Tarihin her devrinde kültürü yenileyen, üreten bir seçkin zümre bulunmuştur. Geniş kitleler mevcut değer yargılarına uymakla mükellef olmuşlardır. Üretilen kültür değerleri bazen hukuk, bazen din, musıkî, mimarî, askerî alanlara ait olabilir. Günün şartlarına göre ihtiyaçlar doğdukça ortaya çıkan hayat boşlukları böylece doldurula gelmiştir. Halkın günlük, sâde yaşayışı içinde başa çıkamayacağı şeyleri bazı üstün kabiliyetli kimseler çözerler. Tabiî seçkinlerin hayat standartları ve kültür ihtiyaçları daha seviyelidir. Ama halkın gözü de bu zümrenin üzerindedir, üretilen seçkinler kültürünü kendilerine örnek alırlar.
Bizdeki, gözünü prenseslere diken Keloğlan masalları, 1001 Gece Masalları bir bakıma bu kültür intikaline örnek alınabilir.
Burada bir hususu aydınlatmamız gerekiyor.
Tarihte de yönetici zümrelerin (ki seçkinler, genellikle bu zümre veya çevresinde oluşmaktadır.) geniş kitleleri kültürel bağımlılık meydana getirerek yönetime bağlamakla beraber, halkı tek tip insanlar yığını haline dönüştürdüklerini söyliyemeyiz. Tabiatıyla hakim zümrelerin kayıtsız şartsız bir güce ulaşmak istemediklerini de söylemiyoruz. Ne var ki günümüzdeki imkanlar ve insanların kontrolünü sağlayan mekanizmalar hiç bir devirde şimdiki ölçüde gelişmemişti. Bilgi hiç bir zaman günümüzdeki derecede silaha dönüştürülmediği gibi, enformasyon dışı insanların köleleşmeleri de bu ölçüde netleşmiş değildi.
Ayrıca artık hâkimiyetin alanları değiştiği gibi, anlamı da değişmiştir. Eskiden yalnızca askerî ve siyasî anlam taşıyan bu kavram, 19 – 20. yüzyılda daha bir ağırlıkla ekonomik anlam kazanır, askerî ve siyasî hâkimiyeti sağlamanın yolu ekonomik üstünlük kurmak şeklinde kavranırken, şimdi bu kavramın da yeni gelişmelere uğradığını görüyoruz.
Artık ekonomik çıkarların devamlılığı, kültürel üstünlük yanında bilgi tüketim üstünlüğüne de dayanmaktadır. Buradaki “üstünlük”, teknoloji ve iletişim imkânlarının kullanılmasıyla sağlanmaktadır.
Kültürlerin birbirlerine üstünlüğü esas itibariyle tartışmaya çok müsait bir konu olup, tamamıyla izâfîdir. İnsanın saadeti nerede ve nasıl bulduğuna bağlıdır. Ancak psikolojik açıdan telkine açık yaratılıştaki ademoğluna sürekli ve yaygın telkinlerle sun’î ihtiyaçlar kabul ettirilebilmektedir. Dolayısıyla ortalama insana günümüz teknolojisinin iletişim imkanlarıyla ne düşüneceği, nasıl hissedeceği, hatta nelerle mesud olacağı öğretilmektedir. İşte kitle kültürü dediğimiz şey böylece teşekkül ediyor. Elbette ki, bir nevî insan ruhunu uyuşturarak varılan bu sonuç gerçek mutluluk değildir. Derinden derine huzursuz insanlar, Cengiz Aytmatov’un tabiriyle beyni iptal edilip sessizleştirilen mankurt tipine dönüşmektedir.
Bu noktada, tarihin, milletleri yöneten homojen seçkinleri yoktur artık. “Süper” imkanlara hükmeden, evrensel hakimiyet için ne gerekiyorsa onu yapan ve asla insanî ölçü tanımayan uluslararası çaplı güçler söz konusudur. Artık, tek tek parmak izine kadar orijinal yapı ve yaratılıştaki güzelim insan, ortalama ve yaygın bir “genel tip”e dönüştürülmekte, bütün ruhî melekeleri zincirlendiği için kitle kültürü dediğimiz sun’i bir kültür havuzu içinde yorumlanabilmektedir.
Tüketime yönelik sıradan bir araçtır artık insan. Sanatın uyarıcılığı da törpülenerek, hemen her türü bu maksada göre hizmet için yeni anlamlar kazanmıştır.
Bilim ise ancak astronomik sermayeler elinde laboratuar ve deney ortamına kavuştuğu için, yukarıda zikredilen şaibeli güçler elinde kalmıştır. Ve ne yazık ki sadece belli branşlarda uzmanlaşmış, genel muhtevası yönünden cahil denebilecek elemanlar tarafından yapılmakta olduğundan gerçek bir uyarıcı değildir. Elde edilen bilgi birikimi sadece organize aktörlerce kullanılmakta ve stratejik bir silah gibi gizlenmektedir. İlim adamları da alet durumundadırlar yani.
