Bilgin Güngör yazdı
Genel olarak sözlüklerde "aşırı-sevgi", "sevi", "bağlılık" vs... gibi tanımlamalarıyla karşılaştığımız ve daha çok "ilâhi-aşk"; yahut "bireysel-aşk" ile özdeşleştirdiğimiz "aşk" olgusunun, (itirâf etmeliyim ki; bir "anti-romantik" olarak, belki de bu konuda en son konuşacak kişi benim) ilkel dönemden bu yana toplumların hayatlarında, bazen -sosyologların dili ile söylersek- "işlevsel" ; bazen de -ediblerin dili ile söylersek- "aşkın" bir nitelikte varolduğu görülür.
Genel olarak sözlüklerde "aşırı-sevgi", "sevi", "bağlılık" vs... gibi tanımlamalarıyla karşılaştığımız ve daha çok "ilâhi-aşk"; yahut "bireysel-aşk" ile özdeşleştirdiğimiz "aşk" olgusunun, (itirâf etmeliyim ki; bir "anti-romantik" olarak, belki de bu konuda en son konuşacak kişi benim) ilkel dönemden bu yana toplumların hayatlarında, bazen -sosyologların dili ile söylersek- "işlevsel" ; bazen de -ediblerin dili ile söylersek- "aşkın" bir nitelikte varolduğu görülür.
Her iki şekilde de toplumsal hayatta önemli bir yer edindiği su götürmeyen "aşk" olgusu, söz konusu toplumsal hayata bizzat yön veren, hatta onu biçimlendiren ve yeniden-üreten bir yapıya sahip olduğu için bir çok bilimsel çalışmaya obje olmuştur/olmaya da devam etmektedir.
İşte biz burada da onun -antropolojik açıdan- (ki İngilizlerin daha çok
"sosyo-kültürel antropoloji" adını verdikleri bir perspektiften)
toplumsal tarihini kısaca ele alacağız.
Ancak
hemen belirtmekte fayda var: Bugüne kadar "aşk" olgusu üzerine
söylenenlerin(ki biz ne kadarını biliyoruz?) yahut "aşk" olgusu
temelinde üretilen eserlerin, çalışmaların bir araya getirilmesiyle bir
"aşk-medeniyeti" yaratılmasının mümkün olmasına kâni isek(bunu bir
anti-romantik olarak söylüyorum); aynı olgunun antropolojik açıdan bir
tarihi dökümünü ortaya koyabilmemizin de mümkün olmasına kâni olmamız
gerekir. Nitekim bugüne kadar Malinovski, Linton, Levi-Brühl,
Levi-Strauss gibi antroplogların da çalışmalarında "aşk" olgusunu -yer
yer "belirtik" yahut "örtük" bir şekilde- irdelemesi hem bize zengin bir kaynak teminâtı yaratmış hem de bu konuda bazı tespitleri ortaya
koymamıza olanak tanımıştır.
Şimdi biz, konunun kolayca anlaşılabilmesi ve derli-toplu bir halde ortaya konabilmesi
için "aşk" olgusunun antroplojik açıdan tarihini "aşk-öncesi aşk
dönemi", "ilâhi aşk dönemi" ve "bireysel aşk dönemi" olmak üzere üç ayrı dönemde kısaca inceleyeceğiz ve bunu yaparken de söz konusu olgunun yer yer sanatsal-kültürel yansımalarını örneksemelerle zenginleştirmeye
gayret sarfedeceğiz.
1.Aşk-öncesi Aşk Dönemi:
Bu dönem, toplumların ilkel ve köleci dönemlerine rast gelmekle birlikte,
aynı zamanda "bireysellik" olgusunun toplum yahut topluluklar içerisinde mevzu dahi edilmediği bir zaman dilimine tekâbül eder. Antropologların
"horde" diye tanımladıkları ilk insan topluluklarında olsun, yahut
köleci-şehir toplumlarında olsun, genel olarak "aşk" olgusu, bu dönemde
henüz ne cinsel münâsebet ne de "tanrısal-aşkınlık" ile tecelli eder.
Ancak kısmen de olsa, özellikle antikçağ Yunan toplumundaki köleler
arasında olgusal olarak varlığı görülebilir.
Konuya ışık tutması açısından, Antik Yunan toplumu özelinde Engels`in
"Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni" adlı eserindeki şu
tespitlerini aynen alıntılayalım:
"Bireysel
cinsel aşk, ortaçağdan önce söz konusu edilemezdi... Bütün antikçağda,
evlilikler büyüklerce kararlaştırılır ve ilgililer de buna sessiz
sedasız uyarlar. Antikçağ dünyasının tanımış olduğu karı-koca aşkıysa,
öznel bir eğilim değil, nesnel bir ödevdir; evliliğin nedeni değil
müttefikidir. Deyimin modern anlamıyla aşıkane ilişkiler, antikçağda,
ancak resmi toplumun dışında (köleler tarafından)kurulurlar."
Yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı gibi antikçağın resmi toplumunda(yani özgür
yurttaşların oluşturduğu toplumda) -karı-koca arasındaki "nesnel bir
ödev" olması dışında- "aşk" olgusu genel olarak görülmemekle -ve de
ayıplanmakla- birlikte bir istisna olarak kölelerin hayatında -ve resmi
toplum dışında- gözlemlenir.
Bu dönemin
sanatına ve kültürel öğelerine baktığımızda da benzer yargılara
ulaşmamız mümkündür: Levi Strauss`un radyo konuşmalarında da belirttiği
gibi "bireysellik"ten uzak ve "mistik" olan ilkel(yahut Strauss`un
diliyle "yaban") ve köleci toplum sanatında da genel olarak "aşk
olgusu"nun izlerine rastlanmaz. Örneğin ilkel yahut köleci toplumların
tapınaklarında, heykellerinde ve resimlerinde din büyük bir etken olarak karşımıza çıkmakla birlikte, henüz "aşk" olgusuyla bağlantılı bir
nitelikte değildir. Nitekim Hilmi Yavuz`un "Avrupa`nın Zihin Târihi``nde esas işlevini "büyü" olarak nitelendirdiği ilkel sanatın -ve onunla
birlikte köleci toplum sanatının- dayandığı toplumsal koşullar da bunu
gerektirmektedir.
Aynı şekilde Heraklit,
Sokrat, Platon ve Aristo başta olmak üzere çoğu antik-çağ düşünürlerinin epistemolojik ve ontolojik meselelere ağırlık verdikleri eserlerinde
"aşk" olgusu üzerine hemen hemen söylenen pek de bir şey görülmez.
2.İlâhi Aşk Dönemi:
Bu dönem, semavî dinlerin toplum hayatında yapısal olarak büyük roller
üstlendiği ve bir anlamda tecrîdî düşünce yapısının egemen kılındığı bir bir döneme -yani Ortaçağ`a- tekâbül eder. Hristiyanlığın ve İslâmiyetin doğuşuyla toplumların tek-tanrılı bir inanca kavuştuğu bu dönemde "aşk" olgusu da genel olarak "ilâhi" çerçevede zuhûr eder ve bu şekilde
devrin sanatsal eserlerine de yansır. Söz gelimi; Cynthia Freeland`ın
"Sanat Kuramı" adlı eserinde de belirttiği gibi,13. yüzyılın ve genel
olarak ortaçağın en büyük düşünürü olan A. Thomas`ın temellerini attığı
hristiyan estetiğinin "tanrıya ulaştırma" gâyesini sanatsal eserlere
yüklemesi(bu noktada ortaçapın simge katedrali olan Chartre yahut Notre
Damme Kilisesi akla gelmelidir), o dönem toplumundaki ilâhi aşk
olgusunun "sanatsal dışavurum"unu tanıtlar bir niteliktedir.
Yine bu dönemde "aşk" olgusu toplumsal koşullar içerisinde daha çok "aşkın"
yahut "ilâhi" bir mânâ arzetse de salt seçkin sınıflar için de olsa
zaman zaman bireysel mâhiyete büründüğü de görülebilir. Özellikle
Engels`in yukarıda adı geçen yapıtında dile getirdiği gibi Antik
Yunan`dan Ortaçağ`a mirâs olan "eş-aldatma" olgusu -"aşk" olgusunun bir
tecellisi olarak- bu dönemde seçkin sınıfların hayatlarına özgü bir
durumdadır. Ancak bu durum, "siyâsi evlilik"leri yeğleyen şovalyelik
müessesesi için "illegal" olmakla birlikte genel itibâriyle ortaçağın
toplum yapısına uygun bir mâhiyette de değildir; tıpkı yaygın olamadığı
gibi...
Ünlü ABD`li antropolog Ralph Linton "İnsan Çalışması" adlı yapıtında şunları dile getirir:
"…Romantik aşk, 13. Yüzyılın sonlarında trubadurlar ortaya çıkana kadar
görülmemiştir. Bu durumda o dönemki toplumsal yapıdan kaynaklı olarak
meydana gelmiştir. Ancak şurası da var ki, söz konusu "romantik aşk"ın
evlilik kurumuna olan katkısı 19. yüzyılın başlarına kadar Avrupa`da çok azdır...(Ralph Linton, “İnsan Çalışması” s.267.)”
Linton`un da ortaya koyduğu gibi, henüz "romantik aşk"a(bireysel aşka) kapılarını sımsıkı kapatmış olan ortaçağ toplumunun söz konusu "aşk" türüne kapı
aralamaya başlaması onun modernleşmesi ile at-başı gidecektir. Nitekim
Ortaçağ`da Gottfried veya Guillaume başta olmak üzere bir çok edibin
eserlerinde -ve herşeyden evvel romanslarında- görülen "aşk" olgusunun;
şovalyeler için her ne kadar bireysel bir özellik arzetse de anagojik
okumalara açık bir yapıda ve "ilâhi" nitellikte olması da Linton`un
-yukarıda alıntılayarak belirttiğimiz- ortaçağ toplumu üzerine olan
tezini tanıtlamaktadır.
