Röportaj: Oğuz Çetinoğlu
Oğuz Çetinoğlu: Bir sohbetimizde, ‘Ben çekirdekten yetişme Öğretmenim’ diye söze başlamıştınız. Sorulara geçmeden önce bu sözünüz ile alakalı bir açıklama lütfeder misiniz?
Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay: Ben bir öğretmenim, hem de ‘çekirdekten yetişme’ bir öğretmenim. Neden böyle diyorum? Çünkü babam öğretmendi ve 30 sene köylerde çalıştı ve 5 sınıfı aynı salonda okuttu. Ben 4. sınıfa geçtiğim zaman yani 1946'da babam dedi ki: ‘Ben 4. 5. sınıflara tarih coğrafya gibi dersleri anlatırken 1.2.3. sınıfların kontrolünü sana veriyorum.’ 1946'dan 1950'ye kadar 4 sene bu görevi devam ettirdim. 1950'de ortaokula başladım. 1956’da Konya Lisesi’nin fen şubesinden mezun oldum.1961 'de İlahiyat Fakültesini bitirince Sivas Pamukpınar Öğretmen Okulu’nda öğretmenliğe başladım. 1963'de Perşembe Öğretmen Okulu’na nakledildim ve orada 4 sene çalıştım. Aynı zamanda Perşembe Ortaokulu’nda resim, beden eğitimi dâhil, muhtelif derslere girdim. Sonra Ankara İmam Hatip Lisesi’ne tâyin edildim. Askerde de ‘Er Eğitim Tümeni’nde acemi erleri eğittim.1971 de asistanlık imtihanını kazanarak İlahiyat Fakültesi’ne Felsefe Târihi asistanı olarak girdim. 1971'den 2004 yılına kadar Polis Akademisi dâhil altı üniversitede dersler verdim. Halen 29 Mayıs Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktayım. Yâni Türkiye’nin her kademedeki eğitim kurumlarında dersler verdim ve buna devam etmekteyim. Bu sebeple ‘öğretmenlik benim asıl mesleğim’ diyorum. Çünkü eğitimin içinde doğdum, içinde büyüdüm. Günün dersleri bitince babam ertesi günkü dersi hazırlarken ben de tek başıma boş sıraların arasında koşturarak vakit geçiriyordum. İnşallah son nefesimi de böyle ders veya konferans verirken teslim edeceğim.
Çetinoğlu: Allah gecinden versin. Neden böyle söylüyorsunuz?
Prof. Bolay: Çünkü Allah bana derin bir çocuk sevgisi, bir insan sevgisi, bir canlı varlık sevgisi, öğretme aşkı bir de öğrenciler dâhil herkesten bir şeyler öğrenme hevesi bahşetmiş. Yolda, belde, uçakta otobüste üç beş aylık bebeklerle bile kolayca iletişim kurarım ve onlarla anlaşabilirim. Bu sebeple yaklaşık yarım asırlık fiilî meslek hayatımın ve emeklilikten bugüne kadar 12 senelik geçen günlerimin çok verimli olduğuna inanıyorum.
Çetinoğlu: Öğretmenlik nasıl bir meslek?
Prof. Bolay: Öğretmenlik bir aşk, bir şevk, bir zevk, bir heves ve bir meşk işidir.
Çetinoğlu: Bu açıklamaya, ‘Neden’ diye başka kapı açarak sizi konuşturmak gerekirse de asıl konuyu geciktirmemek için sorayım: Millî Eğitim sistemimizin aksayan yönleri olduğu söyleniyor ve biliniyor. Aksaklıkları gidermek için işe nereden başlamayı tavsiye ediyorsunuz?
Prof. Bolay: Millî eğitimin meselelerinin çözülmesinde ben öğretmeni esas alıyorum. Dolayısıyla vasıflı öğretmen yetiştirilmesi hususunda hem ortaöğretimden hem yükseköğretimden gelen vasıflı öğretmende hangi hususiyetlerin bulunması icap ettiği noktasında bazı tekliflerim olacak.
Çetinoğlu: Gelmek istediğim nokta tam da bu idi…
Prof. Bolay: Vasıflı öğretmenin yetişmesi için onu yetiştirecek vasıflı insanlara ihtiyaç var.
