Röportaj: Oğuz ÇetinoğluOğuz Çetinoğlu: ‘Sosyal Bütünleşme’nin tarifi ile başlayabilir miyiz Hocam?Prof. Dr. Ali Coşkun: Birleşmek, kaynaşmak, birlik, ahenk ve denge içinde bulunmak, yekvücûd olmak... gibi manâlara gelen ve batı dillerindeki ‘integration’un karşılığı olan ‘bütünleşme’ sosyolojide, toplumdaki küçük veya alt gruplar, cemaatler, menfaat birlikleri, müesseseler gibi sosyal yapının çeşitli unsurları arasındaki tamamlanma ve kaynaşma durumunu ifâde etmektedir. Başka bir bakımdan sosyal bütünleşme, bir toplumu meydana getiren fertlerin, farklı gruplarının ve daha geniş muhtelif ünitelerin karşılıklı bağımlılık ve ahenk içerisinde bir düzen teşkil edecek şekilde birleşmeleri sürecinden ibârettir. Bir başka açıdan da sosyal bütünleşme, bir toplum ve sosyal grup içinde hâkim olan kültürel değerlerin toplumu meydana getiren fertler tarafından alınarak, kendilerine mâledilmesi ve böylece fertlerin toplumun sosyo-kültürel değerlerini kazanarak onunla uyumlu bir şekilde yaşama durumuna gelmeleri sürecini ifade etmektedir.Bütünleşme kavramı esasen kişi ve grupların anlamlı bir biçimde bir araya getirilmesi ve sosyal ihtiyaçların düzenli bir biçimde karşılanması anlamına gelmektedir. Sosyal bütünleşme ise fertlerin veya sosyal grupların dünya görüşleri arasındaki farkların toplumdaki ortak kültürden asgarî seviyede sapmış olması şeklinde tanımlanmaktadır.Çetinoğlu: Toplumun bütünleşmesi nasıl gerçekleşeçek?Coşkun: Öncelikle kültürün bütünleşmesi gerekir. Zira kültürel bütünleşme olmaksızın sosyal kişiler örüntü ve rollerini yeterince gerçekleştiremezler; sosyal gruplar kurumsallaşmış yapıları uygun bir biçimde kullanamazlar, toplum da eşgüdümünü yitirir, hatta birbiriyle çatışan karşıt güçlere sahne olur ve giderek çözülür.Bütün bu hususlar göz önüne alındığında, toplumlarda çeşitli sosyal bütünleşme tiplerinin ortaya çıkmakta olduğu da kolayca anlaşılır. Bir topluma mensup kişilerin fiil ve davranışlarının, o toplumun ilişkilerini yöneten normlarla ahenkli bir şekilde koordine edilmiş olması halinde ortaya çıkan bütünleşmeye ‘normatif bütünleşme’ adı verilmektedir.Bir başka entegrasyon şekli ‘fonksiyonel bütünleşme’dir. Burada fertlerin mensup bulundukları toplumda işgal ettikleri mevkiler ve oynadıkları roller itibâriyle yani sosyal fonksiyonları bakımından birbirlerini karşılıklı olarak tamamlamaları söz konusudur. Buna göre fonksiyonel bütünleşme, toplumdaki iş bölümünün ahenkli bir şekilde gerçekleşmesinin bir sonucu olmaktadır.Her halükârda bütünleşmede kültür unsurları önemli bir rol almaktadır ve kültürün maddî unsurlarının yanı sıra manevî unsurlarının da ahenkli bir bütün teşkil edecek surette ‘bir manâ etrafında toplanarak bir birlik meydana getirmeleri’ hâlinde ortaya çıkan bütünleşme şekli en uyumlu sosyal bütünleşme modeli olarak vasıflandırılmaktadır.