İbrahim Halil Öztürk yazdı
Türkiye’deki tiyatro sanatının ulusal ve uluslararası alanda bilinirliğini ve görünürlüğünü artırmayı gayelerinden biri haline getirmiş Tiyatro Kooperatifi, “Yaz Buluşmaları” kapsamında özel tiyatrolara olan desteğini devam ettiriyor. On beş farklı ekipten on beş farklı oyunun Ataşehir Deniz Gezmiş Parkı Amfi Tiyatrosu’nda sahneleneceği program, 10 Eylül’den 23 Eylül’e kadar sürecek. Ben de fırsat bu fırsat diyerek takvimime uyan tüm oyunlara bilet ayırıp “10 Saniye” ile açılışı yaptım.
Yazarın seyredeceğim ikinci oyunu olmasına rağmen çok heyecanlıydım çünkü Erdi Işık’ın izlediğim ilk eseri “Sultana”ya tabiri caizse bayılmıştım. O oyun da tıpkı”10 Saniye” gibi abartısız mizah unsurlarıyla bezenmiş ve yine iki kadın arasındaki değişken dinamiklere bağlı bir hikâyeyi anlatıyordu. Tabii ki “10 saniye” kadınlarının yarattığı değişken dinamikleri yükselip alçalmadan değil, sürekli tırmanan bir gerilimden gücünü alıyordu. “Sultana” komediyle dramı harmanlasa da, “10 Saniye” kara komediyi etkili bir şekilde gerilimle sunuyordu bana kalırsa. Bu açıdan bir kez daha Erdi Işık’ın kalemine gıpta ettim. Tiyatro metni oldukça güçlü, empati kurup içine girebildiğiniz müddetçe de hayli sert… Anlatılmak istenen ne oyuncuların ne de seyircinin yorumlamasına ihtiyaç duymaksızın epey net bir şekilde ifade edilmiş. Bunu oyunculardan Nergis Öztürk bir konuşmasında destekliyor zaten. Tekst ayakları yere sağlam basan ve anlatmak istediğini o kadar anlaşılır biçimde okuyana sunuyormuş ki; aktristler karakterlerin oluşumuna neredeyse hiçbir şey eklemeden, olduğu gibi oynamışlar.
Aktrist demişken, her ne kadar Erdi Işık beni heyecanlandırsa da ilgiyle takip ettiğim ve izlediğim her performansında kendisine hayran kaldığım Nergis Öztürk’ün varlığı, oyunu tercih etme nedenlerimden bir diğeri oldu. Kendisi de “Sultana”da Erdi Işık’la çalışmış, harika bir oyunculuk sergilemişti. “Akciğer”deki oyunculuğu da aynı şekilde gözlerimi kamaştırmaya yetmişti. Filmlerini de beğeniyle seyrettiğim Nergis Öztürk, bu oyunda nevrotik kişilik, bencil, hastalıklı bir anne olan Zeynep rolünün altından yılların birikimi tecrübesiyle ustalıkla kalkıyordu. Rolüyle öyle bütünleşiyor ki bir karakteri değil de kendini oynuyormuş hissine kapılıyorsunuz. Onu izlemek terapi gibi geliyor hatta.
Tanıtım bültenlerinden de görüleceği üzere oyunun merkezinde bir çocuk var. İki ana karakterin çatışması da yakarması da hep bu çocuk yüzünden lakin kimse tam anlamıyla çocuğun çıkarını, faydasını gözetmeden kendi itibarının derdine düşüyor. Sözü geçen çocuğun annesi Zeynep, okuldan atılan çocuğunun geri alınması için elinden geleni ardına koymayacak taşkın biri. Diğer karakter ise buna karşı çıkan ama her halükarda istese bile çocuğu okula geri almaya yetkisinin olmadığını bas bas bağıran rehber öğretmeni Elif.
