Midyat’a 23 km uzaklıkta, ulaşımınsa ancak özel arabalarla sağlanabildiği Mor Gabriel’e, günler öncesine kadar gidebileceğim kesin bile değilken bir gün önce tanışıp yarım saatlik muhabbet etmiş olmamıza rağmen birlikte gitme teklifi alıyorum arkadaşımın arkadaşlarından. Kendimi o an o kadar şanslı hissediyorum ki anlatamam!
Öğleden sonra ( 11:30 ile 13:30 arası öğlearasında oluyorlar) gitmeyi kararlaştırıyoruz, ilkin biraz çekinsem de daha sonra kaynaşıyoruz ve rahat rahat geziyoruz manastırı. 1610 yıllık manastır yolu boyunca uzaktan da olsa göremiyoruz ta ki yaklaşınca birden karşımıza çıkıyor, sanki mahremiyeti için gizlenmiş tepeye..397 yılında yapılan manastır çok farklı dönemlere şahitlik etmiş, farklı azizlere ev sahipliği yapmıştır. Patrik’i kısa süre önce burada kalıyorken, şimdilerde Suriye’de olduğunu öğreniyorum. Deyrulumur, Kartmin ve son olarak Mor Gabriel adını alan klise en eski faal klisedir ve ‘İkinci Kudüs’ olarak ilan edilmiştir. Şuan manastırda 60 öğrenci yaşıyor ve din eğitimlerini alıyorlar, normal eğitimlerini ise Midyat’taki devlet okullarında alıyorlar. Manastır belli kurallarla gezilebiliyor. Giriş ücretsiz. Daha kapısında nereden geldiğiniz, ne amaçla geldiğiniz, nerede ikamet ettiğiniz ve araba ile geldiyseniz plakanız kaydediliyor. Daha sonrasında ise bir rehber eşliğinde geziyorsunuz, kafanıza göre gezemiyorsunuz. Ayrıca manastırda yaşam devam ettiğinden, her yerini gezemiyorsunuz, yalnızca azizlerin gömüldüğü Azizler Evi, eko özelliği olan ve mikrofon niyeti gören atmosferi ile toplantıların yapıldığı Theodora Klisesi, Büyük Klise olarak da bilinen Ana Klise ve Meryem Ana Klisesi gezilebiliyor.
Azizler Evi’nde dikkati çeken manastırın en ihtişamlı dönemini yaşadığı Mor Gabriel’in mezarlığıdır. Kendisi öldüğü zaman yüksekte değil ayak hizasında gömülmeyi tercih ettiğinden çok basit bir şekilde yere gömülmüş.. Rehber gezi boyunca Süryani tarihini de anlatarak gözlerimizle birlikte aklımızı da doyuruyor, öyle güzel bahsediyor ki bu dinden, merakım arttıkça artıyor.. Gezerken yaşam alanları da olduğundan çok sessiz olmanız gerekiyor, saygı ve mahremiyet çok önemli burada. Her yeri gezemediğimizden kısa sürüyor gezimiz ve burada yapacak başka bir şeyimiz olmadığından dönüyoruz, tepeden aşağıya inerken fark ediyorum ki etrafı bomboş, yerleşim yok ve manzarası güzel buranın da fakat daha önce gezdiğim Deyrulzafaran’ınki kadar değil. Deyrulzafaran’daki uçsuz bucaksız ova manzarası burada yok. Dönüş yolunda bizi yola doluşmuş koyunlar karşılıyor, umarsızca sürülmeye devam ediyorlar : )
Görmediğim tek yer Hasankeyf! Daha önce yağmur nedeniyle
ziyarete kapalı olan Hasankeyf’i görme zamanı geldi. Hava olması gerekenden de
sıcak.. Gitmeden evvel kapatılan kalenin açılmış olduğu duyumunu alıyoruz biraz
heyecan var. Arkadaşım Neşe’nin 5. ziyareti ve o da kaleye ilk defa
çıkabilecek. Midyat’tan bindiğimiz araba ile yaklaşık 50 dakika sonra
Batman-Hasankeyf’e varıyoruz. Daha önceleri Mardin’e bağlı olmasına karşın
Batman il olunca buraya dahil edilmiş ama hala Mardin sınırlarında olduğunu
düşünenler mevcut. Burası da güneydoğunun diğer incileri gibi Mezopotamya’nın
miraslarından biri, birçok kültüre ev sahipliği yapmış. Bizans, Roma, Abbasi,
Emevi, Eyyubiler, Osmanlılar ve en parlak dönemini yaşadığı söylenen
Artuklular.. Savaşlar, Moğol istilası,
göçler.. dahası gelmiş geçmiş buradan, her seferinde yenilemiş daha da güçlü
kılmış, güzelleştirmiş kendisini.. Böyle muhteşem bir kültür mirasının birkaç
sene sonra bir su yığınına dönüşecek olması gerçekten içler acısı.. Bunca
yaşayan hatıra yok olacak ve gelecek nesiller, bizim gibi şanslı olamayacak..