Çetinoğlu: Sosyal bütünleşmede din olgusunun yeri ve rolü nedir?Coşkun: Din ve toplum arasındaki münasebetlerin karşılıklı oldukları göz önüne alınırsa, sosyal bütünleşmenin din üzerinde etkilerinin bulunduğu da kolayca anlaşılacaktır.Fiiliyatta dinin ihtiva ettiği unsurların yerine göre toplumda ahenkli bir fonksiyonundan söz etmek mümkün olduğu gibi, bu fonksiyonu yerine getirmemesine ve hattâ fonksiyonsuzluğa da şâhit olunmaktadır. Her halükârda dinin, durum ve şartlara göre ‘sosyal bütünleşmeyi sağlayıcı’ fonksiyonunun yanı sıra ‘ihtilâfa vesile teşkil edici’ ve hattâ toplumda ‘protesto rolü oynayıcı’ fonksiyonlarının bulunduğunu da belirtmemiz gerekir. Bununla birlikte, J. Wach'ın da kuvvetle işâret ettiği gibi, dinin toplum içerisindeki yapıcı ve birleştirici rolü; ihtilaf oluşturucu ve parçalayıcı fonksiyonunu kat kat aşmakta olup, her ne kadar toplumdaki birlik ve bütünleşmenin temini dinin ne niyeti ve ne de asıl gayesi olmamakla birlikte din, neticede sosyal bütünleşmeyi gerçekleştirmeye yönelmektedir.Çetinoğlu: İslamiyet açısından bakarsak…Coşkun: İslâm dini, insanlara tebliği anından itibaren gayet sür'atli bir yayılma hızı göstermiş ve ortaya çıkışından çok kısa bir zaman sonra oldukça geniş bir alana yayılarak büyük sayıdaki, çeşitli kültür ve milletlerden insan kitlelerini güçlü bir iman ışığı etrafında birleştirerek, bağrında toplamayı başarmıştır. Bu kadar farklı sosyo-kültürel statülerdeki kişiler ve grupların, farklılıklarını adetâ bir potada eriterek, böylesine mükemmel bir manâ birliği teşkil etmelerinde ise, hiç şüphesiz Kur’ân-ı Kerîm'in ortaya koyduğu esaslar vasıtasıyla oluşturulan birlik ve bütünlük şuuru en başta gelen rolü oynamış bulunmaktadır. Arap toplumunda İslamiyet’ten önce, kabile düzeni hâkimdi. İslam dini; kültür seviyesi son derecede düşük olan başta putperest Araplar olmak üzere, çeşitli inanç, kültür ve ırklardan insanları, Kur’an-ı Kerim’in cihanşümul dâveti etrafında topladı. İslâm dininin, böylesine mükemmel bir manevî ve sosyo-kültürel birliği gerçekleştirmedeki başarısında, onun esas kaynağı olan Kur’ân-ı Kerîm'in Tevhid akidesi etrafında insanları toplamak üzere yaptığı çağrının önemi büyüktür.Gerçekten de, Kur’ân-ı Kerîm'in, insanları dine dâvet ederken üzerinde durduğu ilk husus, İslâm’ın iman esaslarından birincisi olan Birlik inancı yâni Allah'ın varlığı ve birliğine inanç etrafında insanların toplanması konusudur. O şekilde ki, Kur’ân-ı Kerîm'in hemen hemen her suresi ve her sayfasında bu konunun işlendiğine şâhit olmaktayız. Hattâ, Kur’ân-ı Kerîm'de belirtildiğine göre, bu konu aslında bütün peygamberlerin tebliğlerinin de esasını teşkil etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm, bir yandan insanları bir tek Allah'a kulluk etrafında toplanmaya çağırırken, öte yandan da, gerçekte bütün peygamberlerin tebliğlerinin esasını teşkil eden ve İslâmiyet’te kemâle ermiş bulunan bu tevhid akidesi etrafında diğer din mensuplarını da birleşmeye davet etmektedir: ‘Ey ehli Kitab, geliniz aramızda birleşebileceğimiz bir kelime etrafında toplanalım. O da: Allah'tan başkasına kulluk etmemek, O'na hiç bir ortak koşmamaktır.’ (Ali İmran, 64).Çetinoğlu: Dâvetin cihanşümul olduğunun delillerinden söz eder misiniz?Coşkun: Kur’ân-ı Kerîm, insanları tevhid inancı etrafında birleşmeye çağırırken, bu dâvetini belli bir millete, sosyal çevreye veya gruba yapmamakta, hitabını bütün insanlığa yönelterek ona evrensel bir özellik vermektedir ki, bu husus Kur’ân-ı Kerîm'in manâ etrafında mükemmel sosyal bütünleşmeyi gerçekleştirmede en önemli özelliklerden biridir. Kur’ân-ı Kerîm'in her yerinde bu konudaki dâvet geneldir ve evrenseldir. Bu hususta Kur’ân-ı Kerîm'de sık sık ‘Ey insanlar!’ veya ‘Ey inananlar!’ gibi hitap tarzlarının kullanıldığını görmekteyiz. İnsanlar veya inananlar çeşitli ülke, millet, kültür, sosyal çevre ve mevkiden olabilirler. Ancak, onlar Allah katında birdirler. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, bütün müminleri ‘din kardeşliği’ bağı altında birbirlerine bağlamış ve kenetlemiştir. Kur’ân-ı Kerîm ‘Müslümanlar kardeştirler.’ (Hucurat,10) buyurarak bunu açıkça beyan ediyor ve böylece inananları sevgi ve kardeşlik bağı altında yekvücûd olmaya çağırıyor. Müminlerin oluşturduğu bu kardeşlik birliği içeri¬sinde her çeşit sosyal farklılıklar kaynaşacaktır. Cemaatle kılınan namaz ve hac ibâdeti sırasında müminlerin teşkil ettikleri birlik tabloları bu bütünleşmenin canlı örnekleridirler. Kur’ân-ı Kerîm, ‘Ey insanlar, gerçekten sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi (sırf) birbirinizle tanışmanız için milletlere ve kabilielere ayırdık. Şüphesiz ki sizin Allah katında en şerefliniz takvaca en ileride olanınızdır.’ (Hucurat,13) buyurarak insanlar arasında hakikatte üstünlüğün ancak takva yoluyla olabileceğini, bunun ötesindeki farklılıkların bir şey ifade etmediğini belirterek insanları birlik ve beraberliğe, sevgi ve dostluk içinde anlaşıp kaynaşmaya çağırmaktadır. Aynı şekilde, Kur’ân-ı Kerîm, ‘Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, sakın dağılmayın. Allah'ın size olan nimetlerini hatırlayın. Siz birbirinize düşman iken sizin kalplerinizi birleştirdi. Onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz ateşten bir uçurumun kenarında idiniz, sizi oradan çekip çıkardı.’ (Ali İmran,103) buyurarak, aynı birlik ve kardeşlik ilkesini vurgulamaktadır. Bunun gibi, ‘Allah'a ve Resulüne itaat edin, sakın nizâ düşmeyin.’ (Lokman,17) buyrulurken de hep müminleri bu ideal birlik ve bütünleşmeye teşvik edici, barış ve kardeşlik üzerinde durulmaktadır. Yine Kur’ân-ı Kerîm'de sık sık vurgulanan doğruluk, sabır, itaat, iyilik ve yardımseverlik, çalışkanlık, af ve merhamet... gibi bir müminde bulunması istenen güzel huylar, inananların birbirleriyle sevgi bağı altında sıkıca kaynaşmasını sağlayıcı önemli moral faktörler olarak dikkati çekmektedirler. Kur’ân-ı Kerîm'de sosyal bütünleşmeye yöneltici bu tür örnekleri çoğaltmak mümkündür. Gerçekte ise, konuya bütünleşme açısından bakıldığında Kur’ân-ı Kerîm'de geçen bütün emir ve yasaklar, teşvikler ve tavsiyelerin, namaz, oruç, zekât, sadakalar, hac, kurban, Allah'ı anmak gibi bütün ibâdetlerin hep sosyal bütünleşmeyi sağlamaya yönelik faktörler oldukları ifade edilebilir.Çetinoğlu: Toplumda sosyal çözülmeler de bir vakıa olarak karşımıza çıkıyor. Konuya, sosyal çözülme kavramının tarifi ile girebilir miyiz?Coşkun: Sosyal çözülmeyi tanımlamadan önce bir süreç olarak çözülmenin ne demek olduğuna bakacak olursak onun, toplum içerisinde var olan ve ona ‘toplum’ niteliği kazandıran kurum ve grupların ahenkli uyumundaki bozukluğu ifade ettiğini görürüz. Fertteki çözülme ise, insan olarak varolmanın anlamı ile bu bilincin gerektirdiği davranışlar ve diğer insanlarla olan ilişkilerdeki uyumsuzluğu ifâde eder. Başka bir deyişle sosyal çözülme; bir topluluğu meydana getiren sosyal ilişkilerin bütünlüğü bozacak şekilde gevşemesi, bir toplumu ayakta tutan inanç ve değerler sistemlerinin etkinliklerini yitirmesi, sosyal kurumların yeni norm ve değerlere uyum sağlayamaması, bir toplumda maddî ve manevî kültür unsurlarının bir araya gelerek bir anlam ifâde edecek ve işleyen bir bütün meydana getirecek tarzda birbirlerini tamamlayamamaları halidir.