Bilgin Güngör yazdı
Not: Bu yazı ilk defa 7 Temmuz 2012 tarihinde murekkephaber.com`da yayınlanmıştır.
Siyaset bilimi, reel politikaların ``simülatif`` bir izdüşümü olarak tekellerin/tröstlerin basın-yayın organlarında çırpınınca ``laçkalık`` derecesinde bir ``siyaset çorbası``na dönüşür. Livaneli`nin ``orta-zekalılar cenneti`` tabirini en çok da hakeden, bu ``çorba``nın içerisine birer tadımlık tuz-biber atmakla, haber niteliğindeki ``simülatif`` gerçekleri(!) kendi naçiz şahsına mâledip, bilimsel ve tarihi perspektifi -zaten zayıf olan- toplumsal belleğinden uzaklaştıranlardır.
Bugün ortadoğu başta olmak üzere ``üçüncü dünya nostaljisi``ni yaşatmakta direnen gelişmemiş ülkelerin halklarının iç-çatışmaları, yukarıda zikredilen ``orta-zekalılar cenneti``nin ``leziz kavramlar çorbası``na katılınca, hem tarihi hem de bilimsel bir perspektifle görülmesi gereken reel-siyasi olgular düşünce sistematiğimizden çıkmıştır. İşbu yazıda da, tarihi ve bilimsel bir bakışla -ve aynı derecede kısa bir şekilde- Ortadoğu halklarının artık ``olay``dan ``olgusallığa`` evrilen iç çatışmalarının temel bileşkelerini (ki buna ``iç-çatışma`` demek ne kadar doğru?) ele alacağız(zira ele almadığımız bir bu kaldı)...
Hemen belirtelim, bu yazıyı da, ``orta-zekalılar``ın pek kutsadıkları gazetelerdeki ``yüzeysel uzman``ların ``zihnî kölesi`` olmuşlara inat, Rifaterre`nin ``bilgin-okur`` yahut Eco`nun ``nitelikli-okur`` diye nitelediği; birikimli, nitelikli ve ``tarih-sever`` okurlara adıyoruz.
Bizdeki milliyetçilik/ulusçuluk/rasyonalizm düşüncelerinin öncelikli olarak kültürel alanlarda başlamasına paralel olarak Ortadoğu halklarının büyük kısmını oluşturan Araplar`da da aynı olgunun gözlemlenmesi, Tanpınar`ın şu vecizesini doğrular: ``Coğrafya kaderdir!``..
19. asrın ilk yarısında misyoner okullarıyla başta Suriye olmak üzere Ortadoğu`nun bir çok yerinde kültürel/dinî alanlarda tesisleşen Batı, bir yandan modern eğitim sistemini Arap coğrafyasına ihraç etmiş, diğer yandan kültürel anlamda Arap rasyonalitesinin doğmasına hizmet etmiştir. Özellikle bu devirde Suriye`de Bustânî, Fâris Şidyak gibi önemli Arap aydınlarının da etkisiyle dilde ve kültürde rasyonalleşme hareketi başlamış bulunmaktadır. Bu hareket, Fransa`da yüksököğrenimini alıp memleketi Mısır`a -diplomasıyla birlikte- çağdaş siyaset bilimini de ``getiren`` Rıza el-Tahtâvî ile siyasi rasyonalizme; yani siyasi bir milliyetçiliğe evrilmiş ve hemen ardından kendi ``reaksiyon``ununu yaratmıştır: İslamcılık!
Aynı asrın sonunda Mısır merkezli olarak nüvelenen ve Efgâni-Abdûh-Reşid Rıza üçlüsünün başını çektiği İslâmcı hareketin rasyonalist/ulusçu düşünceyle ``diyalektik`` oluşturması, aynı zamanda Ortadoğu düşünce diyalektiğinin de ortaya çıkması anlamına gelmektedir. Nitekim daha sonrasında ``milliyetçilik``ten ``pan-arabizm``e evrilen ve sosyalizmi ``karma ekonomi``yle özdeşleştiren Baas Partisi/Nasırcılık ile Müslüman Kardeşler`in oluşturduğu diyalektik, söz konusu reaksiyoner tavırdan kaynaklı zihnî bir çatışmanın gelişmiş halinden başka bir şey değildir.
