Röportaj: Oğuz ÇetinoğluOğuz Çetinoğlu: Hayat sizin için ne anlam ifâde ediyor?Fatma Pekşen: Hayatı Cenabı Allah’ın biz insanlara bir lütuf olarak yarattığını düşünüyorum. İnsanı merkeze koymuş, diğer unsurları onun etrafına yığmış sanki. Bu faniliğin bilincine varmak, bulunduğun ortamın acı ve tatlı tarafından lezzet almanın adı hayat olsa gerek. Hayat, şu dönem itibariyle benim için okumak ve yazmak anlamına geliyor. Hayatımızın bir parçası bu adını andıklarım. Vazgeçilmezlerim. Yazarkenki sancılarım, günlere aylara bölünen zihnim, kelime arayışlarım, içime sinmeyen bir yazıdaki huzursuzluğum olağan durumumuz halinde.Yayınevlerinden geri dönen dosyalar, aklında tasarlayarak, onca emek çekerek yazıp gönderdiğine, ‘
konseptimize uymuyor’ cevabı almalar, sonunda kargodan çıkan yepyeni bir kitap, bir okurundan aldığın beğeni mektubu ayrı ayrı lezzetler. Damağımıza yapışan her türden lezzetle yaşantımız sürüp gitmekte.
Çetinoğlu: Edebî yönünüzü, yazarlığınızı oluşturan ve besleyip geliştiren kaynaklardan söz eder misiniz?Pekşen: Edebiyata yatkınlığımı, televizyonsuz akşamların, radyolu dönemlerin beslediğini düşünüyorum. Coğrafî konumu itibariyle etrafı dağlık, ortası bağlık, çukur bir yörede doğduk büyüdük. Kışların uzun geçtiği, sözlü kültürün canlılığını koruduğu dönemlerdi. Yaşlılarımızın kulaklarında hâlâ Çanakkale, Yemen, Sarıkamış hatıraları varken, düğünler baloya, türküler çoksesliliğe dönmeden öncenin zenginliği idi. Yegâne dış bağlantının radyo olduğu yıllarda, hayallerimiz uçsuz bucaksız, zamanımız sınırsızdı. Belki o dönemlerde farkında olmadıysak da gün gelince bunların muazzam bir servet olduğunun bilincine vardık. Yüreğimizdekiler kabına sığmamaya başladı.Elbette okuma sevdası da etkili oldu bu hususta. Bizim dönem çocukları okumaz, yutardı. Belki kıt imkânlardan, belki maceraya, romantizme, dış dünyaya açılan başka kapının olmayışındandı bu sevda. Ama her okuyan da kaleme mi sarıldı, hayır. Onun da bazı kişilere verilmiş hususi bir durum olduğunu düşünüyorum.İlçeli oluşumuzu da avantaj olarak görüyorum. Görmüş geçirmiş, vaktinde Mengücekoğulları’na uzun yıllar başkentlik yapmış, köklü bir medeniyetin izleri bulunan Divriği’nin hakkını vermek gerekir burada. İlçeli olmak, bir ayağı köylü, bir ayağı şehirli olmak demektir. Bu durumu yaşayanlar iyi bilirler ki ilçeliler iki tarafın da kültürel zenginliğinden nasiplenirler. Bir kere tabiatla iç içe olunuyor. Öğrenmek için özel metot tâkip etmesen bile hâfızana öyle şeyler nakşolunuyor ki gün gelince birer birer ortaya çıkıyor bunlar.Dedeli, nineli, geniş ailelerin mahalleleri doldurduğu, çocukların kendi evlerinde büyüdüğü, kendi kendine yetmenin, kanaatkâr olmanın erdem sayıldığı, komşuluk ilişkilerinin tavan yaptığı, kimsenin kimseyi kıskanmadığı dönemlerin meyvesi bu olsa gerek diyorum.Abid ruhuyla yaklaştığın zaman, her ne işle meşgul oluyorsan ol, gönlündeki, iç dünyandaki servet açığa çıkıyor. Müzik olarak, resim olarak, şiir, senaryo, roman, öykü gibi edebî dalların biri olarak tezâhür ediyor.