Çetinoğlu: Sosyal çözülmenin sebepleri nelerdir?Coşkun: Sosyal çözülmenin sebeplerini; sanayileşme, şehirleşme ve göç, ekonomik problemler, hızlı ve dengesiz sosyo-kültürel değişme, toplum hayatına müdâhale eden savaş ve devrimler gibi beklenmedik durumlar, ahlaki gerileme, bu arada ahlakın yeni değerleri olarak hazcılık ve faydacılık, cinsel devrim, yabancılaşma, aile kurumundaki çözülmeler, sosyal şiddet ve suçluluk oranlarındaki artış olarak belirtmek mümkündür. Çetinoğlu: Sosyal bütünleşmede dinin etkisini gördük. Sosyal çözülme ve din ilişkisine de değinir misiniz?Coşkun: Din kurumunun günümüzdeki siyasal kurum gibi diğer sosyal kurumların şekillenmesinde etkin olduğu toplumlarda dini çözülme bütün toplumu etkilemektedir. Ancak tarih içerisinde sosyal farklılaşma sonucunda eş zamanlı olarak bir de kurumsal farklılaşma süreci meydana geldiği için eskiden dinin boyunduruğunda olan kurumlar da başta ekonomi ve siyaset kurumları olmak üzere dinden bağımsızlaştılar. Dini değer, norm ve sembollerin toplumun temel sektörlerinden uzaklaştırılması sürecine sekülerleşme dendiğini kaydetmiştik. Bu çerçevede din bütünleştirme ve meşrulaştırma işlevini büyük ölçüde yitirmiştir.Tarih içerisinde din en yaygın ve etkin meşrulaştırma aracı olarak karşımıza çıkar. Din beşerî açıdan tanımlanan realiteyi nihâî, evrensel ve mukaddes bir realiteye bağlayarak hukukîleştirmektedir. Böylelikle sosyal kurumlara nihai emniyet ve kalıcılık görünümü verilmiş olur. Farklı bir deyişle beşerî olarak kurulan sosyal düzene kozmik bir statü verilmiş olur. Dinî bakımdan meşrulaştırılmış bir toplum düzenine karşı gelmek, daima düzensizliğe (anomi) saplanma tehlikelerine dalmak, karanlığın ilkel güçleriyle sözleşme yapmak demektir.Dinlerin bütünleştirici etkileri yanı sıra yıkıcı ve birliği bozucu etkileri de bulunmaktadır. Her yeni din eski anlayışlar ve eski kurumların anlamlarını ve varoluş sebeplerini kaybettikleri yeni bir dünya ortaya koyma amacındadır.Çetinoğlu: Din ve dünya ilişkisi, karmaşık olduğu kadar çok tartışılan bir konu. Neler söylemek istersiniz?Coşkun: Dinin en önemli ögesinin Tanrı olduğunu kabul edersek, insanın Tanrı ile ilişkisi, yerine göre O’nun dünya ile olan ilişkisini gölgelemekte ve hatta kesebilmektedir. Ayrıca kişinin uluhiyetle olan ilişkileri, dünyevî sosyal ilişkilere (sözgelimi, efendi-uşak, baba-evlat, dost-dost, seven-sevilen vb.) rahatlıkla benzetilebilir. Dua ise bu ilişkilerin anlam kazandığı en uygun ortamdır. Son gelişmeler ışığında din sosyolojisi toplumları üç kategoriye ayırmaktadır. Bunlar dinî birlik, sivil alan ve tabiatüstü alanlardır. Bu alanlar dinî topluluk, dünya ile ilişkiler ve öte dünya alanları olarak da adlandırılabilir. Dünya ile ilişkilerde her dinî cemaat dünyevî gücün unsurları hakkında belli bir hükme sahiptir. Mesela, siyasî iktidar karşısında Hıristiyanlığın itaati, Budizm’in kayıtsızlığı, (İslam’ın içiçeliği) ve kimi mezhebler ve zahitlerin ise düşmanlığı söz konusudur. Ayrıca ekonomik, sosyal, ahlâkî ve fikrî hayatla din arasında da gelgitli durumlar yaşanmaktadır. Topluluk, hareket