Çetinoğlu: Bir çıkmaz sokağı girmeden bir kısır döngüye saplanmadan, vasıflı insanın târifini yapabilir miyiz?
Prof. Bolay: Merak etmeyiniz. Vasıflı insanın hangi özelliklere sahip olması, hangi insan özelliklerini taşıması lâzım geldiğine de işaret edeceğim. Daha sonra da millî eğitim felsefemizin batı eğitim felsefelerinden farklı olarak millî kültür ve târih esaslarına dayandırılmasına dâir bazı tavsiyelerim olacak. Bunun temelinde çeyrek asırdır üzerinde durduğum ve geliştirmeye çalıştığım “Millî Akıl” anlayışına dayanan bir temellendirmeye yer vereceğim. Yine bu çerçevede Osmanlı eğitim sisteminde mevcut olan bazı eğitim esaslarına temas edeceğim. Sonra da medeniyet meselesi ve modern insan tipi karşısında bu medeniyet tasavvurunun nasıl bir yere götüreceğine dair bazı önerilerim olacak. Daha sonra bizim yetiştireceğimiz insanın ne gibi özelliklere sahip olacağına dair birkaç teklif ileri süreceğim.
Çetinoğlu: Araya girip soru sorma hakkım mahfuz kalmak şartıyla söz sizin! Buyrunuz Hocam…
Prof. Bolay: Eğitimimiz, Batı’ya yönelmeden önce, kendine göre bir sistem içinde idi. O sistemin yetersizliği ortaya çıkınca, yönümüzü Batı’ya döndük; o zamandan beri de hep nakilde, hep taklitte kaldığımız ve hep reform krizine girdiğimiz için, bize özgü bir eğitim sistemine sâhip olamadık. Elimizdeki işletmeye çalıştığımız modelleri, kâh Fransız, kâh Alman, kâh İngiliz ve Amerikan yamasıyla yamadık; Ruslara özendik, Japonya’ya heveslendik. Devletin toptan Batılılaşma siyâseti, devletle milleti karşı karşıya getirmiş, bu da ayrı bir sosyal kimlik bunalımını ortaya çıkarmıştır. Böylece bizi bin senedir bir arada yaşatan inanç birliği, gelenekler, örf ve adetler ve manevî değerlerimiz, değersizleşerek eski işlevlerini yerine getiremez olmuştur. Her ülkenin târihî, coğrafî ve kültürel şartlarına göre kendilerine özgü felsefî ve dolayısıyla eğitim sistemleri anlayışları var: Genel olarak Fransız felsefesi rasyonalist, Alman felsefesi idealist, İngiliz felsefesi deneyci, Amerikan felsefesi faydacı karakterli olarak…
Çetinoğlu: Biz, millet olarak; kültür ve medeniyet değiştirerek Batılı mı olacağız, yoksa kendi kültürüne, kendi târihine ve değerlerine sâhip çıkarak ve kendisi kalarak, kim olduğunu ve neden burada olması gerektiğini bilerek mi gelişip ilerleyecceğiz?
Prof. Bolay: Tam mânâsıyla Batı’ya yönelenlere bir bakın; yüz yıla yakındır ne yapmışlar? Bir de kendileri kalarak, binlerce şekilden oluşan yazılarını terk etmeyerek çağdaşlaşan Japonya’ya, Çin’e ve yazısını değiştirmemiş Yunanistan’a, İsrail’e ve Rusya’ya bakın. Bu milletler gibi bizim de sâbit ayaklarımız binlerce yıllık târih, kültür ve medeniyetlerimizde, hareketli ayaklarımız ise bütün dünyada bütün kâinatta olmalıdır.
Bizim bir arada kaynaşmamızı temin eden değerlerimize meşrutiyetten sonra yavaş yavaş sırt çevirmeye ve onları kötülemeye başladık. Hatta Osmanlıyı toptan mahkûm ettik, şimdi de öyle devam ediyor. Osmanlı ile ilgili yazılan bazı eserlere bakarsanız; Osmanlı medeniyeti bizim değildir, Osmanlı halkı Türk değildir, Osmanlı âlimleri ve paşaları câhildi, Osmanlı musikisi bizim değil, Bizans’ındı. Osmanlı yüksek sanatkâr yetiştirememiştir.