Çetinoğlu: Söz ve yazı ilişkisini nasıl yorumluyorsunuz?Pekşen: İçe birikenler zeminini bulunca, kelam kalemle buluşmaya doğru gidiyor diye düşünüyorum. Söz uçar yazı kalır misali, millet olarak çok yazmamışız; lâkin çok söylemişiz. Anlatıldığı zaman günler, geceler süren destanlar, halk hikâyeleri, masallar filan bu geleneğin uzantısı. Ama ne olursa olsun, kâğıt üstündekiler kalıcıdır, söz ise zamanla özünden bir şeyler yitirebiliyor, hatta unutuluyor. Kim bilir ne kayıplarımız vardır bu hususta… Hayli canlı bir geçmişi bulunan, hayatı dolu dolu yaşamış bir milletin mensuplarıyız. Keşke çok çok evvelinden kâğıtla dostluk etseymişiz.Minyatür sanatı bile döneminin nice inceliklerini (kıyafetler, düğünler, savaşlar, sofra adabı filan) resim diliyle bize anlatırken, yazılı eserlerin neler neler anlatabileceğini tahmin etmek güç değil. Eğer çok öncelerden tarihimiz kaleme alınmış olsaydı, bugün yabancı tarihçilerin yazdıklarını esas olarak kabul etmeyecektik. Elimizde, bizim âlimlerimizce, devlet adamlarımızca yazılmış, asırlar öncesinin belgeleri/kitapları olsaydı, hiç hak etmediğimiz suçlamalarla karşı karşıya kalmayacaktık. Elimizde elbette dönemine ışık tutacak nadide eserler bulunmakta ancak, yeterli değil diye düşünüyorum.
Ben kendi adıma şunu söyleyeyim, epeydir aklımda olan bir konuyu eğer yazmamışsam, zamanla unutup gittiğimi fark ediyorum. Ki bu bazen sadece bir tek kelimenin çağrıştırdığı konu olabiliyor.
Çetinoğlu: Yazarların, özellikle bayan yazarların zengin bir iç dünyaları var. Kalem ürünlerine bu zenginlikleri cömertçe yansıtabiliyorlar. Bu özelliğin temelinde ne var? Pekşen: Her şeyi kavrayabilmek, kuşatabilmek, anaçlık hissiyle sahiplenebilmek duygusu... Yardım etme, iyilik yapma, yaptığına karşılık beklememe halleri. Tanısın tanımasın, evli olsun olmasın, hatta çocuk yaşlarda olsun, Allah’ın bayanlara bahşettiği bir hal diyorum bu anaçlık meselesine. Sık da karşılaşıyorum bu durumla. Bundan dolayı olsa gerek kalemi daha hassas oluyor. Yazarlık, zaten çok bulunan bir şey değil. Bayanlarda da sayı daha az haliyle. İmkânsızlıklar, utanma duygusu, cesaretsizlik halleri, sayıyı düşük kılıyor.Öte yandan türkü/ağıt yakmalar, mani düzmeler vardır kadınlarda. Ümmidir ekseriyetle onlar. Ama öyle gönül dünyaları vardır ki, öyle bir zenginlik vardır ki ruhlarında, şaşar kalırsınız. Adı sanı bilinmez bu isimsiz şairlerin, yiter gider dünyanın curcunası içinde. Ama dillerinden dökülenler uzunca zaman yaşar.
