İsa Kocakaplan yazdı
Cengiz Dağcı 22 Eylül 2011 Perşembe günü saat 12.30’da Londra’daki evinde vefat etti. Vefat haberini damadı Frank Posner’in o günün gece yarısında bana gönderdiği e-posta ile aldım.
1947’den beri bedenen Londra’da yaşayan bu seçkin insan, işte 92 yıllık ömrü boyunca çektiği acılara ve sıkıntılara veda ediyor, yeni bir hayata doğuyordu. E-posta’da cenaze töreninin 24 Eylül Cumartesi günü yapılacağı ve eşi Regina’nın yanında toprağa verileceği belirtiliyordu. Bu, cenaze töreninin İslamî usullere göre yapılmayacağı anlamına geliyordu. Çağrı Kocakaplan Mr. Posner’i aradı ve cenazenin Hıristiyan usullerine göre kaldırılacağını öğrendi.
Bunun üzerine Frank Posner’e bir mektup yazarak, Cengiz Dağcı’nın Müslüman olduğunu ve karısı Regina’nın, Dağcı öldüğünde Müslüman geleneklerine göre defnedilmesi hususunda Mustafa Köker’e yapılmış bir vasiyetinin bulunduğunu hatırlattım. Sonra Londra’da yaşayan Mustafa Köker devreye girerek Dağcı’nın İslamî usullere göre cenaze töreninin yapılması için aile ile mutabakat sağladı. Bu arada Mr. Posner bana yazdığı cevabi mektupta, Regina’nın böyle bir vasiyetinden haberinin olmadığını bildirdi ve bunu kendisine hatırlattığım için teşekkür etti.
Artık Cengiz Dağcı’nın cenazesi Londra’da Süleymaniye Camii’nden kaldırılacak ve Müslüman mezarlığına defnedilecekti… Bu benim için büyük mutluluk kaynağı idi… Dağcı vefatından sonra da yabancı ellerde, yabancı bir ortama terk edilmemiş oluyordu.
Sonra… sonra kimsenin – hatta Cengiz Dağcı’nın bile- beklemediği bir şey oldu. Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu devreye girdi ve Cengiz Dağcı’nın Kırım’da, köyü Kızıltaş’ta toprağa verileceğini açıkladı. Bu, hayal sınırlarını zorlayan bir haberdi… Nihayet Cengiz Dağcı 71 yıl önce ayrıldığı anne toprağa kavuşacaktı… 2 Ekim 2011 Pazar günü yapılan cenaze töreni sonunda bu vuslat, bu ruz-ı arus gerçekleşti. Ve bu tarihi buluşmaya biz de tanıklık ettik. Cengiz Dağcı’yı, bütün ömrü boyunca zihninden, hayalinden bir an bile çıkarmadığı, 71 yıl boyunca hafızasından asla silinmeyen, bir an bile kesintiye uğramayan o muhteşem manzaranın koynuna verdik:
Kızıltaş’ın üzerinden Karadeniz’e kadar uzanan yemyeşil bayırlar, Memiş’in Bayırı da bunlar arasında… Tübya Kırları… Cengiz Dağcı’nın babası Emir Hüseyin Dağcı’nın, elinden alındıktan sonra işçi olarak çalışırken yapraklarını öpüp kokladığı, göz yaşlarını inci taneleri gibi üzerlerine döktüğü yemyeşil yapraklı üzüm bağları… sonra bir sabah erkenden köyü kuşatan yeşil üniformalı şeytanların geldikleri kara bir yılan gibi uzanan Yalta otoyolu… onun güneyinde yeşil ile mavinin arasında asırlık uykusunu uyuyan, Dağcı’nın gözlerini dünyaya açtığı Gurzuf kasabası… eğilip Karadeniz’den su içen bir ayıyı andırdığı için Ayı Dağı diye isimlendirilen yeşilliklerle kaplı dağ ve nihayet masmavi Karadeniz… Kırım Türkünün sürekli ufkuna bakarak daha güneydeki Ak Toprakları gözlediği, oradan gelecek yardımı beklediği, dertlerini paylaştığı Karadeniz…
İşte Cengiz Dağcı bütün bu manzarayı gören bağlar arasına sıkışmış bir meşeliğin terasında yatıyor artık. Ebedi uykusunu orada uyuyor. Ruhu bu güzellikleri artık kendi vatanında idrak ediyor. İhtiyar Savaşçı köyüne, toprağına kavuştu artık…
***
Cengiz Dağcı, Kırım’dan ayrılışı ile birlikte artık bir savaşçıdır. Önce Sovyet ordusunda, 1942 yılından itibaren de Almanların kurduğu Türkistan lejyonunda… Savaşın kanını, barutunu koklamış, esir kamplarının soğuğunu, işkencesini iliklerine kadar hissetmiş, yaşamış, katlanmış ve bütün bunlara dayanmayı başarabilmiş bir savaşçı. Sonra İngiltere’de Dağcı’nın yoklukla, yabancılıkla, gurbetle, kendisi ile vatanı arasındaki engellerle, acı hatıralarla dolu geçmişiyle savaşı başlamıştır. Ve bu savaş ömrünün sonuna kadar sürmüştür.
