Röportaj: Yusuf ÇifciTiyatro sahnesinde varoluşun, hafızanın ve kadim yaraların izini süren bir oyun: Nokta. Yönetmenliğini ve metnini Özge Arslan’ın üstlendiği bu yapım, sadece bir sahne performansı değil, aynı zamanda insanın kendisiyle ve çağın suistimalleriyle yüzleştiği bir anlatı. Arslan, Nokta’da hem oyuncu hem yaratıcı kimliğiyle, geçmişin izlerini bugüne taşıyor; kadın, doğa, insan ve hafıza ekseninde derin bir sorgulama alanı açıyor.
“Zorbalığın doğusu batısı yok” diyorsunuz. Bu cümle, hem politik hem de toplumsal bir tavır içeriyor. Bu cümledeki öfke, acı ve mizah nasıl bir dengede buluştu sizin için?Aslında ayrıştırmaya takılmayan bir niyetle söyledim bunu. Yer, bayrak, ırk ve cinsiyet ayrımı aldatmacasına düşmeden anlatmak istedim. Replikleri de tam olarak böyle yazdım. Kimi insanın korkularını ve yetersizlik hissini doğru yönetememesi ve bilinçli bir seçim ile zorbalığa sığınması ne doğuyu ne de batıyı tanır. Çünkü öğrenilmiş bir iktidar biçimi olan zorbalık, empati yoksunu kişilerin silahıdır.Oyun boyunca birbirinden çok farklı coğrafyalardan kadınları canlandırıyorsunuz. Bu geçişlerde duygusal olarak nasıl bir bedel ödediniz?Kendimi (gülümsüyorum), aklımı, hislerimi, vaktimi... İzlediğiniz oyunda ne varsa, onların hepsini ödedim. Ve hepsi bir noktada benim.Sarah Baartman’ın hikâyesi oyunun en çarpıcı bölümlerinden biri. Onun sesiyle sahnede olmak, sizin için bir sanatçı olarak ne ifade ediyor?Farklı hissettiriyor diğer her bir karakterden. Çünkü bildiğim kadarıyla Türkiye’de bu hikâyeye dair bir oyun yapılmadı hiç. Bir de o sahnede Saarje’yi Türkçe oynamıyor olmak bana çok sahici ve çok deneysel geldi. Hiçbir zaman o sahneyi kendi dilinin dışında oynamayı hayal edemedim. Bu reji planına gelene kadar hiç içime sinecek fikirlerim olmadı. Çünkü hikâyenin özünü arayan, oralarda gerçek kayboluşları yaşayan bir insanım. Müziğimde de böyle. Haliyle tam bana uygun bir zorluk ve sevdiğim bir kucaklaşma.
Afife Jale bölümünde ise sanatın kendi içinde bile kadını dışlayan bir tarih anlatısı var. Sizce Türkiye’de kadın sanatçılar hâlâ görünürlük mücadelesi mi veriyor?Açıkçası tam olarak öyle ya da hayır, öyle değil diyemem. Bunlar insanların hayat yolculuklarına ve deneyimlerine dair o kadar biricik şeyler ki, inanın genelleme yapamayacağım. Çünkü bundan yakınan kadın dostlarım da var, aynı zamanda erkek dostlarım da var. Ve bu yakınmayı hiç deneyimlememiş olan dostlarım da çok. Yani tarih anlatısı diye isimlendirdiğiniz Afife sahnesi kayıtlarla, belgelerle zaten var. Tek dileğim, benzer şeylerin kayıtlara geçecek ve ilerleyen tarihlerde sahnelenecek şekilde tekrar yaşanmaması. “Nokta” sadece bir tiyatro metni değil, aynı zamanda bir hafıza arşivi gibi. Siz bu oyunu yazarken kişisel hafızanızdan da ilmekler kattınız mı?Elbette. Söylediğim gibi tüm karakterlerin içine üflediğim parçalarım var. Ya şahit oldum, içselleştim, kendi hikâyem sayıp sahiplendim, korudum, savundum. Ya da karakterlerle aynı hislere gebe kalacağım suistimaller yaşadım. Ya da sözler verdim; “Bunu anlatmaya muktedirim” dediğim... Her biri haliyle benim hafızamın parçaları.Oyunda sık sık “beden” üzerinden konuşuyorsunuz — hem bir taşıyıcı, hem bir direniş alanı olarak. Sizce kadın bedeni bugün hâlâ bir mücadele alanı mı?Elbette. Bu aşikâr. Yıkıcı bir aşikâr. Kadın bedeniyle sınırlı kalmadan yakılan, kesilen ağaçlardan, hayvanların acılarından, havanın nasıl havasız kaldığından... Teknolojik çağ, bilişim çağı dedikleri bu çağın otantik yapımızı ve sahip olduklarımızı aslında nasıl elimizden aldığından da bahsediyorum. Kendimce yine o ya da bu demeden topyekûn bir suistimalden bahsediyorum. Ama en yakınlarımız ve en tanıdığımız hikâyeler üzerinden anlatıyorum bunu.