Çetinoğlu: Edebiyatın, büyük ölçüde; hikâye, şiir, deneme, söyleşi, inceleme, eleştiri, hâtıra, kitap tanıtımı, gezi notları… gibi kalem ürünlerinden oluştuğunu söylemek herhalde yanlış olmaz. Bu tür ürünler de, ‘Dergi’ denilen yayın organlarından ayrı düşünülemiyor. Dergi ve edebiyat ilişkisi hakkındaki görüşlerinizi alabilir miyim?Pekşen: Dergi evladiyelik diyeyim özetle. Olmazsa olmaz bir husus. Yenilerin palazlandığı, eskilerin tecrübelerini paylaştığı, hatta usta-çırak ilişkisi içinde yavaş yavaş yerlerini onlara bıraktığı kalelerdir dergiler. Kalem erbaplarının ilk çiziktirdikleri yerlerdir dergiler. Bugün meşhur olmuş yazarların, şairlerin bir zamanlar dergilerde isim yaptığını görüyoruz. İlk yazıyla, ilk kitapla, dergiden, mahallî gazeteden yolu geçmeyen bir edibin eserlerinin birdenbire meşhur olabileceğini düşünemiyorum.Yazar kısmının kahrını çok çeker bu dergiler. Yürek çarpıntıları duyulur sayfa aralarından. Yavaş yavaş oluşan bir güven ortamından sonra biraz daha büyük adımlar atılmaya başlanır. Dergiler olmalı. Olmalı ki yazarlar ve şairler silsilesi devam edebilsin.
Çetinoğlu: Türkiye’de dergiciliğin genel durumu hakkında genel bir değerlendirme yapar mısınız?Pekşen: Klâsikleşmiş, hatta acıtıcı bir kelam ediliyor dergiler için, ‘
ülkemiz bir dergi mezarlığı halinde’ diye. Bu ifâde kısmen doğru ama tamamen değil. Çok uzun zaman, onca zorluğa rağmen ayakta duran, okunan, müdâvimleri olan dergiler mevcut. Bir o kadar da üç beş sayıda kepenkleri indirenler var. Cepten ödenen, birkaç inanan insanın omuzlarında giden dergilerin ne çilelerle ayakta durduğunu ancak ki onun cefasını çekenler bilir. Bir de sırtını belediyeye, vilayete, bir derneğe, cemaate, vakfa, özel bir kuruluşa dayamış dergiler var. Maddî derdi olmayan, abone sıkıntısı çekmeyen, okunmayı bırakın sebil gibi dağıtılanlar... Hepsi de dergi adı altında anılıyor işte.
Çetinoğlu: Okuduğunuz dergileri niçin tercih ediyorsunuz, elinize bile almadığınız dergilerin uzağında kalmanızın sebepleri nelerdir? Pekşen: Yıllanmış, klasik hâle gelmiş, girdiği eve asâlet katan dergiler var memleketimizde. Keşke bu tür dergiler bütün evlere, kurumlara, kütüphanelere girebilse, farkında olunabilse... Şahsen biz çok fazla sayıda dergi almıyoruz. Ama üç-dört dergimiz oluyor hep. Hediye gelenler oluyor. Satın aldıklarımızın kiminde kendi yazılarımız oluyor, kiminde tecrübeli kalemlerin yazdıklarından istifâde için okumamız gerektiği fikri hasıl oluyor. Şimdiye kadar evimizden çok dergi geldi geçti, hâlâ da geçiyor. İçlerinden, uzun yıllar sonra birilerine hediye ettiklerimiz de oluyor, ciltletip sakladığımız da. Çünkü elimizin altında bulunması gereken nâdide eserler olarak düşünüyorum bunları. Kitaplar paylaşılmalı ama bu çok değer verdiğim dergilere, kitaplara da kolay kolay elim gitmiyor. Birisine ödünç olarak verirken bile ‘
acaba sağ salim geri gelecek mi?’ endişesini yaşıyorum. Hırpalanmış, içi dışına çıkmış gelenlere, belli etmesem de çok sinirleniyorum. Evladiyelik eserler bunlar. Değerli. Bir daha nerden bulunur ki?Bir de ilgi alanımıza girmeyen dergiler çıkıyor piyasaya; edebiyatın dışında tabii ki. Meselâ bir otomobil dergisi, sinema dergisi, müzik dergisi ilgimi çekmiyor. Müzik dergisi derken, günümüz sanatçılarının dedikodularının yapıldığı magazin türü dergiler diyeyim buna. İster istemez, ilgi alanına girmeyenini almıyorsun. Ama yeni çıkan eserlerin tanıtıldığı, şiirlerle, edebî yazılarla, hikâyelerle, araştırmalarla bezeli dergiler her zaman başımızın üstündedir. Üstünden uzun yıllar geçse de kadri kıymeti hep bilinecektir bunların.
