması net biçimde görülür. Pfeil (1988) postmodern tanımını ileri götürerek, postmodernizm alanının bütününü, "ötekiliğin düşmanlıkla dolu, oburca aç dünyasının damıtılmış bir gösterimi" olarak tanımlar. Dışavurumculuk ve “action painting”in öncülerinden biri olan Jackson Pollock, sert ve sürekli fırça darbeleriyle boyayı tuvalin üstüne gelişigüzel dökerek yorumlarken, sanatı gerçekliğe katılma ve “happening” olarak anlayan ve resime döken temsilcileri ise Berlew ve Vasarely’dir. Gündelik izlenimleri geometrikleştiren op-art (optical art) akımı da postmodern sanat içine girer. Postmodern sanatın amacı modernliğin sunduğu nedensel ve mekanikselleşmenin önüne geçerek, kişinin kendisini bir tür ifade etme tarzıdır. Sınırları aşmasıdır. Bir tür kişinin kendisini dışavurumudur. Tunalı’nın deyişiyle, “postmodern sanat tüm etkinlikleriyle devrimcidir, avangard’tır” (Tunalı, 2013: 214). Modern sanatın temsilcilerinden olan Manet’in Olympia adlı tablosu, Tiziano’nun Urbino Venüsü’nden esinlenerek yapılır. Manet’in Tiziano’nun tablosundan esinlenme biçimi modernite ile gelenek arasındaki kopuşa işaret ederek, sanatçının geçiş sırasındaki aktif müdahalesine vurgu yapılır. Postmodern resimin temsilcilerinden biri olan Robert Rauschenberg, Velazquez'in Rokeby Venüsü'nden ve Rubens'in Süslenen Venüs’'ünden imgeler kullanıyordu. Sanatçı çok çeşitli görüntüler (kamyonlar, helikopterler, otomobil anahtarları) ve imgelerle fotoğrafik bir orijinali ipek basma tekniğiyle kullanır. Bu nedenle Crimp’e göre, “Manet yalnızca üretiyordu, Rauschenberg ise yeniden üretiyordu. Yaratan özne efsanesi, burada yerini daha önceden varolan imgelerin açık yüreklilikle mülk edinilmesine, alıntılanmasına, parçalar halinde aktarılmasına, biriktirilmesine ve tekrarlanmasına bırakır” (Harvey, 2010: 72).
Manet - OlympiaTüketim ve gösteri kültürünün özellikle cinsiyet rollerini belirlemekteki etkisini irdeleyen fotoğraflarıyla 1980'lere damgasını vuran Cindy Sherman, "İsimsiz Film Kareleri"nde Amerikan filmlerindeki kadın stereotiplerini ele alarak, kendisinin çektiği ve kendisinin rol aldığı fotoğraflarında izleyen/izlenen rollerini tersyüz etmiştir. Gerçeklikle kurgu arasında kalan, bir anlamda kurgusalın yeniden kurgusu olarak okunabilecek imgeleri, kimliğin toplumsal kodlarla şekillendirildiği düşüncesinden hareket eder. Her fotoğrafta farklı bir kimlikte karşımıza çıkar. Postmodern dönemde çağdaş sanatın ifade biçimi haline gelen fotoğraftır. Sherman, fotoğrafın yalan söyleyebilme potansiyelini ve özelliğini gözler önüne sererken, gösteri kültürünün şekillendirdiği yapay kimliklere göndermede bulunur. Fotoğraf, birçok sanatçının da kullandığı bir ifade aracı olmuştur. Rosalind Krauss'a göre, fotoğrafın postmodernizmin başlıca ifade aracı olarak resmin yerini almış olmasıdır.
Cindy Sherman- İsimsiz Film Kareleri1980’lerin sonunda heykele olan ilgi kendisini göstermeye başlamıştır. Üç boyutlu sanat eseri üretimi hazır-nesne olarak önemli bir yer tutar. Malzemenin, tekniğin ve anlamın birbiriyle iç içe geçtiği görülür. Picasso'nun 1913 tarihli "Gitar"ı veya Vladimir Tatlin'in atık malzemelerle gerçekleştirdiği 1914 tarihli rölyefleri, bu anlamda akla gelen önemli örneklerdir. Bu gibi yapıtlar, heykelle özdeşleştirilen taş, ahşap, metal gibi geleneksel malzemelerden alternatif malzemelere yönelen dönüşümü hızlandırırken, Marcel Duchamp'ın sanat yapıtı olarak öne sürdüğü hazır-nesneleri de 1960'lardan sonra sanatsal üretim üzerinde ciddi bir biçimde etkili olmuştur (Antmen, 2009: 289). Robert Gober, Ashley Bickerton, Jeff Koons, Haim Steinbach, Meyer Vaisman gibi sanatçılar endüstriyel ve/veya atık malzemeye yönelmelerine karşın, heykelden uzaklaşan, nesneye yönelen Yeni Kavramsalcı yaklaşımlarıyla tanındılar. Amerika Birleşik Devletleri'nde "Bozulmuş Mallar: Nesne Arzusu ve Ekonomisi" ve "Yeni Resim ve Heykelde Gönderme ve Simülasyon" gibi sergilerde dikkat çeken sanatçılar, 1980'lerin Amerikan sanatında nesnelerle heykellerin iç içe geçmeye başladığının işaretlerini sunar. Jeff Koons'un 1980'li yıllarda cam konteynerler içinde elektrikli süpürgeler sergilediği yapıtlarının ardından 1990'lı yıllarda profesyonel heykeltıraşlarla çalışarak Pembe Panter, Michael Jackson gibi popüler imgeleri kendi tasarladığı biçimlerde ve boyutlarda sergilemesi, heykel sanatının güncel örnekleri olarak nitelendirir (Antmen, 2009: 290).