Doğulu bir kadından Afrika kabilesine, TikTok kuşağından Afife Jale’ye kadar uzanan bu çok katmanlı hikâyelerde, ortak bir kadın sesi bulabildiniz mi?Ortak bir suistimalden bahsediyorum, evet, bir önceki cevapta da söylediğim gibi. Sistemli, planlı, çağlar boyunca devam eden, kronolojik bir suistimalden bahsediyorum. Güçlü ve kirli bir sistem var ve bu sistemin mağduru olan her canlı ortak sesler çıkarıyor.“Yün çözülürken hafıza sökülüyor” cümlesi metinde çok etkileyici bir yer tutuyor. Sizin kendi hafızanızda sökülen ilk ilmek neydi?Aslında karakterlerin hafızalarını ayırt edemeyeceğim noktadayım. Her birini söküyorum içimde. Her biri de seyircinin hafızasını çözüyor ve söküyor. Unutmaya teşne olan hafızalarımız oyunda yeniden ilmek ilmek örülüyor. Çünkü karakterler, kendilerine yüklenen ilk sıfatlar ve anlamların dışına taşan zamansız insanlar. Seyir halinde olanlar ise zamanın tanığı.Kadına yönelmiş şiddeti anlatmak kadar bunu sahne üzerinde taşımak da ağır bir sorumluluk. Bu ağırlığı her temsil öncesi nasıl taşıyabiliyorsunuz?Ben oyunda sadece kadına dair şiddeti anlatmak niyetinde olmuyorum aslında. Havanın nasıl kirlendiğini, hayvanlara, ağaçlara ve derelere... yani tüm bahşedilmiş nimetlere nasıl da haksızlık edildiğini anlatırken çok ağlıyorum. “Ben halkım ben, ben!” diye bağırdığım an, göğüs kafesim acıyor. Lokal hikâyelerde en görünen figürler kadın, evet; ama çok yönlü okumalar yapılması gerekiyor diye düşünüyorum. Rahim diyorum son sahnede mesela. Ben “rahim” derken iyiliğin en temiz halinden bahsettiğimi biliyorum. Üretimin merhametli halinden bahsettiğimi biliyorum. Dönüştürücü bir kudretten ve ilahi rahmetten bahsettiğimi biliyorum. Tüm bu kudretlere vakıf insanlığın çağlar boyunca bu kudretlerden nasıl kısır kaldığını anlatıyorum. Rahimi “cennet” olarak tabir ediyorum. Ama bu söylemlerime dair okumalar yapan insanların bunu cinsiyetçi algıladıklarını da biliyorum. Ve kendimi, amaçlarımı ve söylediklerimin manasını bilerek yine söylüyorum.