Çetinoğlu:Yazarken konu ve fikir itibâriyle vazgeçilmezleriniz nelerdir ve sebebi nedir?
Pekşen: Aile mefhumu, hikâye, roman, gençlik… bütün yazdıklarımda merkezdir. Muhakkak bulunması gereken bir unsurdur. Son zamanlarda moda hâline gelen özgür kız-oğlan konulu, lüksün içinden gelen, aileden uzak tiplemeleri asla kullanmam. İnanmam da bunlara. Özellikle gençlik kitaplarında, dizilerinde bol bol harcanıyor bu tipler. Değerlerimizle örtüşmeyen, yırtma-yapıştırma diye tâbir edeceğim bu özelliklerin yazılması, çizilmesi, dizi-film vs. olarak oynanması vatana ihânettir diye düşünüyorum. Evinin dışındaki hayatı böyle zanneden nice gencin, dolayısıyla da perişan olan nice ailenin bu düşüncesiz hareketten nasibini aldığını biliyoruz.
Zaten yazar kısmı da kendisine ters gelen, ilgi alanı dışında kalan şeylere fazla yönelemez. En azından ben öyle düşünüyorum. Meselâ cazdan hazzetmiyorum; kahramanıma ayıla bayıla caz dinletemem satırlarımda. Kim ne derse desin, kahramanlarda bir parça yazarın kendisi de oluyor. Kendi değerlerine ters düşeni yazmaya kimsenin eli varmaz diyorum. Kimilerini demode gelebilir ama millî mânevî değerlerimize, geleneklerimize sâhip çıkılması gerektiğini düşünüyorum. Halk kültürüne olan ilgim sebebiyle de elimin altında bol malzeme oluyor, bunları değerlendiriyorum. Bir bayram sabahı kınasının kokusunu alabilmeli okur, kandillerde dağıtılan helvayı-lokmayı koklayabilmeli satır aralarından. Eserlerdeki lezzet, bu tür inceliklerde yatıyor.
Çetinoğlu: ‘
Söz yazarlarına sözlük gerek’
tartışmasını değerlendirir misiniz?
Pekşen: Anadolu’da ‘
kitabın dalından konuşmak’ diye bir söz vardır. Bence de kitabın dalından bir konu bu. Her zaman rahatsızlık duyduğum bir husus. Binlerce yılın birikimi olan, altın kalıplarda muhafaza edilmiş söz kültürümüzü, dilimizi haddinden fazla yalınlaştıran, yalınlaştırmaktan öte yok eden bir dönemden geçiyoruz. Dil katlediliyor. Onca zengin dilimizin kolunun bacağının budanması çok acı.Herkes için aynı değil elbette ama piyasada o kadar yavan, o kadar yüzeysel sözler var ki sinirlenmemek, hayıflanmamak elde değil. Meselâ, mahallî bir gazetedeki mütevazı köşemde de yazmıştım. Bir ‘
süper’ çılgınlığıdır gidiyor. Çaya çorbaya süper! Beğendiği, çalışkan bulduğu, takdir ettiği her şeye ‘
süper’ kelimesini yapıştırıyor günümüz insanının çoğu. Süper kitap, süper öğrenci, süper çanta, süper kız vs… Muazzam nerde, muhteşem nerde, mükemmel nerde? Olanağanüstü, harikulade nerde? Şaheser nerde? Yakın bir gelecekte ‘
Ali ata bak, tut Ayşe tut’ türü alfabe diliyle meramımızı anlatmaya başlarsak kimse şaşırmasın. Maalesef oldukça bayağı şarkı sözleri tüketiliyor son dönemlerde. Belki evvelinde de vardı tek tük ama bu kadar da ayağa düşmemişti söz sanatı. Önce hayretle, şaşkınlıkla dinleniyor, bir de bakıyoruz ki dinlenenler listesinin başköşesine oturmuş o ucube sözlerle bayağılaştırılmış şarkılar. Şarkı denirse tabii… ‘