Cengiz Dağcı’nın hayatının bu yönü bana, onun Yansılarserisini düşündürür. Yansılarserisinin dört kitabının sonuna eklediği dört bölümlük hikâyenin kahramanı İhtiyar Savaşçı’yı düşündürür. Hikâyenin ilk bölümün adı, bize onun bir romanını da çağrıştırır: “Yurdunu Kaybeden Bir Adamın Zamansız Çilesi…”
Hikâye’de İkinci Dünya Savaşı’ndan dönen bir savaşçının Kırım Türklerinin yurtlarından toptan sürülüşlerine şahit oluşu anlatılır. Cengiz Dağcı 18 Mayıs 1944 sürgününü bu bölümde hikâyeleştirmiştir. Savaşçı ve Melek Hanım 33 çocuğun başında, Özbekistan’a sürülen diğer insanlarla beraber mühürlü yük vagonlarında çileli bir yolculuk yaparlar. 332 bin Kırım Türk’ünün yarısı, bu sürgün sırasında ölür. Özbekistan’da yerleştirildikleri sürgün yeri ise bozkırın ortasıdır. Yurtlarından 6 bin km uzağa sürülen, yazın güneşin, kışın kar ve soğuğun ortasında yaşamaya mecbur bırakılan bu insanlar, Kırım’a dönme umutlarını bir an bile yitirmezler. Savaşcı, yıllar geçip ihtiyarladıktan sonra bile çocuklara Kırım’ı anlatmaya devam eder.
Yansılar 2’nin sonunda bu hikâye yine devam eder. Hikâye, “En Sonunda Bizim İhtiyar Savaşçı da Allah’ın Rahmetine Kavuştu” başlığını taşımaktadır. Savaşçı ile Melek Hanım’ın iki çocukları Atik ve Numune, devletin izni ile Kırım’a yerleşmişlerdir. Dört Alimler (Alim, Alimgir, Alimseyit, Alimcan)’in ise her biri iş sahibi olmuşlardır. Babalarını Kırım’a gezmeye götürmeye karar verirler. Savaşçı 77 yaşına gelmiştir. Yani 45 yıldır sürgün yerinde (Özbekistan)yaşamaktadır. Onu Akmesçit’e uçakla götürmek isterler, ama İhtiyar Savaşçı bunu reddeder. Kırım’dan nasıl sürülmüşse, o şekilde dönecektir. Yani trenle gidecektir.
Tren yolculuğu üç gün sürer, sonunda Akmesçit’e varırlar. Oradan da 20 km uzaktaki Beşterek köyüne giderler. Kıyı köyleri kadar güzel olmamakla beraber, Kırım Türkleri bu köyü de canlandırmışlardır. Bir süre sonra Yalta ve Gurzuf’a gitmek üzere yola çıkarlar. Gurzuf’a geldiklerinde, İhtiyar Savaşçı yürüyerek Kızıltaş köyüne gideceğini söyler. Melek Hanım ve diğerleri, yola otomobille devam ederler. 3 km’lik yolu yaya olarak giden İhtiyar Savaşçı, Kızıltaş meydanındaki ihtiyar meşenin dibine dinlenmek için oturur. Diğerleri çevre yerleri gezmek için dolaşmaya çıkarlar.
