Ali İzzet Keçeci yazdı
Sovyet devrimi lideri Vladimir Lenin’in “devrimler ve savaşlar yüzyılı” olarak tanımladığı ve tıpkı söylediği şekilde tarih sahnesinde yer alan 20. Yüzyıl[2], iki büyük dünya savaşı, Rus ve İran devrimleri başta olmak üzere pek çok devrim ve iktidar değişikliği ve sınırları birden çok kez değişen haritalar ile tarihe damgasını vurmuştur.
Siyaset bilimine büyük katkısı olan ve “ilk kadın siyaset bilimci”[3] unvanına sahip olan Hannah Arendt işte böyle bir yüzyılın başında Almanya’da Yahudi bir ailenin tek çocuğu olarak dünyaya gelir. Doğduğu ülke ve toplum, yaşadığı yıllarda karşılaştığı dünya savaşları, yetişkinlik çağında da soğuk savaş gibi kavramlarla yüzleşen Arendt, çalışma ve tartışma konularını da bu olaylar bağlamında geliştirmiştir.
Arendt’in “Şiddet Üzerine” adlı eseri ve bu eserin tahlili, yazarın yaşamı boyunca mücadele ettiği kavramları ve bunların toplumda ki yansımalarını anlatan önemli bir kaynaktır.
Yazar; yaşadığı yüzyılda anlam ve alan karmaşası yaşayan ve kullanım alanına göre birbirinin yerine kullanılan bazı kavramlara dikkat çekmektedir. İktidar (power), kuvvet (strength), güç (force/zor), otorite (authority) ve şiddet (violence) kavramlarının anlamlarının ayırdımına gidilmesi ve birbirinin yerine kullanılmaması için yazar açıklamaları da beraberinde getirmektedir. Bu kavramlardan özellikle “şiddet” Arendt’in önemle üzerinde durduğu bir kavramdır.
Şiddetin kökeni, amaç-araç ilişkisi, şiddetin gerekliliği, iktidar şiddet ilişkisi ve şiddetin sonu gibi tartışma konuları Arendt’te kendine yer bulur. Öyle ki; tüm bu açıklama ve yer tayininden sonra özellikle şiddet üzerine yazması, yazarın niyet beyanını da ortaya koyar. Arendt’te tıpkı diğer bazı yazarlar gibi öncelikle şiddetin kökenine değinir ancak o, bu konu üzerinde çok durmaktansa direkt olarak iktidar ile ilişkisine girer ki, çalışmanın genel yapısı da bunun üzerinedir.
Arendt; İktidar, kuvvet, güç, otorite ve şiddet sarmalında yaşanan kargaşadan ziyade bu yolda ilerlenince yaşanan; “ Kim kimi yönetiyor”[4] sorununa dikkat çekmektedir ki, işin aslıda yine yazarın bahsettiği üzere, insanın insan üzerindeki egemenliğine işaret eden noktada tüm kavramların aynı amaca hizmet etmesi sorunudur. Öyle ki; Siyasal duruş ve yöntemin salt siyasal problem ve hakimiyet sorununu aşması halinde bu kavramların gerçek manada kendine yer bulması beklenebilir.
Şiddetin insanlık tarihiyle yaşıt olduğu ve kendini farklı alanlarda ama özellikle iktidar-halk bağlamında gösterdiğine dair onlarca tarihi ve arkeolojik veri bulunmaktadır. Şiddetin dışa vurumu ve sınırlanması konusunda Arendt farklı yorumlar sunar. Şöyle ki;
“… hiçbir şey iktidarla şiddetin içiçe geçmesinden daha yaygın ve hiçbir şey bu ikisinin katıksız ve dolayısıyla aşırı biçimlerinde görünmesinden daha nadir değildir. Bundan otorite, iktidar ve şiddetin bütünüyle birbirinin aynı olduğu çıkarsanamaz.”[5] sözleri ile yine yukarıda anıldığı üzere, şiddet ve iktidar kavramlarının içiçe geçmiş halinden ve bu durumun yansımalarından söz eder yazar. Birbirinin aynı olmadığı bir gerçektir ancak bütünüyle birbirinin aynı olmadığı bir gerçektedir. Buradan şunu çok rahatlıkla anlayabiliriz ki, her iktidar özünde şiddeti barındırır, yada toplumun şiddet kullanma yetkisini özünde barındırır doğal olarak ta şiddet tekeline sahip olur.
Buradan devam edecek olursak ve şiddetin araçsallığını da işin içine katarsak; İktidarın şiddeti sınırlandırması, iktidarın şiddet kullanması ve şiddetin tekeli olması, ancak şiddet ve iktidarın birbirinin aynısı olmaması ilk etapta kafa karışıklığına neden olabilir? Fakat birbirinin aynı olmayan ancak birbirinin silahlarını kullanan iki kavramın ulaştığı yolu irdelemektir.
İktidarın gerekliliği ve iktidar-toplum ilişkisi içerisinde şiddeti incelediğimizde, iktidarsız yada hükümetsiz toplumların yaşadığı sıkıntıları göz önünde bulundurmakta fayda vardır. Arendt’inde değindiği gibi, iktidarsız bir toplumu ele geçirmenin kolaylığı, iktidarlı bir topluma göre daha kolaydır. Buradan şu da açıkça anlaşılmaktadır ki, iktidarın şiddet bir araç olarak kullanması sadece içişlerinde değil Uluslararası İlişkilerde de bir yöntemdir.