Tarihte görülen insanî yönü tamamlanmış komple âlim ve ahlaklı siyaset adamları yoktur artık. Her şey pratik çıkarlar için kullanılabilir. Saf faziletlerin kıymeti yoktur. İlim de, kültür ve sanat da, siyâset de dâima açık veya gizli çıkarların emrindedir.
Bu konuda binlerce örnek verilebilir. Biz ülkemizden iki taze örnek verelim.
Bilindiği gibi Türkiye’nin Mayıs 1990 gündeminde Coca Cola’nın son zamları ileri sürülerek gerçekleştirilen bir tüketici eylemi vardı. Benzerlerini Batı’da çokça gördüğümüz bir kitle hareketiydi bu. Enteresan olan nokta, bu eylemin iç yüzünün ve sebeplerinin yeterince açıklığa kavuşturulmamasıydı. Halk bir kola zammından habersizdi. Zam ancak İzmir’deki boykotun gazeteler tarafından afişe edilmesiyle duyuldu. Ama kitle haberleşme araçları konuya öyle bir yerinden girdiler ve halkı tahrik ettiler ki bütün Türk halkı bu eylemi şuurlu şekilde destekliyormuş gibi bir görüntü ortaya çıktı.
Biz konuya kitle kültürü açısından baktığımızdan bu hareketin bir şirketler savaşı mı, son zamanlarda bozulan Türk-Amerikan ilişkileri sebebiyle (Cola, Sam Amca’nın sembolü sayıldığı için) ABD’ye yönelik örtülü bir uyarı mı olduğunu, Türkiye’deki ABD çıkarlarına dikkat çekmek için mi yapıldığını araştırmayacağız. Aslında araştırmaya değer, çünkü bu tür bilinçli ve organize tüketici kitle boykotları bizim ülkemizde geleneği olmayan hareketlerdendir.
O halde olan nedir?
Kola zammından evvel daha hayatî yüzlerce zammı sineye çeken bu halkın Coca Cola’ya tepkisi nasıl olmuştur?
Bizce bu bir tüketici hareketi olmayıp, basın yayın kuruluşlarının hangi mekanizmayla yürütüldüğünü kestiremediğimiz ortak yayınları sonucu ortaya çıkmış kurmaca bir harekettir. Fakat bir ölçüde kitlelerin tasvip ve desteğini arkasına almayı becermiştir.
Doğrusu telkin mekanizmasına rağmen halkın destekleme gerekçeleri de tahlile değer. Zira kazanılan kitle desteği, telkin kuruluşlarının gücünü aşmış gibi görünüyor.
Yurdumuzda orta direğin sıkıntıları hiç de eksik değildir. Toplumun yükü onların omuzlarında gidiyor. Kendi işinde gücünde sade insanların teşkil ettiği bu kitleler, organize olmak için gereken imkanlardan hatta eğitimden genellikle mahrumdurlar. Fert fert yaşadıkları hayat kavgasında yedikleri darbeler, uğradıkları haksızlıklar ve muhatap bulamamaları onlarda böyle bir şevk de bırakmamıştır. Bir tepkide bulunmak daha önemli zararlara uğramak demektir. En iyisi susup başını eğmektir.
İşte bu psikolojiyi yakalamış olan menfaat gurupları, şirketler, haberleşme organları vs… bu zemini lehlerinde kullanmak isterler. Reklâmlarda, propagandalarda bu insanların bastırılmış duygularına, bir başka deyişle tahrik edilip tatmin edilmemiş duygularına hitap ederler.
Bir şişe Cola’yı toprağa dökmek gibi son derece basit ve kolay bir eylem, bir tröstü dize getirmek, hatta “süper bir gücü ikaz” manâsı taşıyorsa, hayâtı güçlüklerle dolu kitleler,sıkıntılarının başlıca sebebi saydıkları o süper gücü sarsacağı îmâ edilen bu eyleme neden ilgi duymasınlar? Üstelik kendilerinin bir güç olduklarını vehmetme zevkini tadacaklardır.
Ama efendim her konuda böyle bir güç birliği mümkün değilmiş!
Konumuzun püf noktası burasıdır.
Burada olayın mantığını genelleştirme gayretini boşuna aramayalım. Çünkü o sâde insanlar organizasyonun basit dişlileridir. Manivelâlar o hareketi düşünenlerin elindedir. Sadece kendi seçtikleri konularda kampanya yaparlar.
İkinci örneğimiz İstanbul Belediyesi’nin demokratik (!) bir girişimi olsun.
İstanbul’a yeni belediye otobüsleri alınarak kitle ulaşımı rahatlatılacaktır. Belediye’nin makam arabalı yetkilileri otobüslerin tipini seçer, büyüklüklerine karar verir, hangi renklerde boyanacağını bile tesbit eder ve halka dönüp sorar:
-Bu renklerle bizim tesbit ettiğimiz şu iki kompozisyondan hangisini gerçekleştirelim?
İşte kitle kültürü budur. Dünyada ve Türkiye’de…