“Nokta”da yer yer mizah, yer yer ağıt var. Bu kadar karanlık bir temayı sahnede izleyiciye temas ettirebilmek için nasıl bir denge kurdunuz?Sanatçının kalbi de bir rahimdir. Kalbimde fikir büyür, form alır, doğar. Noktacığımın yün dükkânı da bir rahim gibidir. Hatırayı korur, dönüşüme taşır. Orası yaratımın hem bedensel hem ruhsal mekânıdır. Ve bu mekân, aynı anda hem karanlık hem ışıklıdır; çünkü her doğum, karanlıktan aydınlığa çıkar. Bu benim için büyük bir dengeydi.Oyun sonunda seyirciyi “hafızanın derinliğine” çağırıyorsunuz. Sizce seyirci bugün hâlâ hafızayla yüzleşmeye hazır mı?Genel bir şey söylemek yine zor. Prova ve metni sürekli uyarladığım süreçte kimi sanatçı dostum “Make Up Kızı” üzerinden bir kitleyi aşağıladığımı düşündü. Kimisi kadınların acısı üzerinden kasvet pompaladığımı düşündü. Kimisi karanlık yapıyı dengeleyemeyeceğime inandı. Kimisi “Nokta”nın bir tiyatro metni olmadığını söyledi. Daha aklımın ucundan geçmeyen ve niyetimde olmayan nice eleştiriler... Çok değişken ve kaygan bir zemin bu. Korunaksız ve de. Ama bu hafızayı sahiplenip sahiplenmediğinin cevabını seyirci veriyor, her zaman olduğu gibi.“Nokta” bir başlangıç mı, yoksa bir hesaplaşmanın sonu mu sizin için?Bitmiş gibi görünen tüm hesaplaşmaların daha başlangıcında bence nokta.
Kelimeleriyle bir “hafıza dokusu” ören Özge Arslan ile oyunun yaratım sürecinden sahnede bıraktığı izlere, karakterlerin iç dünyasından kendi sanatsal yolculuğuna kadar tüm süreci konuştuk.
Nokta, tanıtım metninde “tek kişilik bir hatırlama töreni” olarak tanımlanıyor. Siz bu törenin hangi duyguyla başladığını hatırlıyorsunuz? “Nokta” fikri ilk olarak hangi kırılmadan doğdu? Ya da daha net sorayım Nokta’nın ortaya çıkış hikâyesi ne?İçimizde o kadar çok hikâye birikiyor ki... Kimisini görmezden, duymazdan gelsek bile birikiyor. Kabına sığmıyor ve her idrakten farklı taşıyor bu hikâyeler. Ben de taşan şeyler böyle dökülüyor işte.Oyunda omuz eğriliği üzerinden kadının fiziksel ve toplumsal yükünü sembolleştiriyorsunuz. Bu imgeyi sahneye taşırken sizi en çok etkileyen şey neydi?Oyundan replikle cevap vereyim: “En fazla bel kayması olan yer Karadeniz. Hepsi de kadın. Kızlar, yine listelerin en başındayız.” Yük bindiren iş kolları Karadeniz kadını için alışıldık ve şaşırtıcı bir güç değil mi her birimiz için? Tam da buradaki ikircikli hisse parmak basmak istedim. Tam da burada mizahi anlatım devreye girdi.