Bir çok müze vardır ama bu şekilde bir açık hava müzesi mevcut ülkemizde, kanlı
canlı ilk günki yerinde ve bir zamanlar oralarda birileri yaşadı biliyorsunuz..
Daha çok şey söylenebilir bunun üzerine ama nafile.. Lafın özü, şöyle bir
baktığınızda bir sürü anı var manzarasında gizli. Yerleşim yerinde bulunan Ulu
Camii, Kale, Sultan Süleyman Camii, Taş Köprü gibi tarihsel yerler hala baki.
İki Yollu Minare’nin enteresan bir hikayesi var: tartışmaya tutulan kalfa ile
usta birbirinden farklı bir şeyler yapmaya çalışırken kalfa bu minareyi yapar
ve açılışına ustasını çağırır. Ustası merdivenleri kontrol etmek için tepeye
çıkınca kalfasını orada görür ve şaşırır. Kalfa giderken geçilen yol ile
inerken geçilen yolu farklı olan yapıyı tasarlamış ve böylece yukarıya çıkanla
inen birbirini göremez olmuştur. Fakat kibrine yenik düşen usta kalfayı
minareden aşağıya atar. Ayrıca bu minarenin tepesinde yıllardır yaşayan bir kuş
vardır, insanlar içinde İnatçı olarak anılır. Dicle’nin kenarında bir kemerin
üzerinde bulundan evde hala yaşayanlar var, Osmanlı döneminden beri soyu devam
ettiği söylenen bu evin hanesindekiler ne kadar para verilse de buradan
çıkmayacaklarını söylüyorlar, mahkeme devam ediyormuş..
Eğer gittiğinizde evin
önünde çamaşırlar asılı görürseniz, manzara gerçekten ilginç ve daha güzel bir
hal alıyor.. Bunları nereden öğreniyoruz, tabi ki küçük rehberlerimizden. Hasankeyf çarşısına girip, şöyle bi bakınıp
hemen Hasankeyf’e bakan küçük çay bahçesinde birer kahve içmekti niyetimiz.
Oturduk Keyf kahvelerimizi sipariş ettik, manzaraya dalacakken İsa geldi,
arkadaşımı tanıyor artık, hoş beş derken birden ‘Abla telefonunu
değiştirmişsin?’ diye atıldı ortaya. Şaştım kaldım tabii, daha sonra başladı
telefonun özelliklerini saymaya..
Anladım cin gibi bir çocuk karşımızdaki. Kahvelerimizi içene kadar biraz
konuştuk, bugün bize kendisi anlatmak istediğini söyledi Hasankeyf’i biz de
aldık yanımıza onu da, vurduk yola. Yol boyunca bize anlattı ama asıl
hikayeleri tepedeki çay bahçesinde anlatacağını söyledi, bekledik. Bu arada
sürekli fotoğraflarımızı çekti, artık klasikleşmiş pozları verdirdi bize : )
Daha sonra çaylarımızı içerken ezberlediği Hasankeyf tarihini anlattı bize, en sonunda ise Hasankeyf-
Hısnıkeyf’in isminin nereden geldiğini. Padişahın kızına vurulan Hasan’ın
imkansız aşkına karşın atını tepeden atması ve kendini de kalede öldürmesi,
‘Ben ölünce buraların keyfini sürsünler..’ demesi bir efsane olmuştur
dillerde. İsa büyük bir iştahla
anlatıyor, ezberlemiş.. Tepeden aşağıya inerken taşların arasında kaldığımızı
anlıyorum, ama dikkatle baktığımızda ne kadar da çok mağara olduğunu fark
ediyorum, yüzlerce diyebilirim. Biz geçerken bir grup ziyaretçinin söylediği
ise şu: ‘ Abi taş işte bunların hepsi, neyi abartıyorlar bu kadar?’ Gülüyoruz
çünkü Dara Harabeleri’nde gezerken tarihi anlayamamış insan modelinden bahsetmiş
ve harabede olsalar ne derler diye düşünürken aynı cümleleri kullanmıştık..