Çetinoğlu: Yeri göğü dolduracak kadar şişirilmiş iftiralar…
Prof. Bolay: Bu inkâr anlayışı Cumhuriyet anlayışının temeline de intikal etti. O zaman Cumhuriyetin idâresinde çeşitli mevkilerde söz alan siyasîler ve bir kısım yazar-çizer takımıyla üniversite öğretim elemanları bu inkârcı iddialara sarıldılar. Bu bizi Batı’ya kökten bağlanmaya sevk etti. Eğer kökten bağlanmazsak bizim bir yere varamayacağımız, adam olamayacağımız düşüncesi zihinlere yerleşti. Bu arada günümüzde bile bu yıkıcı tutum devam etmektedir.
Çetinoğlu: ‘Biz adam olmayız.’ Safsatası mı?
Prof. Bolay: Bu gibi sloganlarla hâlâ aşağılık duygusu aşılanmaktadır. Hatta bazı düşünürlere göre Türklerin hiç bir zaman yüksek felsefe yapamadığını iddia etmektedirler. Bence bu iddialar tamamen yanlıştır.
Son yüz elli yıldır devletimiz, darbelere, ihtilallere, ıslahat, çağdaşlaşma ve modernleşme gayretlerine rağmen, kendimize uygun teorik çerçevesi açık bir şekilde belirlenmiş bir toplum modelini tespit etmiş sayılmaz. Nasıl bir toplum, nasıl bir insan tipi yetiştirileceği belli olmadığından taklitlerle, nakillerle, özentilerle nerdeyse bir asrı doldurmuş durumdayız. Sık sık model ve eğitim sistemi değiştirildiği için bu istikrarlık eğitimin işlevini yeterince yerine getiremez duruma düşmüştür.
Çetinoğlu: Müsaade ederseniz asıl sorumu sorayım: Nasıl bir eğitim sistemi? Veya; eğitimin maksadı ne olmalıdır?
Prof. Bolay: Eğitimin amacı, ferdi tabiatının üstüne çıkararak manevî dünyasını ve kabiliyetlerini geliştirmek, ona değerlerimizi kazandırarak toplumlaştırmak, ferde şahsiyet ve kimlik kazandırmaktır. Buna göre insan olarak şahsın kimliği belirsiz ve değişken olunca topluma ait kimliğin teşekkülü, toplu ilişkilerinin sıhhatli bir şekilde gelişmesi de istenen seviyeye gelememektedir.
Çetinoğlu: Neden?
Prof. Bolay: Çünkü amaçların ve hedeflerin sık sık değişmesi neticesinde sıhhatli bir toplumun oluşması da gecikmekte, toplum devamlı surette inançlarla, ideolojilerle ve kimlik arayışlarının artmasıyla bölünme noktasına gelmektedir.
Çetinoğlu: Bizim için devamlı nakilcilik yapmak, taklit etmek mukadderat mıdır? Bunun değişmesi mümkün değil midir? Mümkünse nasıl olacaktır? Bizim Matûrîdimiz varken Eş’ariyye yönelmek çok mânâsız…
Prof. Bolay: Türk devletlerinin ve milletinin hayatına göz attığımızda aklın ön plânda tutulduğunu görürüz. Buna vâkıayı/ameliyeyi yani uygulamaya ve gerçeklerle yaşamayı da eklemeliyiz. Türk milletinin birlik içinde tutan unsurları imanı, buna dayanan ahlakı, mefkûreleri, gelenekleri, vatanı ve bayrak sevgisidir. Milletimiz, doğrudan doğruya devlet, hürriyet ve eğitim teorileriyle uğraşmamıştır. Kendi inancına, değerlerine ve dünya görüşüne göre devletini kurmuş, yenilemiş, ona uygun olarak eğitimini de yürütmüştür. Batı’daki gelişmelerin aksine bizde hürriyet değil, adâlet daima ön plana çıkmıştır. Zira idâre her grubun hakkını ve emniyetini baştan tanımıştır. Çünkü fert ve toplum olarak hürriyeti kralın değil, Yaratıcının lütfu olarak doğuştan kazanmıştır ve öyle inanmıştır. Nitekim Namık Kemal (d. 1840-ö. 1888) başta olmak üzere bir kısım Tanzimat münevveri, hürriyetin padişahın değil ama Allah’ın bir lütfu ve bağışı olduğunu söylüyorlardı. Adalet hem Allah’ın ismi ve emri olduğu hem de sosyal hayatta fertler arası hakların yerini bulması yönünde bir uygulama olduğu için mukaddes bir değer olarak algılanmış ve en önemli değer kabul edilmiştir.