Arendt’in yaşadığı günlerden bugüne, gelişen silah teknoloji ile değişen dünyada tabiidir ki şiddetin kullanım şeklide ve yöntemi de değişmiştir. “Yüzyılın başından beri devrim kuramcıları bize, hükümetlerin eşsiz tekelindeki silahların yıkım kapasitelerindeki artışla orantılı olarak, devrim ihtimallerinin de ciddi ölçüde azaldığını söyleyegelmiştir.” [6] sözleri ve aslında geçen yüzyılında hiçte tahmin edildiği gibi olmadığı yine Arendt’in cümlelerinde hayat bulur. Öyle ki; Geçen yüzyıl gelişen silah teknolojisi ile gelişen şiddet eylemleri ve yaşanan pek çok devrimle tahmin edilenlerin çok ötesinde olmuştur.
Şah Muhammet Rıza Pehlevi liderliğindeki İran, binlerce yıllık geçmişi ve yönetim anlayışı ile Ortadoğu’nun en önemli ülkelerindendi.
İran’da 1950’li yıllarda başlayan sokak olayları ve gösteriler başta İran istihbaratı SAVAK[7] olmak üzere iç emniyet güçlerinin çabaları ile bastırılmaktaydı. İlerleyen yıllarda, Kum kentinden çıkan dini lider Ayetullah Humeyni liderliğinde gelişen muhalefet önlemez hale gelmiş ve Şah yönetimi en son çare Humeyni’yi sürgüne göndermekle yetinmiştir. Şah yönetimi tüm silahları güçlerini kullanarak bastırdığı muhalefetin devrim kapasitesini göremediğinden dolayı sadece sınırlı sokak olayları olarak nitelendirmiştir. Geçen zaman içerisinde yaşanan şiddetli katliamlarla gelişen devrim ateşi en son Şubat 1979 tarihinde Ayetullah Humeyni’nin 15 yıl aradan sonra Tahran’a dönüşü ile hayat bulmuştur.
Şah, her ne kadar bir süre önce İran’dan ayrılmış olsa da, Şah’a bağlı birlikler ve hükümet işbaşındaydı, Tahran’a indiği anda Humeyni’nin öldürülmesi ve onu destekleyen kişilere de aynı şiddetle muamele edileceği duyurulmasına rağmen, o gün tüm İran sokaklardaydı ve Şah’ın askerlerinin kurşunlarını tehdit olarak görmediklerini ya da o kurşunların bir önem taşımadığını ilan ederek yürüdüler.
Arendt; “Şiddete karşı şiddet şeklindeki bir çarpışmada devletin üstünlüğü daima mutlak olmuştur. Ancak bu üstünlük, devletin iktidar yapısı bozulmadığı sürece mümkündür yani emirlere itaat edildiği ve polis ya da ordu silah kullanmaya hazır olduğu sürece…”[8]sözleri tamda bu örnekle nesnel hale gelmektedir. Şah yönetiminin iktidarını korumak uğruna şiddet yetkisine başvurduğu bir anda halk kitleleri de aynı araçlarla olmasa da aynı şekilde karşılık verdi. Sonuçta, tıpkı yazarın sözlerinde olduğu gibi, iktidar yapısı bozulan devlet, çürümüş şahlık rejimi ve emirlere itaat etmektense halkın yanında yer alan bir kısım silahlı kuvvetler sayesinde tahmin edilemeyen bir devrim gerçekleşmiştir.
Burada dikkat çeken bir detay daha vardır ki şiddet sarmalında iyice irdelenmesi gerekir; “İnsanların şiddet tehdidine boyun eğmemesi ve şiddete şiddetle ancak aynı ölçüde eşit derece de olmayan şiddetle karşılıklı vermesi” tüm teorileri ve söylemleri altüst etmektedir.
İktidar kurumunun çöktüğü ve devletinde işlevsiz kaldığı durumlarda her halükarda devrimler mi gerçekleşir? Ya da devrimler kaçınılmaz mıdır?
Bu durumlarda her yolun devrime çıktığı tabii ki söylemez ve gerekliliği de görecelidir. Nitekim Arendt’in de söylediği gibi, iktidarsız rejimlerden herhangi bir tehlike ile karşılaşmadığı için uzunca yıllar yaşayanlar vardır ki, sayıca hiçte az değildir. Şiddet tekeli ve kapasitesi sınanmayan iktidarlar zamanla gevşemeye ve çürümeye başlayabilirler.
Günümüz dünyasında tartışılan “dünyanın sonu”, “medeniyetin sonu” gibi tartışmaların yanı sıra “şiddetin araçsallığı” ve “şiddetin sonu” gibi tartışmalarda mevcuttur. Peki şiddetin dışa vurumu ya da, iktidarın içeride olduğu kadar dışarıda da kuvvetini pekiştirmek adına başvurduğu savaşların sonunda ne olacak ya da ne olması bekleniyor?