ve biçim bakımından dünyevî özelliklere sahiptir. Fert ise öyle değil. Onda dinî özellik ve yetenekler daha belirgindir. Dolayısıyla her dinde ve dinî birlikte bunalım, dünya ve topluluk ile karşılaşınca (yani serbest dinî tebliğle) kendini belli etmektedir. Her yeni inanç, yeni bir dünya oluşturur. Bu yeni dünya önündeki iki büyük engel ise tabiî ve tarihî olandan gelen engellerdir. Serbest dinî tebliğ bu iki unsura hep kuşkuyla bakagelmiştir. İkisi de sonuçta ya takdis veya reddedilmiştir. Her büyük fikir gibi dinî tebliğ de sosyolojik açıdan iki türlü etki yapar: olumlu ve olumsuz. Başka bir deyişle onun alıcıya göre değişen paradokslu bir şekilde çifte tesiri vardır. Olumlu veya bağdaştırıcı bütünleştirme tesiri ile olumsuz, yıkıcı ve birliği bozucu tesir. Bu değişiklikler yerine göre ihtilalci de olabilir ve herşey geleneksel unsurun yeniden yorumuna (tasdik) verilecek genişliğe bağlıdır.Çetinoğlu: Tebliğ kavramına açıklık getirirmisiniz?Coşkun: Dinî tebliğ, öteden beri mevcut olanları ya onaylar veya reddeder. O her ne kadar evrensel eğilimli ise de, başlangıçta belli bir insan topluluğuna hitap eder. Dinler bir bakıma tebliğ olunmak için bir pilot bölge seçerler. Oradaki tabiî ve tarihî bağ, yeni din için tıpkı bir füze rampası gibi bir işlev görür. Sonra mesajını oradan uzaya yani evrene iletir. Yoksa orasıyla bağımlı bir değişken ya da diyalektiğin öbür ucu gibi işlev görmez. Eğer diyalektiği ve bağımlılığı, maddî diyalektik değil de manevî olarak ve bağımlılığı da maddî değil de manevî bağımlılık olarak düşleyebiliyorsanız mesele yok. Yani din ilk başladığı tarihî, tabiî ve sosyal çevre ile böyle bir ilişkiye sahiptir.Dinin, yeniden, topluluk ve dünya karşısındaki olumlu ve olumsuz etkilerine dönecek olursak; din, tarihte hem dünya-idâme ettirici hem de dünya-sarsıcı bir güç olarak belirginlik kazanmıştır. Sözkonusu bu her iki görünümde de o, hem yabancılaştırıcı hem de yabancılaşmadan-arındırıcı olagelmiştir. Dinî teşebbüsün (veya tebliğin) çoğu kere bir bakıma kendine özgü nitelikleri sebebiyle birinci özelliği (yabancılaştırıcılığı) kendini belli ederken, önemli durumlarda ise ikinci özelliği (yabancılaşmaktan-alıkoyuculuğu) gün yüzüne çıkmaktadır. Dinin yabancılaştırıcı olduğu durumlarda en büyük paradoksu, sosyo-kültürel dünyanın, içerisinde, kendisinde bir anlam bulduğu realiteyi hızlı bir biçimde insansızlaştırması (yani bir hayal imiş gibi bir duygu vermesi) sürecidir. Ama bir kimsenin çıkıp; yabancılaşmanın dahi kâinatı beşerî açıdan anlamlı kılma arayışındaki dinî bilinç tarafından ödenen bir bedelin karşılığı olduğunu söylemesi, ayrı bir konudur. Köklü bir dinî bilinç kâinâta, ya bir sineğin kanadı kadar değersiz ve hayalimsi gibi bir şey olduğu için yabancılaşır veya kâinat, sözü edilen iki şey gibi basitleştiği için dinî bilinç onu dönüştürür ve bu arada kendisi de onunla birlikte dönüşür.