Erdi Işık sayesinde tanışan Nergis Öztürk ve Algı Eke uyumlu kimyaları sayesinde güzel bir ikili olmuşlar. İkisinin de rollerinin hakkını verdiğini söylesem de Nergis Öztürk’ün yanında Eke’nin bir tık daha sönük kaldığını itiraf etmem gerekiyor. Elbette ki bunda Algı Eke’nin böyle büyük bir rolü ilk defa canlandırdığı gerçeğini es geçmemek lazım. Kendisi ilk genel provada beyin kanaması geçirdiğini zannedecek kadar heyecanlanmış. Tiyatro geçmişi pek olmayan biri için oldukça normal bir tepki ancak bu haliyle bile birçok oyuncudan daha başarılı ve samimi olduğu da yadsınamaz. Gerçi oturduğumuz yerden konuşmak kolay; sahnedeki sanatçının verimini etkileyen birçok faktör olur oyun esnasında. Kapalı sahnede bile seyircilerden birinin çok yüksek sesle öksürmesi veya telefonunun çalması diğer izleyicilerin dikkatini nasıl bozabiliyorsa, böyle açık havada sergilenen performanslarda araba kornaları, kedi köpek sesleri, insan bağrışmaları aynı şekilde oyuncunun odaklanmasını zorlaştırıp konsantrasyonunu dağıtabiliyor. Belki de en büyük talihsizliği (!) ilk başrol oyununda Nergis Öztürk’le aynı sahneyi paylaşması olmuştur. Zaten kim heyecanlanmaz ki böyle bir durumda…
Oyuncular arasındaki ahenk, seyircinin hikâyeye girmesini daha da kolaylaştırıyor. Ben oyunu iki çocuk sahibi bir arkadaşımla seyrettiğim için şanslıydım çünkü oyuna bizzat ebeveyn gözüyle nasıl bakılır, ona şahit oldum. Benim gibi o da ayakta alkışladı oyunu fakat bana nazaran daha huzursuzdu. “10 Saniye”nin çocuk yetiştirme kaygısını tetiklediğini, arkadaşımı bir nevi anksiyete krizine sürüklediğini gördüm. “Çocuk yetiştirmek deli işi. Kimden nasıl koruyacaksın ki onu çivisi çıkmış bu dünyada. Arkadaşlarından mı, öğretmenlerinden mi, sosyal çevresinden mi? Yoksa bizzat anne babasından mı?” Arkadaşımın oyun çıkışında dile getirdiği bu endişelerini anlıyordum. Zaten izlediğimiz oyunun da amacı bu gibiydi. Oyun tüm toplumlar tarafından mukaddes kabul edilen annelik ve öğretmenlik kavramlarını başka bir perspektiften sunarak yüklediğimiz anlamları didiklemeye itiyor. Kendi hırslarını çocuklarının mutluluğundan daha önemli sayan annelerin de ayaklarının altına cennet seriliyor mu? Sapkın duygularına yenik düşen öğretmenler için de peygamber mesleği yapıyor denir mi?
Türkiye’deki tiyatro sanatının ulusal ve uluslararası alanda bilinirliğini ve görünürlüğünü artırmayı gayelerinden biri haline getirmiş Tiyatro Kooperatifi, “Yaz Buluşmaları” kapsamında özel tiyatrolara olan desteğini devam ettiriyor. On beş farklı ekipten on beş farklı oyunun Ataşehir Deniz Gezmiş Parkı Amfi Tiyatrosu’nda sahneleneceği program, 10 Eylül’den 23 Eylül’e kadar sürecek. Ben de fırsat bu fırsat diyerek takvimime uyan tüm oyunlara bilet ayırıp “10 Saniye” ile açılışı yaptım.
Yazarın seyredeceğim ikinci oyunu olmasına rağmen çok heyecanlıydım çünkü Erdi Işık’ın izlediğim ilk eseri “Sultana”ya tabiri caizse bayılmıştım. O oyun da tıpkı”10 Saniye” gibi abartısız mizah unsurlarıyla bezenmiş ve yine iki kadın arasındaki değişken dinamiklere bağlı bir hikâyeyi anlatıyordu. Tabii ki “10 saniye” kadınlarının yarattığı değişken dinamikleri yükselip alçalmadan değil, sürekli tırmanan bir gerilimden gücünü alıyordu. “Sultana” komediyle dramı harmanlasa da, “10 Saniye” kara komediyi etkili bir şekilde gerilimle sunuyordu bana kalırsa. Bu açıdan bir kez daha Erdi Işık’ın kalemine gıpta ettim. Tiyatro metni oldukça güçlü, empati kurup içine girebildiğiniz müddetçe de hayli sert… Anlatılmak istenen ne oyuncuların ne de seyircinin yorumlamasına ihtiyaç duymaksızın epey net bir şekilde ifade edilmiş. Bunu oyunculardan Nergis Öztürk bir konuşmasında destekliyor zaten. Tekst ayakları yere sağlam basan ve anlatmak istediğini o kadar anlaşılır biçimde okuyana sunuyormuş ki; aktristler karakterlerin oluşumuna neredeyse hiçbir şey eklemeden, olduğu gibi oynamışlar.