İhtiyar Savaşçının kalbi rahatsızdır. Kızıltaş’a doğru yürürken, kutudan ilaçlarını da düşürmüştür. Sonuçta geçirdiği kalp krizi onu, görmeye geldiği eski köyü Kızıltaş’taki meşe ağacının dibinde, ölümle buluşturur. İhtiyar Savaşçı, 45 yıl önce sürgüne gönderilen çocuklara koruyuculuk yaptığı meşenin dibinde ruhunu teslim etmiştir. Bu mutlu bir ölümdür. Uzun uğraşmalardan sonra İhtiyar Savaşçı’nın bedenini Gurzuf mezarlığına gömmek için izin almayı başarırlar. Melek Hanım, Atik, Numune, Alimcan, Atik’in oğlu Çora, bu ölüm sonunda eski yurtlarına, eski mezarlıklarına bir ölülerini defnedebildikleri için, üzüntüden çok mutluluk duymaktadırlar.
Aynı mutluluğu biz de Cengiz Dağcı’yı Kızıltaş mezarlığına emanet edince duyduk. Gözlerimizde üzüntüden çok sevinç pırıltıları vardı. Zira bu Cengiz Dağcı’nın anne toprak ile düğünüydü. O da ihtiyar Savaşçı hikâyesinde hayal ettiği mekâna kavuşmuştu. Dağcı önce ordu saflarında, daha sonra memesinden 25 eser sağdığı kalemi ile kardeşlerinin yurda dönme savaşına yaptığı katkının mükâfatını, anne toprağın koynunda haşre kadar uyuyarak görecek. Bizler de bu tarihi hadiseye şahit olmanın şerefini, çocuklarımıza gururla tekrar tekrar anlatarak o saatleri ruhumuzda ebedileştireceğiz.
***
Cengiz Dağcı hem roman sanatı hem de romanlarında ele aldığı konular bakımından önemli sayılması gereken bir romancıdır. Ülkemiz dışında yaşamasına ve Türkiye’yi hiç görmemesine rağmen, eserlerini Türkiye Türkçesi ile yazması onu Cumhuriyet sonrası Türk Edebiyatı açısından da değerli kılar.
Cengiz Dağcı’nın romanları, Türkiye’de 1956 yılında itibaren yayınlanmaya başlar (Korkunç Yıllar). Son eseri ise 2001 yılında yayımlanır (Rüyalarda: Ana ve Küçük Alimcan). Bu süreç 45 yıllık bir yazı faaliyeti demektir. Dağcı’nın 2005 yılında Ötüken Yayınevi tarafından yayımlanan İhtiyar Savaşçı isimli kitabı yeni bir eser değildir. Bu kitap 1988-1993 yılları arasında yayınlanmış olan Yansılar 1-4’ün sonunda yer alan “İhtiyar Savaşçı” isimli 4 bölümlük hikâyenin bir araya toplanması ile oluşturulmuştur. Dolayısıyla Cengiz Dağcı 82 yaşından sonra eser vermemiştir.
Kendisi ile 19-21 Ocak 2009 tarihlerinde Londra’daki evinde yaptığımız görüşmelerde yazılacak yeni eserinin bulunup bulunmadığı konusundaki sorumuzu o:
“- Yok yok. Yazarlar vardır. Devamlı yazıyorlar. Yazılacak şeyler yazıldı. Söylenecek şeyler söylendi. Fazlası artık lafazanlık olur.” şeklinde cevaplandırmıştı. Zaten gözleri iyi görmüyordu, kalp rahatsızlığı çekiyordu ve yalnız yaşadığı evinde günlük hayatını en asgari düzeyde sürdürebiliyordu.
Dağcı’nın eserleri hâlâ basılmakta ve okunmaktadır. 1956 yılını başlangıç alırsak o, 55 yıldır Türkiye’deki okuyucularına Londra’dan Türkçe seslenmektedir. Bu, Türkçe seslenme meselesi üzerinde dikkatle durulmalıdır.
Evet, onun çocukluğunda amcası Seyit Ömer Dağcı’dan dinlediği Ömer Seyfettin hikâyeleri yoluyla Türkiye Türkçesi ile kurduğu bir ünsiyet vardır. Ama sonuçta bu durum, birkaç hikâye dinlemiş olmaktan ibarettir. Varlık Yayınevi tarafından iki kitap halinde 1956 ve 1957 yıllarında yayımlanan “Sadık Turan’ın Hatıraları” isimli roman çalışması, ancak Ziya Osman Saba’nın redaksiyonundan geçtikten sonra okuyucu ile buluşabilmiştir. Daha II. Dünya Savaşı bitmeden Kırım Tatar Türkçesi ile yazılmaya başlanan bu kitaplar, savaş bitince Türkiye’ye göç edebilmiş Zöhre Karabaş[1] (Zehra Uygurer)’ın, 1950 yılında Dağcı’ya gönderdiği kitap ve edebiyat dergileri okunduktan sonra, Türkiye Türkçesine uyarlanarak yeniden kaleme alınmıştır. Buna rağmen yine de Ziya Osman Saba’nın müdahalesine gerek duyulmuştur.