Çetinoğlu: Konunun sosyo-kültürel boyutlarına da bakabilir miyiz?Coşkun: Sosyal bütünleşme, normatif ve fonksiyonel bütünleşme şeklinde iki tipe ayrılmaktadır. Toplumda fonksiyonel bir işleyişten ziyade çatışmaya dayalı bir işleyişin hâkim olduğunu öne süren Çatışmacı Teoriler, toplumu homojen bir bütünlük olarak görmeyip, belli çıkar gruplarından oluştuğunu ve sosyal dengenin de ancak söz konusu grupların çıkarlarının dengelenmesi ile mümkün olacağını öne sürerler. Çatışma tek başına ne olumludur ne de olumsuz. Bu açıdan, sosyologlar dört tip çatışma modeli ayırdetmekte ve işlevsizlikten bir işlev türetmeye çalışmaktadırlar. İlkin o, gruplar arası ve gruplar içi dengeyi parçalama anlamında bir çözme işlevi, ikinci olarak gruplar ve topluluklar arası çatışmanın doğal olarak herhangi bir grup ve topluluğun iç dinamiklerini ayakta tuttuğu için bütünleştirme işlevi, üçüncü olarak, belli bir dinî grup veya inanç içerisinde güç, imtiyaz ve prestij mücadelesinde din içi yaygın bir unsur olarak fikrî çatışma (yani laik-antilaik, modernist-muhafazakâr, köktenci ve uyarlayıcı gibi grup içi fikrî çatışmalar), nihayet sosyal değişmenin bir kaynağı olarak çatışma. Burada statükocular ile değişim yanlıları ve bir de yine yukarda sayılan tipler yer almaktadır. Bu son duruma bilim, teknoloji, ulusçuluk ve devlet gibi bir kısmı yeni bir kısmı da eski ve haricî olgular sebebiyet verebilmektedir. Çetinoğlu: Konunun tarihî arka planında neler var?Coşkun: Birliğin önündeki engelleri genel olarak önce iç ve dış sebepler diye ikiye ayırmak gerekir. İçteki sebepler dıştaki görünen birliğin olmayışında en önemli ve merkezî sebebler olarak görünmektedir. İslamî açıdan birliğin tekdüzelik veya aynılık olmadığını hemen burada açıkça ifade etmemiz gerekiyor. İnsan düzeyinde birlik demek, erkek olsun kadın olsun farklı unsurların, değişik farklı etnik grupların, kabilelerin veya sosyal sınıfların daha üst bir ilke vasıtasıyla bütünleşmesi demektir. Batınî birlik ise ruhun çeşitli eğilimlerinin veya zihindeki düşüncelerin tahribi değil, onların bütünleşmesi demektir ki bu, insan varlığına tamlık kazandıran aslî bir niteliktir.Zâhirî sebeplere bakıldığında Hz. Peygamber tarafından oluşturulan Medine topluluğu ve birliği, vefatını müteakib Raşid halifeler döneminde dahi kabilecilik başta olmak üzere ihtilaf unsuru güçlerle karşılaştı. Emevî hükümdarları zamanında Arap-Fars rekabetini yansıtan Suriye ve Horasan garnizonları arasındaki kutuplaşma, Irak’taki Şiî protestosu ve yerleşik merkezlere karşı olan kabilecilik gibi bölünmenin veya anlaşmazlığın diğer büyük güçleriyle de karşılaşıldı. Emevilerden sonraki politik rekabetler Abbasîleri İspanya Emevîlerine karşı daha sonra Abbasileri Fâtımîlere karşı, mahallî idarecileri merkeze karşı ve en sonunda Osmanlıları Safevîlere karşı, vb. kışkırtan bir gerekçe oldu. Benzer şekilde, çeşitli inanç esaslarının Sünnî-Şiî yorumlarından fıkıh mezhepleri arasındaki farklılıklara kadar itikâdî ve fıkhî mücadeleler ve sapmalar da ortaya çıkmıştır. Ayrıca Araplarla İranlılar, Türklerle Araplar, Türklerle İranlılar vb. arasında etnik rekabetler de vuku bulmuştur.Bununla birlikte, bu tarihî bölünmelere rağmen İslam uygarlığı Kur’an’ın ve Peygamber’in sünnetinin her yerde var oluşu, İlâhî hukukun uygulanması, Arap-Fars yazısının kullanılması, etnik ve politik sınırları aşan düşünce tarzı ve sanat motifleri ve başka birçok faktör sayesinde önemli bir dereceye kadar birliğini korumuştur. O dönemlerde İslam dünyası politik olarak ilk dönemdeki gibi birleşik değildi ama birlik ideali; dinî, kültürel, fikrî, iktisadî açıdan, sanat yönü ve sosyal açıdan büyük ölçüde gerçekleştirilmişti. Yine de kendi içindeki parçalanmışlığa rağmen günümüzü de dâhil edersek hâlâ bir İslam ümmeti vardır.