Her insan, her millet, her sistem aklı kullanmaktadır. Buna rağmen fertler, gruplar, toplumlar ve milletlerarasında büyük farklılıklar ortaya çıkmaktadır. Türk milleti de nevi şahsına münhasır bir millettir; onun da birçok farklılıklar göstermesi tabiidir.
Çetinoğlu: Bu farklılıklar nereden gelmektedir?
Prof. Bolay: Herhalde aklı doğru kullanmaktan veya yanlış kullanmaktan yahut aklı hiç kullanamamaktan ileri gelmektedir. Her milletin, her sistemin aklı kullandığını biliyoruz. Buna rağmen milletler, gruplar, toplumlar arasında büyük, farklılıklar her zaman ortaya çıkmıştır.
Çetinoğlu: Eğitimimizin meselelerine bakarsak efendim…
Prof. Bolay: Bizim eğitimimiz, geçen asrın sonlarından beri pozitivist, materyalist anlayışların tesiriyle metafizik fobisine girmiş; dolayısıyla normları ve normatif olan esasların öğretimi ve eğitimi yerine sadece gözlemlenebilir, olgu ile alakalı nesnelerin öğretimine dönmüştür.
Çetinoğlu: Yani?
Prof. Bolay: Çoğu zaman tek yanlı, tek kanatlı bir eğitim; insanın manevî yönünü ihmal ve inkâr eden bir eğitim anlayışına bel bağlanılmıştır. Pozitif felsefe, dinlerin ortadan kalkacağını iddia eder. Bu dönemde metafizik karşıtlığı o kadar ileri gitti ki bizzatAuguste Comte (d.1798-ö.1857) hücre keşfedildiği halde hücrenin varlığını kabul edemeden bu dünyadan göçüp gitti. Comte müspet bilim sâhibi bir insandır fakat metafizik olur diye gözle görülmeyen şeyleri kabul edemiyor. Alman fizikçi ve tanınmış filozof Ernst Mach (d.1838-ö.1916) da aynı gerekçe ile atomun varlığını kabul edemeden öldü. Bu pozitivist anlayış, Meşrutiyet döneminde bazı düşünürlerimizce benimsenerek dinlerin ve özellikle İslâm’ın ortadan kalkacağına inandılar. Bilimsel kılıflı din düşmanlıkları yapıldı.
Çetinoğlu: Hâlâ böyle düşünenler var…
Prof. Bolay: Günümüzde de bu fikrin kalıntılarına rastlanmaktadır. ‘Dinler ortadan kalkacaktı. Hâlâ niye dinden bahsediliyor?’ diye sızlanan okur-yazar takımından hâlâ hayıflananlar az değildir. Dolayısıyla bu gibi akımlar ve görüşler, Türkiye'de eğitimin tek kanatlı olmasına ve sâdece varlığın görünen yüzüne bağlanılmasına yol açtı. Yani insanı eğitirken manevî dünyası, manevî cephesi, zihni, ruhu ve kalbi yok sayıldı veya göz ardı edildi.
Biyolojik olarak ne varsa orda onların üzerinde durup onların geliştirilmesi eğitimdir, zannına kapıldık. Dolayısıyla uzun vadeli 30, 40 sene içerisinde programlar yapmak, geleceği öngörmek şeklinde sistemler de geliştirilemedi. 1968 de Fransa’da başlayan ve dünyayı saran bir maddeci hareket vardır. Sokaklar işgal edildi. Fransa'da o zamanki Fransız hükümeti iki binli yıllarda otomasyonun geliştirilmesi ve yirmi milyonun kişinin istihdamının temin edilmesi vazifesini, yaklaşık 40 sene önce üniversiteye görev olarak yüklüyor. Biz bundan 20 sene 30 sene sonrasını hesap edemiyoruz. İngilizler, bundan çeyrek asır evvel Hilafet kongresi topladı.