Peki söz konusu ``düşünsel diyalektiğin`` -özellikle başlangıç dönemlerinde- altında yatan sosyo-ekonomik sebepler nelerdir? Bu sorunun cevabı, 1858 yılında Tanzimat`ın sosyo-ekonomik ilerlemeye yönelik attığı en somut adımın; ``Arâzî Kanunnâmesi``nin içerisinde gizlidir. Söz konusu kanunnâme ile asırlardır Devlet-i Aliyye`nin ``mîrî`` arazisi olarak legal bir örüntüde olan ancak neredeyse tamamen yerel-feodal/bölgesel aşiretlerin tasarrufunda bulunan toprakların ``özel mülkiyet``e açılmasıyla, o döneme kadar -Türkiye`de olduğu gibi- Ortadoğu`da da halkların pek alışkın olmadığı yeni bir üretim sistemi doğmuştur. Sosyolog Max Weber`in ``rasyonalistleşme`` adını verdiği bürokratikleşme ile at-başı giden söz konusu sistem, Tanzimat`la başlayan tüm düşünsel hareketlerin de bir nevi kaynağını teşkil etmesiyle birlikte, karşısında çok sert bir reaksiyoner tutum bulmakta gecikmemiştir. Özellikle 1860`ta Suriye`de başlayan ve müslümanlarla hristiyanlar arasında ``toplu kıyımlar``la adı anılan iç-savaş, söz konusu kanunnâme başta olmak üzere Tanzimat`ın Doğu dünyasının içerisine ikâme ettirdiği tüm yeniliklerin ``sosyo-ekonomik`` ve düşünsel şartlarla ``uyumsuzluğu``ndan kaynaklanan iç-savaşlardan birisidir. Ancak hemen belirtelim ki, söz konusu reaksiyoner tutum, Kemal Karpat`ın ``İstanbul-İzmir eksenli işbirlikçi sermaye`` olarak tanımladığı tüccar nevinden bir kısım işbirlikçi Arap tacirlerinin etkinliklerinden de kaynaklanmamış değildir. Zira Ortadoğu`nun liman kentlerine konumlanmış söz konusu tacir tabakası Baas veya Nasır rejimine kadar Ortadoğu`nun önde gelen sınıfları arasında önemli bir zümre teşkil etmiştir.
1. Cihan Harbi sonrasında kaderleriyle -tamamen- başbaşa kalan ve içerisine düştüğü ``sosyo-ekonomik`` ve zihnî buhranı daha çok ``bağımsızlık savaşı`` düşüncesiyle daha sonraki dönemlere erteleyen Ortadoğu, illegal Sykes&Picot(1918) ve onun legalize edilmiş hali olan San Remo(1920) antlaşmaları ile İngiltere ve Fransa arasında taksim edilmiştir. Bu dönemde önce Suriye`de, ardından da İngilizlerin ``kader belirleme mekanizmasının gazabından`` dolayı Irak`da saltanatını kuran Kral Faysal, özellikle Arap dünyası için tek ``mehdî`` özelliğine sahiptir. 2. Cihan Harbi`ne kadar emperyalist devletlerin kısmi reformlarıyla ``sosyo-ekonomik`` ve düşünsel alanlarda meydana gelen ilerlemeler, kısıtlı bir sanayileşmeyi ve siyasi uyanışı da beraberinde getirdi. Fransa`da özellikle Marksist akım ve hareketlerle anılan Sourbonne Üniversitesi`nde yükseköğrenim gören ve daha sonra -tıpkı Tahtâvî`nin bir asır önce yapmış olduğu gibi- ülkeleri Suriye`ye diplomaları ile birlikte çağdaş siyasi düşünceleri getiren Mişel Eflak, Salah Bitar gibi isimlerle 1943 yılında, Arap dünyasının gelmiş geçmiş en geniş ideolojisi doğdu: Baas!