Çetinoğlu: İslam dünyasında güç kaybı sezinliyor musunuz?Coşkun: İslam dünyasının adım adım zayıflaması ve batı sömürgeciliği, mevcut ayrılık türlerini doğurarak daha büyük bir bölünmeye ve birlik kaybına sebep oldu. Sömürgeciliğin İslam dünyasındaki en büyük mirası, Fransız devrimi ürünü batı tarzı milliyetçilik oldu. Böyle bir milliyetçilik İslam’da da öngörülen vatan sevgisiyle karıştırılmamalıdır. Yeni tip milliyetçilik İslamî özelliklerle çelişen bir millî devlet düşüncesi ortaya koydu. Batılı güçlerin, buldukları farklılıkları şiddetlendirmeye, vurgulamaya ve onları, yönetimini ellerinde bulundurdukları Müslümanlar arasında kullanmaya çalışmış oldukları çok iyi bilinmektedir. Dolayısıyla problemin, öyle gözüküyor ki, hem ferdî planda hem de toplum planında bir iç ve dış, veya dahilî ve harici boyutunun bulunduğu kabul edilmelidir.Çetinoğlu: Konunun psikolojik boyutlarına da bakabilir miyiz?Coşkun: Kişilerle ilgili çözülme ve bütünleşme şekillerine bakalım: Geleneksel kavramlaştırmada her şeyin bir âlem anlayışı içerisinde ele alındığı hepimizin mâlumu olan bir şeydir. Dolayısıyla orada birey, yalnız tekil bir fert değil aynı zamanda daha büyük bir âlemin küçük bir modelidir de. Yani tek başına o küçük bir âlemdir. Âlem-i Kebîr (makrokozmos)’in kodlandığı bir Âlem-i Sagîr (mikrokozmos)’dir. Kainât bir kitap ise o bir fihrist, kâinat bir Kur’an ise o bir âyet. Kur’an; Allah’ın susan ve sabit kelamıysa, o konuşan ve yürüyen bir kelamı vs. vs. Buna göre geleneksel dünyada büyük kâinattaki her türlü değişme, çözülme, bozulma ve bütünleşme insan kalbinde ve kalbiyle aklı arasında başlayıp biten bir sürecin genişletilmiş şeklinden başka bir şey değildir.Bugün dahi birliğin en derin veya köklü engeli Müslümanların zihniyle ruhları içinde bulunmakta olup, çoğumuzun ruhu merkeziyle bütünleşmiş değildir. Genellikle kendisini, zâhirî olarak bölünmeyi ve uyumsuzluğu getiren eylem olarak açığa vuran hırs ve ihtirasla merkezimiz, birçok yönde dağılmış durumdadır. Buna merkezi olmayan dünya görüşlerinin dış etkisi iyice tuz-biber ekmiştir. İlk ve en büyük hedef, kendi içimizdeki birliğin engellerini kaldırmakla, İslam toplumunun görünür plandaki birliğinin oluşumunu engelleyen dış etkenlerin de yok edilişine en büyük katkıyı yapmak olmalıdır. Başka bir açıdan, yani dikey boyutlu bir açıdan, fertlerin gönülleri ve arzularını ancak Allah dinini tesis etmek suretiyle birleştirebilir. Yoksa Kur’an’da belirtildiği gibi; ‘Bu dünyanın tüm hazineleri harcansa onları telif etmek mümkün değildir.’ (Enfal/63). Gerçekte insanları birleştiren ve bir ortak paydada toplayan şey kulluk bilincidir. Kulluk (abdiyyet) ise en özgün biçimiyle Efendilerin Efendisine (Mâbuda) yakarış (ibâdet) esnasında vukubulur. Bilindiği gibi insanları fizikî olarak hiçbir zaman tekbiçimliliğe sokmak mümkün değildir. Bu ancak belli bir doktrin veya teolojik öğreti söz konusu olduğunda mümkün olabilen bir şeydir. Yani ibâdet esnasındadır ki belli oranda bir ayniyyet sağlanabilmektedir. İslam’ın özel zikir çeşitleri yanında genel ibâdet formları olan namaz, oruç, hac vb. esnasındaki birliği başka hiçbir yerde bulmak mümkün değildir. Yani bir bakıma teoloji kendini ibâdete gömmektedir. Doğrudan doğruya ferdi ilgilendiren subjektif din sosyal farklılıklardan etkilenmediği için aynı devir ve aynı medeniyet içinde yaşayan iki kişi sosyal mevki, yaş, cinsiyet, meslek ve zenginlik bakımından farklı olsalar bile, benzer dinî tecrübelere sahip olabilmektedir.