Çetinoğlu: Niye hilafet? İngilizlerin hilafetle ne alakası var ki?
Prof. Bolay: Bu soruyu İngilizlere de sormuşlar…
Çetinoğlu: Ne cevap almışlar?
Prof. Bolay: Demişler ki 50 sene sonra İslam dünyasına Hilafet gelirse biz ne yapacağımızı bilelim diye toplandık. Onlar, geleceklerini böyle tasarlıyorlar. Biz de gelecekte bunlar hâkim olur zannıyla onların sistemlerine ‘hak bayram’ diye sarılıyoruz.
Okullarımızın müfredat programları yenilenme çalışmaları genelde tamamen Batı kaynaklı olduğu için Batı’da bilgiler tarafsız çağdaş bize sunulması ve onların tercüme edilip ezberletilmesi ‘siyantist’* anlayışın bir çeşit uygulaması olmuştur. Meselâ Ernest Renan’ın (d. 1823-ö. 1892) Bilimin Geleceği adıyla dilimize çevrilen kitabında ‘Bir gün gelecek herkes bilecek kimse inanmayacak.’ ‘Geleceğin amentüsünü ilim yazacak.’ deniliyor. Bilimin böyle bir özelliği yok. İlmin getirdiği bilgilerin de mutlaklığı, değişmezliği yoktur. O bilgi her an değişir. Dolayısıyla bunlara mutlak gözüyle bakıp bilimi kutsayıp bizi bilime tapınır hâle getirmeye çalışılmıştır. Artık Batılı bilim anlayışı ağır bir şekilde kendi bilimcileri tarafından tenkit ediliyor. Prof. Dr. Korkut Tuna’nın (1993) Batılı Bilginin Eleştirisi Üzerine adlı kitabı Batı’daki gelişmelerden esinlenerek yazılmıştır. Tuna, bu çalışmasında batılı bilginin etraflı bir eleştirisini yapmaktadır.
Çetinoğlu: Eğitim problemimizi ana hatlarıyla ifade emek gerekirse, neler söylenebilir? Prof. Bolay: Şunlar söylenebilir:
*Kendimize özgü bir insan şahsiyetinin ve ona uygun bir eğitim sisteminin geliştirilememesi,
*Uzun vadeli mesela 40-50 yıllık veya daha uzun süreli programlar yapılamaması,
*Müfredat programları, eğitimde yenilenme çalışmalarının tamamen Batı kaynaklı olması,
*Eğitimci ve politika yapıcıların hangi yabancı ülkeye gittilerse oranın eğitim anlayışını ülkemizde yerleştirmeye çalışması,
*Batı ülkelerinde geliştirilen eğitim sistemleri, kendi kültür ortamlarına dayanan ve buna uygun kendi medeniyet tasavvurundan kaynaklandığı halde biz de Batı medeniyetine mutlak surette bağlanmayı hedefe alarak eğitim sistemleri geliştirilmeye çalışılması dolayısıyla çağdaş denilen eğitim sisteminin toplumu aslına uygun tarzda yönlendirme, ferdî hayatların düzene konulması, kendi inançlarımızdan kaynaklanan ahlakî bir yaşayışın yerleştirilmesi gibi konularda başarılı olamaması,
*Yunan ve Latin klasiklerine dayanan bir kültür ve bilgi yığınıyla beslenen hümanist nesiller yetiştirilmeye yönelinmesi,
*Okulun ailenin ve hayatın birbirinden ayrı olarak düşünülmesi ve eğitimin bütünlüğünün bozulması,
*Eğitimde ve okulda ahlakî eğitime ve sorumluluk duygusunun yerleşmesine yeterince önem verilmemesi,
*Okullarda ana dilin iyi öğretilememesi (Ana dil, ilkokul, ortaokul ve lisede öğretilir, üniversitelerde öğretilmez, öğretilemez),
*İnsanımıza istikrarlı bir şahsiyet ve bilgi birikimi kazandırılmaması,
*Cumhuriyet öncesi kültür ve eğitim hayatının toptan ve devamlı kötülenmesi,
*Millî hayata bağlı eğitim sistemine uygun vasıflı öğretmen yetiştirilememesi.