Niyazi Berkes`in ``tutarsızlıklarla dolu halin ifadesi`` olarak tanımladığı ve propagandası ``birlik-özgürlük-sosyalizm`` üçlüsüne dayalı Baas, 1943 yılında kurulduktan sonra, Irak`ın 1930`da; Suriye`nin de 1946`da bağımsızlığını kazanmasının ardından yıllarca muhalefette kalmasına karşın, Arap dünyasının ``sosyo-ekonomik`` ve ``düşünsel`` boyutunu berraklaştıran bir hareket haline gelmiştir. Ayrıca siyaset bilimci Sabahattin Şen`in de belirttiği gibi öteden beri hem kültürel hem de siyasi manada epey yol katetmiş olan ``ulusçuluk`` düşüncesi, Baas ile birlikte ``pan-arabizm``e evrilmiştir.
Daha çok köylü ve şehirli küçük-burjuvazi güruhunun sınıfsal sesi olan Baas hareketi(daha sonra partisi) onun öncüsü ve ideoloğu Mişel Eflak`ın ``pan-arabizm`` nazariyesine bağlı olsa da, esasında ulus-devlet paradigmasını hem alt-yapıda hem de üst-yapıda benimseyen ve nihâi amacını ``milli-demokratik devrim``e indirgeyen; her şeyden evvel çağdaş Fransız siyaset bilimci Maurice Duverger`nin tanımladığı bazda bir ``kadro`` hareketiydi. Nusayrî, Dürzî ve hristiyan azınlığın büyük destekçisi olduğu Baas, Eflâk`ın aşırı-teorisyenizminden ötürü her ne kadar kitleleşmeyi hedeflemişse de, -20 yıldır muhalefette kalmasından da anlaşılacağı gibi- bu açıdan pek de başarılı olamamıştır. Hemen karşısında yer alan ve Mısır`lı din adamı Hasan el-Benna tarafından kurulan Müslüman Kardeşler hareketi ise, sınıfsal olarak büyük toprak sahipleri ve aşiretlere dayanmakla birlikte, Baas`tan daha büyük kitlesel olgunluğa erişmiştir. Söz konusu kitlelesel olgunluğa uzun bir müddet erişemeyen Baas, bu nedenle 1963 İhtilâli`ne kadar Suriye ve Mısır`da Nasırcılı sosyalizmin (yahut ``pan-arabizm``in) gölgesi altında kalarak teorik ve pratik sorunlarla cebelleşmiştir.
(Bu arada bir ``ek-bilgi`` olarak şunları verebiliriz: Günümüzde olduğu gibi o dönemde de Ortadoğu`daki yerel-aşiret/feodal ve emperyal unsurlarla beslenen Müslüman Kardeşler hareketine -özellikle 1940`lı yıllar içerisinde- Batılı devletler pek de ``bel bağlamamış`` olacaklardır ki, söz konusu devletler 1948`de bir ``oldu-bitti``yle İsrail Devleti`nin kurulmasına ve buna mütekip bir zamanda ``1. Arap-İsrail Savaşı``nın başlamasına sebebiyet verecek tüm şartları hazırlamışlardır. Bu durum, henüz yeni yeni nüve bulan ve Baas ile sistemli bir hareket haline gelen ``pan-arabizm``e olduğu kadar, Ortadoğu halklarının sosyo-ekonomik ve düşünsel gelişimine de büyük bir darbe niteliğindedir.)
1952`de Mısır`da gerçekleşen ``Hür Subaylar İhtilâli`` ve hemen arkasından 1954`te meydana gelen ``Nasır İhtilâli``ne kadar Arap dünyası içerisinde iki farklı sınıfsal konuma dayalı olarak iki farklı zihniyeti temsil eden Baas ve Müslüman Kardeşler, sadece kuruldukları ülkelerin sınırları içerisine hapsolmamakla birlikte ülkeler-arası bir konum elde etmişlerdi.
Öte yandan Mısır`da iktidar, 1954`te Baas`ın ``Pan-Arabizm``e bulanmış ``sosyalizm``ine karşı feodal-aşiret düzeninin sesi olan Müslüman Kardeşler`in büyük çabasına karşı -teorik olarak Baas`a yakın fakat pratiğiyle ondan ayrılan- Nasırcılığa geçmişti. Bu durum, Baas`ın yaklaşık 10 yıldır tüm çabalarına rağmen kurmayı başaramadığı ``Arap Birliği``ni, yani ``pan-arabizm``i somutlaştırma mücadelesinde önemli bir yere sahipti.
