Prof. Dr. Namık Açıkgöz yazdı
Doğduğum köy, Bozdağların Gediz ovasına inen yamaçlarındaydı. Bütün Gediz ovası ayaklarımızın altındaydı neredeyse...
Şehre, yani Kasaba’ya (Turgutlu’ya) ilk gidişimi hatırlıyorum. Şaşacaksınız ama 3 yaşında falan olmalıyım. Hemen “İnsan 3 yaşını hatırlar mı yaaa?... İyi attın arkadaş!...” falan diyeceksiniz. Şayet, ikide birde şehirde yaşadığınız bir olayı hatırlatacak ablanız varsa, her hatırlatma, o hatıranızı, yani 3 yaşınızı bütün ömrünüze yayarsa, o yaşınızı ve hatıranızı asla unutmazsınız. Demem o ki, sürekli tekrarlanan bir hatıra, sizin o yaşınızı devamlı diri tutar.
İşte ben o 3 yaşımda ve daha henüz konuşmayı tam beceremediğim 3 yaşımda, Turgutlu’da kamyonları ve treni gördüğümde ve köye dönüp şehri anlattığımda, kara treni anlatırken “Biri katilen (“kara tren”in çocuk dilinde söylenişi) böyle gidiyor, biri katilen böyle...” demişim.
Rahmetli babam, beni şehre götürmüştü ve treni de görmem için istasyona gitmiştik. Treni ilk defa o zaman gördüm. 3 yaşımda olduğuma göre 1959 falan olmalıydı ve mutlaka günlerden de Pazartesiydi. Çünkü Turgutlu’nun pazarı o gün kurulur ve bizim köylüler şehre o gün giderlerdi.
Ben o yaşımda, tertemiz ve betonarme binaları gördüğümde şaşmışımdır ama asıl şaşkınlığı, koskoca trenin istasyona girişiyle yaşadığımı hâlâ hatırlarım Köyden, bizim için yoğun bir kara duman olarak görülen ve keskin düdüğünü taaa yamaçlarda duyduğumuz tren, kapkara dumanlar çıkararak istasyona girdiğinde müthiş bir ürpermeyle beraber büyük bir hayranlık hissetmiştim. İstasyona öfkeli bir boğa gibi girip gıcır gıcır sesler çıkararak duran tren, ne uzundu!... Bak bak bitmiyordu!...
İşte köye gelince anlattığım tren bu trendi... 6 kilometre uzaktan, Gediz ovasını bir baştan bir başa geçen; geçerken kapkara dumanı ve keskin düdüğüyle sadece hayallerimizi süsleyen treni ilk defa yakından görüyor ve ürpermeyle karışık heyecan ve hayranlık duyuyordum.
***
Sonraki tren hatıram, ilkokul ikinci sınıftadır.
Birleştirilmiş sınıfta ders görüyorduk. 5. sınıfın Okuma Kitabı’nda Cahit Sıdkı’nın,
Nereye bu gece vakti?
Güzel tren garip tren?
Düdüğün pek acı geldi,
Hatıra neler getiren!...
şiiri vardı. Ablam Fatma ile ağabeyim Halil 5. sınıfta okuduklarından, onların kitabından o şiiri daha önce okumuştum. Öğretmenimiz Ahmet Bahçeci, bize kendi kendine çalışma vermişti; 5.sınıflara da Tren şiirini okutuyordu. Bir kaç kişiye okuttu. Bir öğrenciye geldi. O öğrenci okuyamadı.
Zaten şiir okunurken, yakından gördüğüm trenin ürpertisi ve heyecanıyla dopdolu olan ben, “Öğretmenin ben bu şiiri okurum.” dedim. Öğretmen bana okuttu. Okuyamayan öğrenciye kızdı mı kızmadı mı şimdi hatırlayamıyorum ama bana “Afferin” dediğini hatırlıyorum.
Gediz ovasını yarıp geçen tren sadece kara tren değildi. Arada beyaz renkli ve beyaz dumanlar çıkaran trenler de geçerdi. Bunun tren olmayıp “pompur” olduğunu söylerdi büyüklerimiz. Gerçi “fabrika”ya “pavlike”, “otomobil”e “tomofil”, otobüs”e “otobos” diyen bazı büyüklerimize göre hiç farketmezdi, hepsinin adı “pompur”du. Sonradan öğrenecekti ki, İzmir-Alaşehir arasında çalışan banliyö trenleriymiş o “pompur”lar. Daha sonra, tren yollarını tamirde kullanılan ve iki kişinin gücüyle çalışan bir tren yolu aracı görmüştüm ve bunun da adı “şeytan pompuru” idi büyüklerimizin dilinde.
İçimde bastıramadığım bir tren sevdası vardı ama 1965 yılının Ekim ortasında şehre taşındıktan sonra ve biraz daha büyüyünce, arada iskeleye (Bizim orada tren istasyonuna “iskele” de denirdi.) gider, trenin istasyona girişindeki ihtişamı seyreder, perspektifi en güzel gösteren rayların ufukta birleşmesini uzun uzun seyrederdim.
Bir ara Gediz ovasında bir bağ kiraladık. Bir kaç sene üzüm kaldırdık oradan. O kiralık bağa gitmeyi çok severdim. Çünkü tren yolunun yakınındaydı. Uzaktan sesini duyduğumuz tren bağın yanından geçerken, marşandizin gücünü damarlarımda hissederdim. O meşhuuur espriye maruz kalmamak için söylemekten çekindiğimi zannetmeyin, trenin o geçişini uzun uzun seyrederken, henüz gurbet falan bilmediğimden, sadece mekanik güç karşısında hayran kalırdım.