Böyle insanlar yüzünden yok olmuyor mu zaten kültürler, tarihler, nicesi.. Neyse.. Büyük hayal kırıklığı yaşatan bir
durumla karşı karşıyayız, daha önce düşen bir kaya ile altındaki
ziyaretçilerden birinin ölümüne neden olmasıyla kapanan kale henüz ziyarete
açılmamış! Kale’ye yalnızca uzaktan bakabileceğimizi anlayınca aşağıya
iniyoruz. Bu arada bize iki rehber daha katılıyor; Yonca ve Şeyma.. Her ne
kadar başka ziyaretçilere gidip onlarla ilgilenmelerini söylesek de bizimle
gezmek istiyorlar, toplu bir şekilde geziyoruz. 3’ü de zehir gibi, çok akıllı
ve yaşlarına göre fazlasıyla bilinçliler, okula gitmekteki istekleri,
kültürlerine olan saygıları beni benden aldı. Yalnızca bazı hafta sonları
buraya gelip harçlık topluyorlar.. İsa söylediğine göre kuş dili biliyor ve
Hasankeyf’te yalnızca kendisinin bildiğini iddia ediyor : ) İngilizce? diyince
ise abisinin yavaş yavaş öğretmeye başladığını söylüyor.. İsa’yı o kadar çok sevdim ki, ona kendisinden
bloğumda bahsedeceğimi söyledim, birden parladı ‘Yok abla istemem, herkes beni
tanıyor zaten.. Yazma beni internete herkes yazıyor, istemem. Ben Hasankeyf’in
anlatıldığı kitaplar da bile varım. ’ diyiveriyor, şaşırıyorum.. Biraz konuşunca
razı geliyor küçük rehber biraz da benim onu meşhur etmeme. Bu yaşta bu
özgüven, takdire şayandır ancak! Umarım ilerleyen yaşlarda bu özgüveni hüsrana
uğramaz yaşayacağı zorluklar nedeniyle. Çarşıya indikten sonra küçük
rehberlerimizi bahşişlerini vererek uğurluyoruz, çok sevdim onları, diliyorum
ki hep güzellik olsun yaşamlarında!
Onları geride bırakınca karnımızın acıktığını anlıyoruz, et yemeyen ben ve etrafta kebapçılar… Bu manzara hoş değil tabi : ) Ama çok geçmeden bir gözlemeci görüyoruz ve hemen oturuveriyoruz hasır sandalyelere, gözleme ayran 2,5 lira.. Neyi fark ediyorum biliyor musunuz, yani fark edilmeyecek gibi değil. Böyle güzel bir yer, turistler akın akın geliyor.. Çarşısında çok güzel hediyelikler var… Ender yerlerden biri burası, dünya açısından da.. Ama fiyatlar gerçekten çok normal oranda. Yani bir gözleme ve ayran olması gereken fiyatta, ya da hediyelik eşyalar. İnsanlar yalnızca esnaflık yapıyor! Olması gerektiği gibi..
Çarşıyı gezdikten sonra ise hala vaktimiz olduğundan, ısrarlarıma ve melül bakışlarıma dayanamayan arkadaşımla birlikte Hasankeyf’i ikiye bölen Dicle’nin kıyısına iniyoruz.. Bu nehrin bu kadar yakınında olmak düşününce imkansız da değilmiş hani.. ‘İşte buradayım! Henüz Ilısu olmamışken!’ deyiveriyorum hemen.. İçime çekiyorum havasını, Hasankeyf’in keyfini sürüyorum.. Her güzel şeyin bir sonu olduğu gibi bu keyfin de bir sonu oluyor maalesef, arabamız geliyor ve kuzu kuzu el sallıyorum Hasankeyf’e.. Dönüş yolumuzda yine koyun sürüsü bizleri karşılıyor. İki şeritli yol birden tek şerit oluyor, keyifleri yerinde hiiiç rahatsız olmuyorlar :)
Bu sene şanslı senem benim, biliyorum.. Oturup Kpss’ye hazırlanırken ben, düşüverdim yollara birden bire, yolum hesapsızken Mardin’e düştü.. Mezopotamya’nın kültürünü kokladım, Hasankeyf’in keyfini sürdüm geç kalmadan. Gönül gözüyle gördüm hepsini tek tek. Bi çok yer gördüm, çok güzel insanlarla tanıştım, hepsi solumda ayrı ayrı yerini aldı. Makinamla pek güzel anılar kareledim, gülümsedim bolca, kimi zaman kahkahalarım etrafa yayıldı.. Yüzüm düşmedi iki hafta boyunca, bazen gülümsedim hiç yoktan. Yeni kültürler, dinlerle tanıştım, uzaktan yaşamları hakkında tahmin yürüttüğüm insanları bizzat tanıdım, yanıldığım, ön yargıladığım yerlerini düzelttim fikirlerimin. Şaşırdım bazen, hüzünlendim yaşanamayan bazı hayatlara, en çok çocuklara üzüldüm, filler altında ezilen çimenlere yani. Ama gördüm yine de çok cesurlar, bu yüzden su serpildi az da olsa yüreğime. Makinamın kareye dökemediklerini tek tek aklıma kazıdım an be an.. Değişik bir yerlerde olmak, gezmek pek güzel şey vesselam.. Biliyorum şanslıyım, mutluyum kıymetini biliyorum şu hayatımın. Aklımı çelip, yolumu en güzel mevsiminde buralara süren Neşe ve Eylem’e sevgilerle..
Uçak havalanır Diyarbakır’dan.. Bir saat geçer pilotumuz uyanır adeta ve hayırlı yolculuklar diler bizlere, gülümserim.. İnişe yakın basıncın etkisiyle başlar bebekler ciyak ciyak ağlamaya, gülümserim.. Tepeden bakarım İstanbul’a.. Her ne kadar şikayet de etsem, kürkçü dükkanıma dönenim, İstanbul’uma..
Hoş buldum, yeniden..