“Evimiz” olan Gezi Parkı’nda bu kez yazmış olduğu Karahindiba adlı öykü kitabı ile büyük ses getiren Sinan Sülün’ün ağırladık. Sülün, sorularımızı içtenlikle cevapladı.
80 doğumlusunuz. Seksen kuşağına mensup olmak nasıl bir duygu?
İnsan doğduğu aileyi ve tarihi seçemediği için ben de ‘80’lerde çocuk olmak’ diye adlandırılan bir kuşağa mensup oldum. Bizim kuşağın en büyük özelliği Susam Sokağı’ndaki şarkı gibi arada kalması, eskiyle yeni arasında sefer yapan tren için bariyerli hemzemin geçidi olmasıydı. Bugün yirmilerin sonunda otuzların başında olan herkes kolektif mahalle hayatından bireysel site hayatına, atari salonlarının az pikselli oyunlardan Grand Theft Auto’ya geçişi çok iyi bilir. Fakat bu iki dünyayı ard arda görmenin bizler açısından oldukça patolojik bir durum yarattığını düşünüyorum. Çünkü buradaki zenginlikten daha çok aralardaki yoksulluğun melankolisiyle ilgileniyoruz. Ya o kızdığımız dedelerimiz gibi bu genç yaşımızda nostaljinin içinde boğulup gidiyoruz ya da mütemadiyen yediği kuru fasulyenin, aldığı ayakkabının fotoğrafını çekip paylaşan insanlara dönüşüyoruz. İnsan tabii ki beğenilmek, sevilmek, önemsenmek ister. Buradaki içgüdüyü anlıyorum. Fakat ortada bunca değiştirilmesi gereken şey varken sadece Facebook’taki profil fotoğrafını değiştirenleri anlayamıyorum.Karahindiba’da kendi kuşağınızın da içinde olduğu beyaz yakalıların var oluş problemlerini anlatıyorsunuz.
Birçok yaşıtım gibi ben de bir beyaz yakalıyım. Plazalardan, alışveriş merkezlerinden ve Starbucks’tan oluşan bir evrende yaşıyorum. Bu evrende etrafınıza dönüp baktığınızda neredeyse her üç kişiden biri mutsuz. Herkesin cebinde iş stresinden mütevellit bir anti depresan. Herkesin hayali İzmir’e yerleşmek. Urla’da küçük bir zeytinlik almak. İnsanların hayali birbirine benziyorsa ortada ciddi bir sorun var demektir. Geçen gün iş yerinden bir arkadaşımla konuşurken, bu dünyada hayalin ne diye sordum, müdür olmak dedi. Müdür olmak diye hayal mi olur? Bir amaçtır o. Hayal her şey kötü gittiğinde sana hala yaşama sevinci verir. Kendi var oluşunu gerçekleştirir. Bu dünyada neden yaşıyorsun sorusuna bir cevap verir. Oysa bakıyorsun herkesin hayalindeki masada pirinç levha üzerinde müdür yazıyor.
Hepimiz fasit bir dairenin içinde yaşıyoruz. Üniversiteyi bitiriyoruz. Askere gidiyoruz. İş bulmaya çalışıyoruz. KPSS’yi kazanırsak memurluğa atıyoruz kapağı. Atamazsak özel sektör. Onlarca mülakat. Sonra 1500 TL artı sigorta, artı yemek, artı servis çalışmaya başlıyorsunuz. Bir süre sonra mahalle baskısına dayanamayıp yahut canınız sıkıldığı için evleniyorsunuz. Sonra evlilikten de sıkıldığınız için çocuk yapıyorsunuz. Bu sırada TOKİ’den ev, Arçelik’ten plazma televizyon, Toyoto’dan babam gibi araba taksitine giriyorsunuz. Taksitler, çocukların okulları, şirketin eğlenceleri, senede 15 gün tatilde nereye gideyim, ben hep iyi niyetimden kaybettim, asıl benim müdür olmam gerekiyor derken ömür bitiyor. Geriye dönüp baktığında gördüğün tek şey koca bir hiç. Bazıları marifetmiş gibi çocuk yaptım diyor. Onu herkes yapıyor zaten. Peki, sen sana ait olmayan çocukların mutluluğu için ne yaptın. Asıl cevap verilmesi gereken soru bu. Sabahattin Ali’nin dediği gibi, “ İnsan başkalarına yardım ettiği, başkalarını sevdiği kadar yükselir. Başka bir insanı bahtiyar edebilmek, kendini bahtiyar edebilmekten daha güç fakat daha insancadır.”
Söyleşilerinizde bir derdiniz olduğunu söylüyorsunuz. Bu dert mi size yazdırıyor?