Vladimir Tatlin - 19141960’lı yıllar ve sonrasında çıkan sanat akımları postmodern sanat akımları içinde yer almaktadır. Bu akımlar; pop-art, op-art, kavramsal sanat, süreç sanatı, fakir sanat ve fluxus hareketidir.Popüler kültüre dayanan ve ilk olarak 1958 yılında, İngiliz eleştirmen Lawrece Alloway’in Architectural Design dergisine yazdığı “Sanatlar ve Kitle İletişimi” adlı makalesinde popüler kültür terimini tanımlamak ve popüler kültür ürünlerini tanımlamak için pop-art terimini kullanmıştır. Popüler kültür ürünleri, kolay tüketilebilen, anlaşılabilen nesneler olması itibariyle hızlı bir şekilde kabul görmüştür. Büyük bir popülarite kazanan pop-art, modernizme, modernist estetik anlayışına ve modernist sanatçı anlayışına karşı postmodern bir tepkidir. Andy Warhol, Claes Oldenburg, Richard Hamilton pop-art akımının başlıca temsilcilerindendir. 1960’larda ortaya çıkan op-art ise görsel iletişim ile izleyicide görsel tepkiler uyandırmayı amaçlamaktadır. Üç boyutluluk yanılsamasıyla renk-biçim ve çizgilerin görsel etkiler yaratmak için soyut, sanat ürünlerini içerir. Victor Vasarely akımın başlıca temsilcisidir. Yine 1960’larda ortaya çıkan kavramsal sanat ilk kez Sol LeWitt tarafından tanıtılır. Kavramsal sanat akımın ana iddiası, sanatın nesne değil aslında bir “kavram” olduğudur. Kavramsal sanata göre sanat eseri sadece estetik kaygı duyularak üretilmemelidir. İzleyiciyi düşündürtmeli ve hatta bir ölçüde aklını karıştırmalıdır. Bundan dolayı her türlü materyal kavramsal sanatın malzemesidir. Temelini İtalya’da atmış olan fakir sanat ise özünde sanat yapıtının oluşum sürecinde doğal ve atık malzemelerin kullanılması esasına dayanır. 1960’ların sonunda ve 1970’lerde yaygınlaşmış olan süreç sanatı ise yaratım sürecinin saklı olmadığı, tersine serin temel niteliklerinden birisi olduğu; hatta kimi zaman eserin tüm konusunu kapsadığı düşünülen sanat türüdür. Süreç sanatının en temel özelliği herhangi bir nesnenin oluşum sürecini izleyicinin gözler önüne serilmesidir. Bir diğer postmodern sanat akımı olan fluxus hareketi ise sanatı reddetmek üzerine kuruludur ve sanata karşı bir duruş sergilemektedir. Fluxus sanatçıları, şenlikler, olaylar, gösteriler, yayınlar ve filmlerden oluşan çalışmalarıyla sanata alternatif bir yaklaşımın savunucuları olmuştur. Sonuç olarak modern sanatın ve postmodern sanatın günümüzde etkileri hala devam etmektedir. Özellikle postmodern sanatın, günümüz sanat anlayışına etkileri (estetik, beğeni, imgeler, anlam, kimlik, çoğulculuk gibi) çeşitli akımlarla kendisi gösterir. Sanat akımlarının içinde kendisini var eder.KAYNAKÇAAntmen, Ahu (2009). 20. Yüzyıl Batı Sanatında Akımlar, İstanbul: Sel Yayıncılık.Eagleton, Terry (2011). Postmodernizmin Yanılsamaları, Çev. Mehmet Küçük, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.Erzen Nejdet, Jale (2012). Çoğul Estetik, İstanbul: Metis Yayınları.Harvey, David (2010). Postmodernliğin Durumu, Çev. Sungur Savran, İstanbul: Metis Yayınevi.Heidegger, Martin (2011). Sanat Eserinin Kökeni, Çev. Fatih Tepebaşlı, Ankara: De ki Basım Yayım.Timuçin, Afşar (2011). Estetikte Anlam ve Yorum, İstanbul: Bulut Yayınları.Timuçin, Afşar (2013). Estetik, İstanbul: Bulut Yayınları.Tunalı, İsmail (2010). Estetik Beğeni – Çağdaş Sanat Felsefesi Üstüne, İstanbul: Remzi Kitabevi.Tunalı, İsmail (2013). Felsefenin Işığında Modern Resim-Modern Resimden Avangard Resme, İstanbul: Remzi Kitabevi.Yılmaz, Mehmet (2013). Modernden Postmoderne Sanat, Ankara: Ütopya Yayınevi.




Belki şöyle bir fikir birliğinden söz edilebilir: tipik postmodernist ürün, şakacıdır, kendi kendiyle dalga geçer, hatta şizoiddir; aynı zamanda, yüksek modernizmin gösterişsiz kendine yeterliliğine, ticareti ve meta biçimini arsızca kucaklayarak tepki gösterir. Kültürel geleneğe karşı tavrı saygısız bir pastiş görünümündedir; kasıtlı olarak amaçlanmış derinlik yokluğu, her tür metafizik ağırbaşlılığın altını oyar. Bu, bazan acımasız bir sefalet ve sarsma estetiğine açılır. (Eagleton’dan akt. David Harvey, 2010: 21).