Baas ile benzer bir sınıfsal konuma dayanan Nasırcılık hareketi, tıpkı Baas`ın iktidarında olduğu gibi feodaliteyi ve onun işbirliği içerisinde olduğu emperyalist güruhu Arap dünyasından silmeye başladı. Özellikle 1956`da gerçekleştirilen ve bütün dünyada söz konusu ideolojiye imaj kazandıran ``Süveyş Kanalı``nın millileştirilmesi, Nasırcılığın nasıl bir yol haritasına sahip olduğunu da göstermişti. 1958-61 arası Birleşik Arap Cumhuriyeti`ni Baas ile birlikte kuran Nasır, 1967`deki Arap-İsrail Savaşı`na kadar Arap dünyasının en ``karizmatik lideri`` ünvanını taşımakla birlikte Eflak`ın yıllardır gerçekleştirmek için çaba sarfettiği ``pan-arabizm``in de öncülüğünü üstlenmişti.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi hemen hemen aynı sınıfsal konuma dayalı iki ``milliyetçi-sosyalist`` hareketler olan Baas ve Nasırcılık, kendi ülkelerinde otoriter bir yetke aygıtı inşa etmekle birlikte ilerlemeci tutumlarıyla sadece ortadoğuda değil, Arap tarihinde de önemli bir yer edinmiştir. Zira Duverger`in de belirttiği gibi, gelişmiş ülkelerin aksine, üçüncü dünya ülkelerinde yer edinen otoriter yönetimler her ne kadar totaliter bir tutumla yönetimi idame ettirseler de o ülkelerdeki ``ilerleme`` olgusunun içerisinde önemli bir yer edinirler.
Duverger`in düşüncelerine paralel olarak ABD`li çağdaş siyaset bilimci Samuel Huntington da, gelişmemiş ülkelerdeki totaliter bir ``elit zihniyet`` tarafından yönetilen devlet aygıtının, söz konusu ülkelerde iktisadi ve sosyal gelişmelere ön-ayak olduğunu düşünür.
İşte Baas ve Nasırcılık gibi ortadoğu ve Arap dünyasında önemli yer edinen hareketlerin totaliter tutumlara sahip liderleri -her ne kadar göreceli bir faşizmi yürürlüğe koymuş olsalar da- esasında sosyal ve iktisadi manada bir çok devrimi gerçekleştirmiş ve -kısmen de olsa- Arap dünyasına bağımsızlığı ``hediye etmişlerdir.``
Birleşik Arap Cumhuriyeti`nin yıkılışının ardından Baas/Nasırcılık çizgisinin en büyük başarılarından biri de, 1963 yılında -birer ay arayla- Suriye ve Irak`ta yönetimi devralmış olmalarıydı. Bu durum, söz konusu ülkeler başta olmak üzere bütün Arap dünyasında kısa süreli bir ``uyanış`` -yahut hareketin/partini adına yaraşır bir şekilde söylersek ``diriliş``- kasırgasını ortaya çıkarmıştır. Ancak 1967 yılında meydana gelen Arap-İsrail Savaşı (yahut popüler ismiyle söylersek ``Altı Gün Savaşları``) ile başlayan bozgun, zaten bölge üzerinde ABD ve SSCB kutuplarının öteden beri kıskaca almaya çalıştığı ortadoğuda tüm dengeleri alt-üst etmeye yetmişti. Baas`la başlayan, ancak en yüksek pratik olgunluğuna Nasır ile ulaşan ``pan-arabizm`` düşüncesi sekteye uğramış; Eflak, Bitar ve Nasır gibi Arap önderleri de imajını/gücünü kaybetmişlerdi. Bu durum, zaten tamamlan(a)mamış ``milli-demokratik devrim``lerin kıskacından kurtulmayı başaran feodal-aşiretlerin ve yerli işbirlikçi sermayenin tekrar güç kazanmasına ve bunların temsilcileri olan Müslüman Kardeşler`in yolunun açılmasına sebep olmakla birlikte, bölgeyi ABD-SSCB kutuplarına -neredeyse- tamamıyla açmıştır.