Cengiz Dağcı bu iki eseri yayınlandıktan sonra Türkiye Türkçesi ile arasındaki mesafenin kalktığını söyler. “1956 ve 1957 yıllarında ‘Korkunç Yıllar’ ve ‘Yurdunu Kaybeden Adam’ eserlerimi Türkiye Türkçesiyle basılmış olarak gördüğüm zaman, benim dil problemim ortadan kalkmıştı.”[2]
İyi derecede İngilizce, Rusça; orta derecede Almanca ve Lehçe bilen, Kırım Tatarcası ana dili olan Cengiz Dağcı, dünyaya mesajını Türkiye Türkçesi ile vermeyi tercih etmiştir. Dağcı 20. yüzyılın ikinci yarısında Türkiye Türkçesini en istikrarlı, en tabii ve derin bir aşkla kendiliğinden kullanan yazardır. Bir “Türkçe Ödülü” verilecekse, o konuda ilk düşünülecek yazar Cengiz Dağcı’dır. Biz yaklaşık 50 yıl boyunca öz ve üvey Türkçe diye çekişirken, o bu tartışmalara girmeye asla tenezzül etmedi ve Türkiye’den binlerce kilometre uzakta, yabancı bir diyarda, kozasını Türkiye Türkçesi ile ördü.
Cengiz Dağcı’nın bu tutumu Türkçe için bir kazançtır. İngilizce yazsa, herhalde daha çok tanınan bir yazar olabilirdi. En azından 1998-2000 yılları arasında yayınladığı kahramanları İngiliz ve mekânı İngiltere olan Bay Markus Burton’un Köpeği, Bay John Marple’ın Son Yolculuğu, Oy Markus Oygibi eserlerini İngilizce yazabilirdi.
Demek ki Cengiz Dağcı’nın bizim için önemli olan bir yönü Türkçe yazmasını gerektirecek bir ortamda bulunmamasına rağmen, Türkiye Türkçesi ile yazmasıdır.
Onun bir diğer özelliği eserlerinde Kırım Türkleri başta olmak üzere Sovyet Rusya yönetimindeki diğer Türk kavimlerinin II. Dünya Savaşı yıllarındaki trajedilerini de dünyaya duyurmuş olmasıdır.Bu önemlidir, çünkü Türk’ün sahibi yoktur. Onun çektiği acı, uğradığı katliam ve soykırım sanat eserlerinin konusu olmaz. Demek ki Türk’ün derdini anlatacak sanatkârı da kıttır. 1877-78 Osmanlı Rus harbinden bu yana trajedimizi anlatan eserlerin azlığı göz önüne getirilirse, bu konuda ne kadar şanssız olduğumuz anlaşılır.
Cengiz Dağcı eserleriyle, II. Dünya Savaşı yıllarında milletimizin yaşadığı acıların unutulmasını önlemiştir. Biz 1930 yılının hemen öncesinde Kırım’da ve diğer Türk yurtlarında uygulanmaya başlanan Sovyet sisteminin yaşattığı acılardan Dağcı’nın romanları yoluyla haberdar olduk.Dağcı’nın eserleri bu sebeple Sovyet Rusya’da yasaklanmıştı. Öyleyse Dağcı’nın bir başka önemli yönü de Kırım Türklerinin Sovyet sistemine geçiş trajedisini yansıtmış olmasıdır.
Dağcı kendi şahsi hayatında da derin acılar yaşamıştır. Çocukluğunda çektiği sıkıntılar, askere alınışı, esir kaplarında ölümle burun buruna geçirdiği sıkıntılı yıllar, nihayet 1946 Kasımında İngiltere’ye gelişi ve burada bir ömür sürecek tutunma çabası, yurdundan ebedi olarak ayrılış gerçeği ve bu gerçeğin onun ruhunda yarattığı buhranlar, yine eserlerinde yer almıştır. Yani onun eserlerinde, vatanını ve hayat bulduğu atmosferi kaybeden bir mustaribin trajedisini de buluruz.