Tren yolunun kenarındaki bağda çalışırken, zaman zaman omuzunda torba olan bir adamın, traverslere basarak ve gözünü devamlı iki yana hızla çevirerek yürüdüğünü görürdüm. Ağabeyime “Bu adam ne yapıyor abi?” dedim; “Tren yolunun vidalarını kontrol ediyor. Gevşeyen, kırılan vida varsa tamir diyor.” dedi.
***
Bakmayın tren romantizmi yaptığıma!... Trene ilk defa 1975’te falan bindim. Hem de kara trene... Manisa-Turgutlu arasında... Yarım saatte biten bir yolculuktu ve hâlâ tadı damağımdadır o yolculuğun.
Sonraki tren yolculuklarım Ankara’dadır. Tren değil tabii... Banliyö...
1976’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Eski Türk Edebiyatı Kürsüsü’nü kazanmış ( O zamanlar, bölüm değil kürsü kazanılırdı.) ve Ekim ayında derslere başlamıştık. Fakültede ikide bir kavga çıkıyor ve fakülte tatil ediliyordu. Öyle ki, birinci sınıfta sadece 52 gün açık kalmıştı fakülte. (O zamanlarda ne kötü öğrenciler varmış!... İkide bir kavga ederlermiş. “Bu satırların yazarı o kavgalara hiç karışmazmış.” diyeyim, siz de inanmayın.) İşte o uzun tatillerden birinde Mamak taraflarında bir vekil öğretmenlik bulduk arkadaşım Mehmet Sarı ile... Bir ay boyunca hergün o güzelim Ankara Garı’ndan banliyölere binip okula gittik.
Kış günlerinde Ankara Garı harika olur!... Bembeyaz karın içinde uzayıp giden raylar... Kara gömülen terkedilmiş vagonlar.... Beyaz karın içinde gelip giden kırmızı marşandizlerin çektiği kara trenler... Yeşil mi, koyu mavi mi olduğunu unuttuğum banliyö trenleri... Yüksek tavanlı bekleme salonu... Fakirlerin sığınağı bekleme salonları... Kış günlerinin soğuğuna inat, sımsıcak çaylar...
Tadına doyamadım Ankara Garı’nın... Tren aşkı bir ayda bitti...
Ankara Garı’nın tadı bir ayda bitti ama benim Ankara Garı hatıram hemen bitmedi...
1980 yılıydı... Kardeşim Adem Doğubeyazıd’a askere gidiyordu. Ankara’da bana uğramıştı. Onu akşam Ankara Garı’nda Doğubeyazıd’a giden trene bindirdim. Tren ve gurbet ilk defa yan yana geliyordu bende... Tren hareket edince kardeşim pencereden bana el salladı... Ben de ona el salladım... Tam o sırada sapsarı ve uzun saçları olan bir kız, pencereden sarkıp, Gar’da kalan birilerine el sallıyordu.... Tren karanlıkların içine dalıp kayboluncaya kadar kardeşimin eli ve o sapsarı uzun saçlar, trenin penceresindeydi. Sonrası karanlık....
***
Sonraki trenlerim Elazığ’dadır.
Arada kimseye farkettirmeden Elazığ Garı’na gider, bekleme salonunda yolcuları gözler, trenin gara gelişini; yolcuların telaşını ve ıssızlaşan garda yalnız kalışımı hatırlarım hâlâ...
1989’du galiba... Ailecek tren sevdamızı gidermek üzere Elazığ’dan Baskil’e gitmek üzere trene bindik... Dört yaşında olan oğlum, trende çok rahattı ve çok heyecanlıydı... Fakat bu sevda gidiş-dönüş ile sonuçlanmadı. Şimdi sebebini unuttum; yarı yoldan geri döndük. Yoksa, o yolculuğum en uzun tren yolculuğum olacaktı.
***
En uzun tren yolculuğum 750 kilometre falan oldu!... Yok... Türkiye’de değil... Fransa’da... Paris-Marsilya arasında... 1992 yılının Temmuz ayında... Paris’te, Gar de Lion’dan kalkıp Marsilya’ya giden trendeydim... Bir yandan Gar de Lion, bir yandan o modern trenler aklımı başımdan almıştı. Bilet alış sistemindeki karmaşa önce korkutmuştu. Bankamatik tipi bilet alma sistemi vardı ve bilet alındıktan sonra şimdi uçaklarda olan “check-in” işlemine benzer bir işlem yapılıyordu. Oysa bizin trenlere biniş ne kadar kolaydı!... Al bileti... Bin trene... Kondoktür gelsin, “kıtırt” diye delsin bileti; rahatla... Elin oğlu bilet alırken de oturacak yerini belirlerken de müşkilat üzerine müşkilat çıkarıyordu... Modernlik, biraz da müşkilat çıkarmak ve korku değil miydi zaten?...
Fransa’da yataklı trenle seyahat ettim. Arada, aşırı hızla yanımızdan geçen hızlı trenin sarsıntısı korkutmuyor değildi hani... Hele arada pencereden dışarı bakarken, müthiş bir patlamayla gelip geçen ve ne zaman gelip ne zaman geçtiği belli olmayan o hızlı trenin hızını yıllarca ülkemizde görememiştik.
***
Son tren maceramı Fransa’da yaşamıştım. 2013 yılının 15 Mayıs günü, Amman-Akabe arasını kara yoluyla geçerken, uzun süre Hicaz Demiryolu’nu takip etmiştik Ürdün’de. Terk edilmişti ve artık kullanılmıyordu... Abdülhamid’i ve Medine müdâfii Fahreddin Paşa’yı hüzünle hatırladım.
***
Trenler, raylar, istasyonlar, bekleme salonları, keskin düdükler, vagonlar...
Tren eski bir sevdadır bende.... Bu yüzden son zamanlarda tren yolu olan bir şehirde yaşama sevdam depreşti...