1970`te Hava Kuvvetleri Komutanı olarak orduda görev yapan general Hafız Esad`ın, Suriye`de ipleri ele geçirmesiyle Baas, artık ``birlik-özgürlük-sosyalizm`` üçlüsüne dayalı teorik ve pratik paradigmadan ödün vermiş ve totaliter yönetim anlayışını bu kez ``kontrollü bir serbest-piyasa`` üzerine konumlandırmıştı. Aynı yıl Mısır`da Nasır`ın kalp krizinden ölümü ve hemen ardından Batı eksenli bir siyaset anlayışına sahip Enver Sedat`ın iktidarı, Baas-Nasır çizgisinin yavaş yavaş ``silikleşmeye`` yüz tuttuğunu gösteren bir başka gelişmedir.
Tüm bunlara rağmen, 1968`de Irak`ta tekrar kurulan Baas iktidarı; 1969`da Libya`da iktidarı ele geçiren Kaddafi`nin izlediği ulusçu politikalar veya 1979 ``İran İslam Devrimi`` ile başa gelen yöneticiler her ne kadar Baas-Nasırcılık çizgisinin ortadoğudaki ``egemenlik sahası``nı genişletse de, bölgenin git gide emperyal hevesli devletlere açık hale gelişi ve buna müteakiben Müslüman Kardeşler`in önlenemez yükselişi; hele hele 1973 yılında yaşanan üçüncü Arap-İsrail Savaşı söz konusu bölgedeki güç dengelerinin -yahut Ortadoğu diyalektiğinin- değiştiğini gösteriyordu.
1981`de Hüsnü Mübarek`in Mısır`da kurulan iktidarı olsun; 2000`de Beşar Esad`ın babasının yerine -``kişiye özel`` yasal düzenlemelerle de olsa- geçişi olsun, değişen güç dengeleri içerisinde Baas-Nasırcılık çizgisinin artık ``izole`` ve ``sulandırılmış`` halinden başka bir şeyi yansıtmıyordu(Bugün Mübarek ve Kaddafi devrildi, Esad ise direniyor)...
Ancak tüm bu ``izolasyon`` ve ``sulandırma`` olgularına rağmen, Ortadoğu`nun diyalektiği, son günlerde ``Arap Baharı`` olarak isimlendirilen toplumsal devrimlere kadar -hatta bu devrimlerin de sürdüğü şu zamanlarda dahi- Baas-Nasırcılık çizgisiyle bütünleşen ``ulusçuluk`` ile Müslüman Kardeşler ve benzeri islamcı gruplarla özdeşleşen feodalizm/emperyalist-işbirlikçilik tenakuzuna dayanır. Ve söz konusu ``diyaektik``, her ne olursa olsun, gerek sosyo-ekonomik gerekse de ``düşünsel`` bazda, yaklaşık bir asırdır Ortadoğu`daki neredeyse tüm gelişmelerin tam kalbinde yer alır.
İşte geldiğimiz noktaya kadar yukarıda -kısaca- andığımız tarihsel, sosyo-ekonomik ve düşünsel veriler üzerinden bilimsel bilimsel bir paradigmayla ulaştığımız sonuç da budur. 1815 tarihli Viyana Kongresi`yle kısa süreli bir ``restorasyon``a tabi tutulan Avrupa`da olduğu gibi Soğuk Savaş döneminden bu yana kendisini ``restore`` eden sermaye düzeni, varoluş koşullarını devam ettirmek için -kendi doğasına aykırı bir şekilde de olsa- Ortadoğu`da feodalizmi tekrar canlandırmış ve bu durum ``Arap Baharı`` denilen zırvalık-ötesi devrimsel(!) süreci ortaya çıkarmıştır.
Ancak unutmayalım: 1815 kararları krallık ve anti-demokratik sistemleri Avrupa`da yaşatmayı nasıl başaramadıysa, ``Arap Baharı`` ile Ortadoğu`da tekrar ipleri eline alan feodal unsurlar da uzun süre tutunmayı başaramayacaktır. Ya da Nâzım`ın dizeleriyle söylersek:
``...
Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına...
Çürüyen diş,
Dökülen et...
Ve bir daha geri dönmemek üzere
Yıkılıp gidecektir elbet!..``
Zira tarihin ``mâzi``si daimî mâzidir...
murekkephaber.com