Hem şahsen hem de mensup olduğu millet açısından mazlum durumunda olan bir insandan, kendi içine kapanması, kendinden başkalarını düşman görmesi beklenir. Ama Cengiz Dağcı savaşın bir insanlık felaketi olduğunun farkındadır ve romanlarında Türklerin dışındaki milletlerin çektikleri sıkıntılara da yer verir. Yukarıda bahsettiğimiz İngilizlere hasrettiği üç romanı ve içinde Yahudi, Polonyalı, Alman ve Rusların yer aldığı romanları, asla kine dayalı bir bakış açısı taşımazlar. Cengiz Dağcı, romanlarına hakim olan bu insanî bakış açısı ile de ele alınması gereken bir yazardır.
18 Mayıs 1944 tarihinde anayurtlarından sürülen Kırım Türklerinde, vatanlarına dönme isteğini diri tutan etkenlerin başında Dağcı’nın eserleri gelir. Türkiye’de katıldığım pek çok Cengiz Dağcı toplantısında duyduğum Kırım asıllı gençlerin “Cengiz Dağcı olmasaydı Kırım’ı unuturduk.” şeklindeki sözleri, Dağcı’nın eserlerindeki güçlü vatan ve tarih duygusunun bir tezahürüdür. Öyleyse Cengiz Dağcı Kırım Türklerinin millî hafızası olmak bakımından da önemlidir.
Dağcı, 92 yıllık uzun ömrünün her anını hem kendisi hem ailesi hem de millettaşları ve vatanı için önemli işler yaparak dolduran bir insandır. Yazdığı eserler, yaşadığı şahsi trajedi ile birlikte toplumsal trajediyi de anlatmaktadır. Milletinin çektiği acıları Cengiz Dağcı kadar yüreği yanarak anlatan, o acılar etrafında yazdıkları ile külliyat oluşturan başka bir Türk yazarları bulmakta hayli zorlanırız. Dağcı, milletin çektiği acıların anlatılmasıyla, uğradığı yenilgilerin konu alınmasıyla da kişilerde vatan ve millet sevgisinin güçlendirilebileceğini gösteren seçkin yazarlardandır. Romancılarımız ve hikâyecilerimiz 1683 İkinci Viyana bozgunundan itibaren bu vadide yazılacak eserlerde asla konu sıkıntısı çekmezler. Tarihimizin bu yönünü yazık ki gerektiği gibi ele alamadık.
Hikâye ve roman yazmadık. Belgesel ve film çekmedik. Ağıt bestelemedik. Resim yapmadık… Acılarımız, ölenlerle gömüldü gitti. Onların anaları, babaları, kardeşleri, sevgilileri… sadece birkaç türkü, birkaç ağıt yaktılar. Bu acıyı sadece onlar duyuruyor şimdi gönüllere… Ama bu çekilenleri asıl duyuracak olanlar; aydınlar, edebiyatçılar, şairler, tiyatrocular, sinemacılar vb. yetişmiş ve evrensel dille konuşabilecek olan insanlardır… Dünya ancak o zaman bu trajediden haberdar olur, o zaman bu süreçte verilen 5 milyon kaybın da bir soykırım olduğunu düşünebilir… Şimdi bize düşen, önce Cengiz Dağcı’nın eserlerinden başlayarak film, dizi ve belgeseller ortaya koymaktır.
Sevgili yurduna ve ebediyete kavuşmasının 2. yılında Dağcı’ya vatan toprağının koynunda huzurlu ve engin bir uyku diliyorum.
[1] Zehra Uygurer: (1920- ) Dağcı’nın mülteci kampında tanıştığı bu hanım, Türkiye’ye döndükten sonra yine mülteci kampında beraber oldukları bir Uygur Türk’ü ile evlenir ve Uygurer soyadını alır. Halen Ankara’da yaşamaktadır. Cengiz Dağcı’nın Türkiye Türkçesine intibakını, büyük ölçüde onun Türkiye’den gönderdiği kitap ve dergiler sağlamıştır. İki eski dost olarak Dağcı ile Zehra Hanım, hâlâ haberleşmektedirler. (Bu bilgiyi veren Sayın Zafer Karatay’a teşekkür ederim. Daha sonra Zehra Uygurer ile 8 Mayıs 2010 tarihinde Ankara’daki evinde görüştüm. Biyografisi hakkında kendisinden ayrıntılı bilgi aldım. İK)
[2] Bu metinde Cengiz Dağcı’ya ait konuşmalar, kendisi ile Londra’daki evinde 19 ve 21 Ocak 2009 tarihinde yaptığımız görüşme kayıtlarından alınmıştır.