Yüzünde göz izi var, sana kim baktı yârim?’den, ‘
kız hepsi senin mi?’ye geçişin sebebini sorgulamalıyız fert olarak. Okumayan, sorgulamayan, ekranları kaplayan bozuk Türkçeli sunucuların programlarını tâkip eden, seviyesiz, küfürlü filmleri seyrederek, canım dilimizi gerilemesine çanak tutan insanımızı suçlu buluyorum.‘
Kafetarya, bonmarşe, butik, şarküteri, bar,Beyoğlu’nda Türkçe yok, diğer bütün diller var’diyen A. Mahir Pekşen’in bu beyitinde vurgulandığı gibi, dilimizin katlinden, ekmek kapılarına yabancı isimler takan esnaflar da sorumlu, oldukça basit çevirilerle önümüze konulan, bilmem kaç temel eseri alelacele yayımlayan yayınevleri de. Hele Türk klâsiklerinin, anlı şanlı ediplerimizin kafasını gözünü yara yara yeni baskılarının piyasaya sürülmesi meselesi var ki, üzerinde hassasiyetle durmak gerekir. Belki sadeleşme icap eder çok yoğun yazılmış bazı eserlerde. Lâkin bunu, basit tâbirlerle, anlamını tam vermeyen kelimelerle geçiştirmek, okurdan önce yazarına ihânettir en başta. Sayfa altına yapılacak açıklayıcı bir not, veya arkaya konacak küçük bir lügatçe meseleyi halleder. Kati surette evlerde sözlük bulunması şart diyorum. Hatta yazıhane, okul, çanta, her yerde...
Çetinoğlu: Bulunduğunuz şehirden Türkiye’yi nasıl görüyorsunuz?
Pekşen: Memleketimin her köşesini ayrı seviyorum. Belki çoğu yerini görmedim ama illâ da yakinen görmem gerekmiyor. Türküsünden, hikâyesinden, romanından, oyunundan, bağrından çıkardığı tanınmış kimselerden, hatta meyvesinden, sebzesinden bilirim oraları. Tanpınar’ın meşhur bir sözü vardır hani: Anadolu’nun romanı yazılacaksa, türkülerden yola çıkılmalıdır.‘
Gamzedeler, gamzedelerGam vurur, gam zedelerSinemi hakkak delemezDelerse gamze deler’der bir Harput türküsü. Derin bir saygı, ince bir hüzün duyduğum bu ve benzeri sözler karşısında şapka çıkarılmaz da ne yapılır şimdi?Çok değil, yirmi otuz yıl önce, bırakın teşhiri, saçına makas vurmayı dahi ar sayan haminnelerin, bugün pörsük bedenleriyle ekran ekran koca arama teşebbüslerine ağzım açık bakıyorum. Bir Türk hanımefendisi, o asalet timsali kadın nasıl bu hale düşer? Kızılcık şerbeti içenler’den, kirli çamaşırını milyonların önüne çıkarırken utanç duymayanlara ne ad konmalı bilmem? Kol kırılır yen içinde denilirdi evlenip gidecek kızlara. Bugün onların evlatları durumundaki bayanlar ise hicabını yitirmiş, zıvanadan çıkmış görünüyorlar. Aile müessesesinin altına yerleştirilen dinamitin uzantısı olarak düşündüğüm, zamanla düzeleceğine inandığım bu gibi incitici hallerin bir biteceğini ümit ediyorum. Her türlü olumsuz hallere rağmen, halkın samimiyetine, içlerindeki, köklerindeki asâlete, temizliğe inanıyor, gelecek için umut besliyorum. Bir taraftan kimi değerlerimiz yitiyor görünse de, şahlanan, aslına saygı duyan, araştıran, ceddinin sanatlarını öğrenmeye meraklı gençlerin yetiştiğini görüyor, mutlu oluyorum.