Aktrist demişken, her ne kadar Erdi Işık beni heyecanlandırsa da ilgiyle takip ettiğim ve izlediğim her performansında kendisine hayran kaldığım Nergis Öztürk’ün varlığı, oyunu tercih etme nedenlerimden bir diğeri oldu. Kendisi de “Sultana”da Erdi Işık’la çalışmış, harika bir oyunculuk sergilemişti. “Akciğer”deki oyunculuğu da aynı şekilde gözlerimi kamaştırmaya yetmişti. Filmlerini de beğeniyle seyrettiğim Nergis Öztürk, bu oyunda nevrotik kişilik, bencil, hastalıklı bir anne olan Zeynep rolünün altından yılların birikimi tecrübesiyle ustalıkla kalkıyordu. Rolüyle öyle bütünleşiyor ki bir karakteri değil de kendini oynuyormuş hissine kapılıyorsunuz. Onu izlemek terapi gibi geliyor hatta.
Tanıtım bültenlerinden de görüleceği üzere oyunun merkezinde bir çocuk var. İki ana karakterin çatışması da yakarması da hep bu çocuk yüzünden lakin kimse tam anlamıyla çocuğun çıkarını, faydasını gözetmeden kendi itibarının derdine düşüyor. Sözü geçen çocuğun annesi Zeynep, okuldan atılan çocuğunun geri alınması için elinden geleni ardına koymayacak taşkın biri. Diğer karakter ise buna karşı çıkan ama her halükarda istese bile çocuğu okula geri almaya yetkisinin olmadığını bas bas bağıran rehber öğretmeni Elif.
Erdi Işık sayesinde tanışan Nergis Öztürk ve Algı Eke uyumlu kimyaları sayesinde güzel bir ikili olmuşlar. İkisinin de rollerinin hakkını verdiğini söylesem de Nergis Öztürk’ün yanında Eke’nin bir tık daha sönük kaldığını itiraf etmem gerekiyor. Elbette ki bunda Algı Eke’nin böyle büyük bir rolü ilk defa canlandırdığı gerçeğini es geçmemek lazım. Kendisi ilk genel provada beyin kanaması geçirdiğini zannedecek kadar heyecanlanmış. Tiyatro geçmişi pek olmayan biri için oldukça normal bir tepki ancak bu haliyle bile birçok oyuncudan daha başarılı ve samimi olduğu da yadsınamaz. Gerçi oturduğumuz yerden konuşmak kolay; sahnedeki sanatçının verimini etkileyen birçok faktör olur oyun esnasında. Kapalı sahnede bile seyircilerden birinin çok yüksek sesle öksürmesi veya telefonunun çalması diğer izleyicilerin dikkatini nasıl bozabiliyorsa, böyle açık havada sergilenen performanslarda araba kornaları, kedi köpek sesleri, insan bağrışmaları aynı şekilde oyuncunun odaklanmasını zorlaştırıp konsantrasyonunu dağıtabiliyor. Belki de en büyük talihsizliği (!) ilk başrol oyununda Nergis Öztürk’le aynı sahneyi paylaşması olmuştur. Zaten kim heyecanlanmaz ki böyle bir durumda…
Oyuncular arasındaki ahenk, seyircinin hikâyeye girmesini daha da kolaylaştırıyor. Ben oyunu iki çocuk sahibi bir arkadaşımla seyrettiğim için şanslıydım çünkü oyuna bizzat ebeveyn gözüyle nasıl bakılır, ona şahit oldum. Benim gibi o da ayakta alkışladı oyunu fakat bana nazaran daha huzursuzdu. “10 Saniye”nin çocuk yetiştirme kaygısını tetiklediğini, arkadaşımı bir nevi anksiyete krizine sürüklediğini gördüm. “Çocuk yetiştirmek deli işi. Kimden nasıl koruyacaksın ki onu çivisi çıkmış bu dünyada. Arkadaşlarından mı, öğretmenlerinden mi, sosyal çevresinden mi? Yoksa bizzat anne babasından mı?” Arkadaşımın oyun çıkışında dile getirdiği bu endişelerini anlıyordum. Zaten izlediğimiz oyunun da amacı bu gibiydi. Oyun tüm toplumlar tarafından mukaddes kabul edilen annelik ve öğretmenlik kavramlarını başka bir perspektiften sunarak yüklediğimiz anlamları didiklemeye itiyor. Kendi hırslarını çocuklarının mutluluğundan daha önemli sayan annelerin de ayaklarının altına cennet seriliyor mu? Sapkın duygularına yenik düşen öğretmenler için de peygamber mesleği yapıyor denir mi?