Çetinoğlu: Röportajın son cümleleri mâhiyetinde bir değerlendirme yapar mısınız Hocam?Coşkun: Toplum yapısında çözülme ve bütünleşme, tek başına sosyal bir oluşum biçimi olmayıp, onun dikey ve yatay boyutlarla olduğu kadar, ölçek-dışı, büyük ölçekli, orta ölçekli ve küçük ölçekli varlık düzeyleriyle de yakın alakası bulunmaktadır. Allah’ın kendisi bizzat birleştirici bir düzenin (kozmos) Munazzımı olarak düzensizliğin (kaos) önündeki en büyük engeli oluşturmuştur. Bu dünyadaki gerek tarihî ve tabiî ve gerekse bütün ictimâî olaylar bir yukarı ve öte âlemle yakından ilgili olarak meydana gelmekte ve hatta orasıyla dialektik bir ilişkiye bağlı olarak gelişmektedir. Sözgelimi, Ruhlar âleminde birbirini seven ve iten ruhlar vardır. Ve onların şu görünen âlemdeki bedenî karşılıklarında da benzer bir çekme (sevgi, sempati) ve itme (nefret, antipati) ilişkisi bulunmaktadır. Bir bakıma âlemler arasında görülen metapati (ötelerarası etkileşim) bu dünyada telepati (uzaktan etkileşim) yoluyla kendini tanıtmaktadır. Dolayısıyla bütün oluş ve bozuluşlarda veya çözülme ve bütünleşmelerde sevgi ve nefret duyguları değişik oranda yansıma bulmakta ve dünyevî kalıcı beşerî düzenler ancak bu iki köklü duygunun orta noktası olan hoşgörü (müsamaha, katlanma) ile ebediyet kazanmaktadır. Bu müsamaha, dikey boyutla ilişkiye göre oluşan bir müsamaha türü olup, yoksa Yaradılanın Yaradan’dan ötürü hoş görüldüğüne hiç de benzemeyen ve haksızlıkların kaynağı olan zorbalara (zâlim) ve zorbalıklara gösterilecek hoşgörü türü değil. Böyle bir hoşgörü (tolerans), daha önce sözünü ettiğimiz dünyevîleşme ve çoğulculaşma ikiz kardeşlerinin bir üçüzünden başka bir şey değildir. Bizim kastettiğimiz hoşgörü, esasen inandığımız Tanrı’nınkine benzeyen bir hoşgörüdür. O Tanrı, hem dikey hem de yatay boyutta şefkati (rahmet) öfkesine (gadab) baskın, ama dünyevî düzeni sağlamak için daha çok kendini, hem korkulan hem de ümit edilen yahut hem büyüleyici (cezbedici) hem de korkutucu (ürpertici), bir güç olarak takdim eden Allah’tır O.
Prof. Dr. ALİ COŞKUN:1964 yılında Yozgat’ın Boğazlıyan İlçesi’nde doğdu. 1982’de Yozgat İmam Hatip Lisesi’ni, 1986’da Erzurum Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni bitirdi. 1990’da Erciyes Üniversitesi’nde yüksek lisans, 1996’da Marmara Üniversitesi’nde doktora öğrenimini tamamladı. 1987-1988 öğretim yılında Uşak’ın Eşme İlçesi İmam Hatip Lisesi’nde öğretmenlik, 1989-1996 yılları arasında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Sosyolojisi ana bilim dalında araştırma görevlisi, 1997-2000 yılları arasında da öğretim görevlisi olarak görev yaptı. 2000 yılında Yrd. Doç. 2006 yılında Doçent 2012 yılında da Profesör oldu. Yayınlanmış eserleri: Osmanlıda Din Sosyolojisi: Naima Örneği, Mehdilik Fenomeni: Osmanlı Dönemi Dini Kurtuluş Hareketleri Üzerine Bir Din Bilimi Araştırması, Din, Toplum ve Kültür: Din Sosyolojisi ve Antropolojisine Giriş, Mesihi Beklerken: Mesihçi ve Millenarist Hareketler, Sosyal Değişme ve Dini Normlar, Sosyal Değişme, Kadın ve Din. |