“Zorbalığın doğusu batısı yok” diyorsunuz. Bu cümle, hem politik hem de toplumsal bir tavır içeriyor. Bu cümledeki öfke, acı ve mizah nasıl bir dengede buluştu sizin için?Aslında ayrıştırmaya takılmayan bir niyetle söyledim bunu. Yer, bayrak, ırk ve cinsiyet ayrımı aldatmacasına düşmeden anlatmak istedim. Replikleri de tam olarak böyle yazdım. Kimi insanın korkularını ve yetersizlik hissini doğru yönetememesi ve bilinçli bir seçim ile zorbalığa sığınması ne doğuyu ne de batıyı tanır. Çünkü öğrenilmiş bir iktidar biçimi olan zorbalık, empati yoksunu kişilerin silahıdır.Oyun boyunca birbirinden çok farklı coğrafyalardan kadınları canlandırıyorsunuz. Bu geçişlerde duygusal olarak nasıl bir bedel ödediniz?Kendimi (gülümsüyorum), aklımı, hislerimi, vaktimi... İzlediğiniz oyunda ne varsa, onların hepsini ödedim. Ve hepsi bir noktada benim.Sarah Baartman’ın hikâyesi oyunun en çarpıcı bölümlerinden biri. Onun sesiyle sahnede olmak, sizin için bir sanatçı olarak ne ifade ediyor?Farklı hissettiriyor diğer her bir karakterden. Çünkü bildiğim kadarıyla Türkiye’de bu hikâyeye dair bir oyun yapılmadı hiç. Bir de o sahnede Saarje’yi Türkçe oynamıyor olmak bana çok sahici ve çok deneysel geldi. Hiçbir zaman o sahneyi kendi dilinin dışında oynamayı hayal edemedim. Bu reji planına gelene kadar hiç içime sinecek fikirlerim olmadı. Çünkü hikâyenin özünü arayan, oralarda gerçek kayboluşları yaşayan bir insanım. Müziğimde de böyle. Haliyle tam bana uygun bir zorluk ve sevdiğim bir kucaklaşma.
Afife Jale bölümünde ise sanatın kendi içinde bile kadını dışlayan bir tarih anlatısı var. Sizce Türkiye’de kadın sanatçılar hâlâ görünürlük mücadelesi mi veriyor?Açıkçası tam olarak öyle ya da hayır, öyle değil diyemem. Bunlar insanların hayat yolculuklarına ve deneyimlerine dair o kadar biricik şeyler ki, inanın genelleme yapamayacağım. Çünkü bundan yakınan kadın dostlarım da var, aynı zamanda erkek dostlarım da var. Ve bu yakınmayı hiç deneyimlememiş olan dostlarım da çok. Yani tarih anlatısı diye isimlendirdiğiniz Afife sahnesi kayıtlarla, belgelerle zaten var. Tek dileğim, benzer şeylerin kayıtlara geçecek ve ilerleyen tarihlerde sahnelenecek şekilde tekrar yaşanmaması. “Nokta” sadece bir tiyatro metni değil, aynı zamanda bir hafıza arşivi gibi. Siz bu oyunu yazarken kişisel hafızanızdan da ilmekler kattınız mı?Elbette. Söylediğim gibi tüm karakterlerin içine üflediğim parçalarım var. Ya şahit oldum, içselleştim, kendi hikâyem sayıp sahiplendim, korudum, savundum. Ya da karakterlerle aynı hislere gebe kalacağım suistimaller yaşadım. Ya da sözler verdim; “Bunu anlatmaya muktedirim” dediğim... Her biri haliyle benim hafızamın parçaları.Oyunda sık sık “beden” üzerinden konuşuyorsunuz — hem bir taşıyıcı, hem bir direniş alanı olarak. Sizce kadın bedeni bugün hâlâ bir mücadele alanı mı?Elbette. Bu aşikâr. Yıkıcı bir aşikâr. Kadın bedeniyle sınırlı kalmadan yakılan, kesilen ağaçlardan, hayvanların acılarından, havanın nasıl havasız kaldığından... Teknolojik çağ, bilişim çağı dedikleri bu çağın otantik yapımızı ve sahip olduklarımızı aslında nasıl elimizden aldığından da bahsediyorum. Kendimce yine o ya da bu demeden topyekûn bir suistimalden bahsediyorum. Ama en yakınlarımız ve en tanıdığımız hikâyeler üzerinden anlatıyorum bunu.