Kuvvetle ihtimal. Bu ülkede her dört gençten birisi işsiz şu an. İşsizliğin nasıl bir şey olduğunu ancak işsiz kalanlar bilir. Özgüven kaybolur. Kendinize saygınız azalır. Hiçbir işe yaramadığınızı hissedersiniz. Üstüne üstlük bir de en yakınınızdakilerin sürekli şunun oğlu şöyle işe girmiş, şunun kızı şu kadar maaş alıyor diye iğnelemelerini duyarsınız. Ben de bir dönem işsizliği tatmış birisi olarak bu derdin insanın içini nasıl yaktığını bilirim. Ya da ayrılığın, ölümün, yalnız kalmanın nasıl bir şey olduğunu. Eğer bir insan bencil ve narsist değilse etrafındaki insanların dertlerini de görür. Onlara da ortak olur. Karahindiba hikayesinde aslında hepimizin huzursuzluğunu, hayallerini anlatmaya çalıştım. Karahindiba çıktıktan üç hafta sonra 2. bakıyı yaptı, şimdi 3. baskıyı. Bu beni çok sevindiriyor biliyor musunuz. Baskı yaptığı için değil ama. Kendim gibi daha çok insana ulaştığım ve onlarla bir araya geldiğim için.
Anadolu’dan türbanlı bir kız mesaj atıp, ailem de sizin anlattığınız gibi baskı yapıyor bana dediğinde, Aydın’dan bir genç benim babam da sizin anlattığınız gibi durmadan kafamı ütülüyor dediğinde mutlu oluyorum. Mavi Pelikan hikayesini okurken gözleri dolan birçok insanla tanıştım. Kusurlarımız, yaralarımız, hayallerimiz birbirine benziyor bu arkadaşlarımla. Karahindiba’nın bana kazandırdığı en önemli şey, kendim gibi insanları bulmam ve yeni arkadaşlar edinmemdir.
Edebiyat eğitimi alırken şunu gördük; romancıların büyük bir çoğunluğu edebiyata öykü yazarak adım atıyor. Siz öykücülüğü bir geçiş evresi olarak görüyor musunuz?
Ben öykü yazarak başlamak istemedim. Dediğim gibi bir derdim vardı, yazdım ve bunun adı öykü olur dediler. Peki, dedim. Şu anda yine kendi kuşağımın devrimcilerini anlatmak istiyorum. Yazmaya başladım. Baktım yüz sayfayı geçmiş ben hala yazıyorum. Türü çok fazla önemsemiyorum. Anlatmak istediğimi anlatıyorum. Yayınevi nasıl olsa türüne karar verir diyorum.
En çok sevdiğiniz yazarlar ve şairler kimlerdir?
Hem kişilik hem yazar olarak örnek aldığım birisidir Sabahattin Ali. Hem çok güçlü bir yazardır, hem de başkaları için bir şey yapmanın ne kadar kıymetli olduğunu bize öğretmiştir. Onun dışında Dostoyevski, Paul Auster, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Wolfgang Borchert, Barış Bıçakçı, Edip Cansever, Birhan Keskin, Gülten Akın... burada ismini sayamayacağım kadar çok sanatçı var hayatımda. Kendi kuşağımdan Mahir Ünsal Eriş, Seray Şahiner, Emrah Serbes, Pelin Buzluk ve dergilerde hikayelerini okuduğum, kitabını sabırsızlıkla beklediğim Banu Özyürek’in hikayelerini çok seviyorum.
Türkiye şuan bir NATO ülkesi olarak savaşın eşiğinde. Siz bu savaş ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu sorunuza Einstein’ın sözüyle cevap vereyim; “Emirle gelen kahramanlıktan, bilinçsiz şiddetten, aptalca yurtseverlikten, tüm bunlardan nefret ediyorum. Ben savaşı öylesine tiksinti verici ve aşağılayıcı buluyorum ki böyle iğrenç bir eyleme katılmaktansa kendimi parçalayıp yok ederim daha iyi…”
Gezi eylemlerine geçelim. Öncelikle net olarak sorayım: Gezi eylemlerinde bulundunuz mu?
Bulundum.
Gezi eylemleri size göre nasıl ortaya çıktı? Söylendiği gibi dış mihraklar ya da faiz lobisinin işi mi?
Ben Gezi eylemlerinin örgütlü bir eylem olduğunu düşünmüyorum. Tarihte örneğini gördüğümüz birçok direniş gibi kendiliğinden, örgütsüz başlayan bir direnişti. Bütün diktatörler gibi Tayyip Erdoğan da insanların neden isyan ettiğini anlamak yerine dışarıda aradı sebebini. Oysa biraz kendisine dönüp baksa görecekti gerçeği. İnsanların nasıl içki içeceğine, kaç çocuk doğuracağına, nasıl okuyacağına karışırsan, Atatürk’le İsmet İnönü’ye ayyaş dersen, Cumhuriyet’in kazanımlarını ortadan kaldırmaya kalkarsan, kendin gibi düşünmeyen herkesi uyduruk iddianamelerle hapse atarsan olacağı buydu zaten. Ne bekliyorlardı ki.
Bu eylemlerin sonu nasıl olur?
Açıkçası bilmiyorum. Temennim Gezi Parkı’ndaki dayanışmacı ruhun ve bir arada yaşama kültürünün tüm ülkeye yayılması.
Röportaj: Bilgin Güngör
Ömer Faruk Ateş
murekkephaber.com