Çetinoğlu:Ülkemizde, aydın ve yazar kesiminin ortak paydası; muhalif olmak…Muhalif olmak, aydın ve yazar olmanın gereği midir, neden?Pekşen: Bence gereğii değildir. Evet, yazarlık ender bir haldir, sık karşılaşılmaz; lakin yazar kısmı gökten indirilmiş insanlar değildir. Onlar da bu topraklardan çıkmışlar, bu yolların tozunu yutmuşlar, buralarda beslenmişlerdir. Bilakis muhalif olmamaları gerektiğini düşünüyorum. Halktan, genelden kopuk olmak getirmez, bir şeyler götürür bile.Ancak, aydın ve yazarların da muhalif olacağı önemli konular olur. Her şeye evet demenin de mantığı yoktur. Lakin bugün her şeye muhalif olanların gayesi, hiçbir şeyi beğenmeyerek gururunu zirveye taşımak gibi geliyor bana. ‘
Ben her zaman, her konuda en iyiyi, en güzeli bilirim’ tavırları, ‘
başkası benim gibi asla bilemez’ ukalalığına kaçıyor biraz.
FATMA PEKŞEN 1962 yılında Sivas’ın Divriği İlçesi’nde doğdu. Eli kalem tuttuğu günden beri güzel sanatlarla ve edebiyatla ilgilendi. İlkokul yıllarından beri haşır-neşir olduğu hikayelerini 80’li yıllardan sonra gün ışığına çıkardı. Hikâye, deneme ve folklor ağırlıklı yazıları, karakalem resimleri, Bilecik’te Kardelen, Kayseri’de Erciyes, İstanbul’da Bizim Aile, Motif, Kadın-Aile ve Yemek Zevki, Tokat’ta Kümbet, Amsterdam’a Amsterdam Postası gibi dergilerde, Türkiye Gazetesi ve Gündüz gibi genel ve bir çok yerel gazetede, bazı televizyon kanallarında ve radyolarda yayınlandı.700. Yıl anısına Çınar Dergisi tarafından yapılan Osmanlı konulu makale yarışmasında üçüncülük ödülü aldı. Divriği yemeklerini tanıtmak amacıyla çeşitli yarışmalara katıldı, ödül kazandı. Kumaş boyama, ebru ve karakalem çalışmalarıyla, ferdî ve karma olmak üzere Sivas’ta çeşitli sergi ve kermeslere katıldı.Bazı şiir ve nesir kitaplarını karakalem resimleyen Pekşen, şair-yazar Ahmet Mâhir Pekşen ile evli olup, Tarık ile Halil’in annesidir. Hikâye, deneme ve folklor araştırma çalışmalarını sürdüren yazarın yayınlanmış eserleri şunlardır:01- Divriği’de Mutfak Kültürü (Müjgân Üçer-Fatma Pekşen 2001-Sivas Hizmet Vakfı Yayınları- Ankara)02- İpek Hayâller (Hikâye, 2002- Nesil Yayınları- İstanbul)03- Mavi Hayâl Pembe Düş (Gençlik, 2003- Timaş Yayınları- İstanbul)04- Kızlar Yurdu (Gençlik, 2004-Timaş Yayınları-İstanbul)-(Mine Kızlar Yurdunda adıyla yeni basım 2010)05- Çılgın Kızlar Kantini (Gençlik, 2005-Timaş Yayınları-İstanbul)06- Menekşe Kokulu Bahar (Hikâye. Kaynak Yayınları 2005-İstanbul)07- Kavak Yelleri (Hikâye. Nesil Yayınları 2007-İstanbul)08- Ayten de Yok Artık (Hikâye. Kaynak Yayınları 2007-İstanbul)09- Pembe Gözlükler (Gençlik Romanı. Kaynak Yayınları 2008-İstanbul)10- Sarıl Bana Anne (Aile içi iletişim. Lacivert Yayıncılık 2008-İstanbul)11- Liseli Annem (Gençlik Romanı. Nesil Yayınları 2008-İstanbul)12- Mani Benim Ezberim (Müjgân Üçer ve Murat Türkyılmaz ile birlikte. Folklor-Araştırma. Kitabevi Yayınları. 2009-İstanbul)13- Kızımın Bilmesini İstediklerim (Aile içi iletişim-Lacivert Yayıncılık 2010-İstanbul) |