Doğulu bir kadından Afrika kabilesine, TikTok kuşağından Afife Jale’ye kadar uzanan bu çok katmanlı hikâyelerde, ortak bir kadın sesi bulabildiniz mi?Ortak bir suistimalden bahsediyorum, evet, bir önceki cevapta da söylediğim gibi. Sistemli, planlı, çağlar boyunca devam eden, kronolojik bir suistimalden bahsediyorum. Güçlü ve kirli bir sistem var ve bu sistemin mağduru olan her canlı ortak sesler çıkarıyor.“Yün çözülürken hafıza sökülüyor” cümlesi metinde çok etkileyici bir yer tutuyor. Sizin kendi hafızanızda sökülen ilk ilmek neydi?Aslında karakterlerin hafızalarını ayırt edemeyeceğim noktadayım. Her birini söküyorum içimde. Her biri de seyircinin hafızasını çözüyor ve söküyor. Unutmaya teşne olan hafızalarımız oyunda yeniden ilmek ilmek örülüyor. Çünkü karakterler, kendilerine yüklenen ilk sıfatlar ve anlamların dışına taşan zamansız insanlar. Seyir halinde olanlar ise zamanın tanığı.Kadına yönelmiş şiddeti anlatmak kadar bunu sahne üzerinde taşımak da ağır bir sorumluluk. Bu ağırlığı her temsil öncesi nasıl taşıyabiliyorsunuz?Ben oyunda sadece kadına dair şiddeti anlatmak niyetinde olmuyorum aslında. Havanın nasıl kirlendiğini, hayvanlara, ağaçlara ve derelere... yani tüm bahşedilmiş nimetlere nasıl da haksızlık edildiğini anlatırken çok ağlıyorum. “Ben halkım ben, ben!” diye bağırdığım an, göğüs kafesim acıyor. Lokal hikâyelerde en görünen figürler kadın, evet; ama çok yönlü okumalar yapılması gerekiyor diye düşünüyorum. Rahim diyorum son sahnede mesela. Ben “rahim” derken iyiliğin en temiz halinden bahsettiğimi biliyorum. Üretimin merhametli halinden bahsettiğimi biliyorum. Dönüştürücü bir kudretten ve ilahi rahmetten bahsettiğimi biliyorum. Tüm bu kudretlere vakıf insanlığın çağlar boyunca bu kudretlerden nasıl kısır kaldığını anlatıyorum. Rahimi “cennet” olarak tabir ediyorum. Ama bu söylemlerime dair okumalar yapan insanların bunu cinsiyetçi algıladıklarını da biliyorum. Ve kendimi, amaçlarımı ve söylediklerimin manasını bilerek yine söylüyorum.“Nokta”da yer yer mizah, yer yer ağıt var. Bu kadar karanlık bir temayı sahnede izleyiciye temas ettirebilmek için nasıl bir denge kurdunuz?Sanatçının kalbi de bir rahimdir. Kalbimde fikir büyür, form alır, doğar. Noktacığımın yün dükkânı da bir rahim gibidir. Hatırayı korur, dönüşüme taşır. Orası yaratımın hem bedensel hem ruhsal mekânıdır. Ve bu mekân, aynı anda hem karanlık hem ışıklıdır; çünkü her doğum, karanlıktan aydınlığa çıkar. Bu benim için büyük bir dengeydi.Oyun sonunda seyirciyi “hafızanın derinliğine” çağırıyorsunuz. Sizce seyirci bugün hâlâ hafızayla yüzleşmeye hazır mı?Genel bir şey söylemek yine zor. Prova ve metni sürekli uyarladığım süreçte kimi sanatçı dostum “Make Up Kızı” üzerinden bir kitleyi aşağıladığımı düşündü. Kimisi kadınların acısı üzerinden kasvet pompaladığımı düşündü. Kimisi karanlık yapıyı dengeleyemeyeceğime inandı. Kimisi “Nokta”nın bir tiyatro metni olmadığını söyledi. Daha aklımın ucundan geçmeyen ve niyetimde olmayan nice eleştiriler... Çok değişken ve kaygan bir zemin bu. Korunaksız ve de. Ama bu hafızayı sahiplenip sahiplenmediğinin cevabını seyirci veriyor, her zaman olduğu gibi.“Nokta” bir başlangıç mı, yoksa bir hesaplaşmanın sonu mu sizin için?Bitmiş gibi görünen tüm hesaplaşmaların daha başlangıcında bence nokta. 


