3.Bireysel Aşk Dönemi
Ortaçağ toplumunu -hemen hemen- bütün zincirlerinden koparan ve onu
özgürleştiren modernizm; her ne kadar Adorno`nun da belirttiği gibi
kendi kendisiyle çelişen bir "diyalektik" yapı arzetse de; söz konusu
toplum bireylerini "bireyselleştirdiği" gibi -doğal olarak- o toplum
bireylerinin "aşk" larını da "bireyselleştirmiştir." Nitekim bu dönemde tüm dogmalardan ve aktörel değerlerden arınan modern toplumun
bağrındaki "aşk" olgusu da söz konusu dogmalardan ve aktörel değerlerden arınmış, artık insâni bir boyut kazanmaya başlamıştır.
Başka bir şekilde söylersek, Max Weber`e göre "rasyonalleşen"; Tönnies`e göre ise "cemiyetleşen" toplum; artık kendi ayakları üzerinde durmaya
alıştığı gibi "kalb"ini de çalıştırmaya başlamıştır.
Modern dönemde artık "legal" bir toplumsal olgu hâline gelen aşk, "mal du
siécle" denilen romantik çağdan bu yana sanatsal eserlerde de yerini
almayı bilmiştir. Nitekim Baudelaire ile başlayıp Baudrillard ile son
bulan sanatsal modernizm, bireyin "iç"ini sanata malzeme ettiği sırada
"aşk"tan; yani "bireysel aşk"tan da çokça yararlanmıştır. Balzac,
Falubert gibi romancıların; yahut Delucraux, Monet gibi ressamların
yahut Schubert, Schumann gibi müzisyenlerin eserlerinde görülen "aşk" da niteliği gereği söz konusu "bireysel aşk"ın estetize edilmiş bir
biçimidir.
Ancak şurasını da belirtmekte fayda
vardır ki, modernizmin keskin "diyalektiği", aşkı özgürleştirdikten
hemen sonra onu hemen meta hâline getirip bu kez de sermayeye göbekten
bağımlı kılmasını bilmiştir. Metalaşma sürecinden nasibini alan her olgu gibi "aşk" olgusu da "kültür-endüstrisi"nin her "yeniden-üretimi" ile
dejenere bir mâhiyete kavuşmuş(!) gibidir(Burada, söz konusu alan
üzerinde kafa yormuş herkesin verebileceği "sosyetik aşklar", "mantık
evliliği" vs. gibi örneklendirmeleri açıklamaya gerek olmadığı
malûmunuzdur).
Sanatsal açıdan meseleye
bakarsak, özellikle "pop-art" denilen bir "kültürel-akım" ile tamamıyla
yavanlaşan ve değersizleştiren her olguda olduğu gibi "aşk" olgusunda da bir yıkıma doğru gidildiği su götürmez bir gerçektir. Söz konusu
"yıkım"ın da sermaye-enformasyon araçları tarafından da açık bir şekilde desteklenmesi, onun sermaye ile olan göbekten bağını -her ne kadar öyle görünmese de- açığa çıkarmaktadır.
En
kolayından "Huzur"da Mümtaz`ın Nuran`a karşı duyduğu ve bir anlamda
"şehir-psikozluğu" ile bütünleşen "aşk"ın artık "edebiyat-müzesi"ne
kaldırıldığını yahut Charlie Chaplin`in "Şehir Işıkları"nda "fedâkâr"lık olarak tecelli eden "aşk"ın kinetograf arşivlerinde çürümeye yüz
tuttuğunu söylemek bile gereksizdir.
Nitekim
İngiliz marksist eleştirmen/kuramcı Terry Eagleton`un "Postmodernizmin
Yanılsamaları" adlı eserinde de vurguladığı gibi modernizmin "içi boş
arzu kapları"na çevirdiği modern dünya insanının "aşk" algısının da aynı doğrultuda olduğunu söylemek ne kadar yanlış olabilir?
...
Yukarıda kısaca üç ayrı bölümde incelediğimiz ve sanatsal-kültürel örneksemeler açısından zenginleştirmeye gayret ettiğimiz "aşk"ın tarihine, yine yukarıda da belirttiğimiz gibi antroplojik bir perspektifle yaklaştık. "Aşk" olgusuna bu perspektiften bakmanın "garâbeti"nin herkesçe malûm olduğu tabî bir şekilde ortada olmasına rağmen "yeni bir şeyler söylemek" adına denenmesi yine de "denemeye değer"dir.
"Yukarıda da gördüğümüz gibi..."