Çetinoğlu: Anlaşılıyor ki mesele; önce öğretmende düğümlenmektedir. Prof. Bolay: Öğretmen de tek başına meseleyi halletmeye yetmez. Onu yetiştirecek üniversitelerin de yüksek vasıfta öğretime ve ilim zihniyetini benimsemiş, millî kültür hazineleriyle bezenmiş öğretim üyelerine sâhip olması lâzım. Bu da yetmez. Üniversiteler, millî kültür hazinelerini de iyi araştırıp başta öğretmenler olmak üzere yetiştiği insanlara o hazineleri kazandırması gerekir.
2. BÖLÜM
Oğuz Çetinoğlu: Nasıl bir öğretmene ihtiyacımız var?
Prof. Süleyman Hayri Bolay: Mehmed Âkif Ersoy (d. 1873-ö. 1936) üstün vasıflı öğretmeni şöyle vasfediyor:
Muallimim diyen olmak gerektir imanlı,
Edepli, sonra liyakatli, sonra vicdanlı.
Öğretmenin vasıflı ve iyi yetiştirilmesine çok itina gösterilmesi lâzımdır. Ona gereken değer verilmedikçe eğitimin problemlerinin halledilmesi muhaldir. Bugün test imtihanlarının fırlatıp eğitim fakültelerine veya üniversitelere attığı gençlerin ne kadarı baştan beri öğretmen olmayı tasarlıyordu? Her eğitim fakültesini veya herhangi bir fakülteyi bitiren kimse öğretmen olabilir mi? Öğretmenlik kolayca yapılabilecek bir meslek gibi görülmeye başlandı. Bir kimsenin öğretmenliğe özel bir kabiliyeti, hevesi, temayülü, arzusu, tasavvuru yoksa o kişiden verimli öğretmenlik beklemek boşunadır. Öğretmen yapılacak kimselerin bu özelliklerine dikkat etmek gerekir. Kişilerin olduğu kadar toplumların da geleceğini tâyin eden, ona anlam katan ve kimliğini kazandıracak olan öğretmen adaylarının çok iyi seçilip çok iyi yetiştirilmesi icap eder.
Çetinoğlu: ‘Bilgiden önce öğretmenlik vasfı aranmalı’ diyorsunuz… O vasıflar hakkında konuşabilir miyiz?
Prof. Bolay: Öğretmen samimî olacak, öğrencileri kendi çocukları veya kardeşleri gibi görecek, öğrencileri ve eğitim için fedakârlıktan çekinmeyecek. Öğrencilere, öğretmenlere ve herkese bilgisiyle, tevazuuyla, hatt-ı harekâtıyla, sabırlı, vicdanlı davranışıyla, liyakatiyle, nezaketiyle, saygısıyla, tahammülüyle, hoşgörülü tutumuyla, felsefî ve ilmî tavırlarıyla örnek olacak. Öğrencileri küçük veya hor görmeyecek, onlar arasında her hangi şekilde ayırım yapmayacak. Öğretmen sahasında bilgili, birikimli olacak, diğer sahalara dair yeterince kültüre sahip olacak. Kültürsüz öğretmen öğrencilerine bazı bilgileri aktarmaktan başka bir şey yapamaz. Okulun bulunduğu yerde öğrenciler için kültürel bir muhit olması lazım ki o muhitten derslerin dışında faydalanabilsinler.Öğretmen kitap okumalı ve okumayı sevdirmelidir.
Bu bağlamda benim şahsî tecrübelerime dayanarak şunu da söylemek isterim: Çünkü benim okul öncesi için yaşanmış tecrübelerim var. Çünkü 4 çocuğumuzu, 6 torunumuzu yetiştirdim. Kardeşlerimin 20 den fazla çocuklarının doğdukları günden itibaren yetişmelerinde büyük payım oldu. Diyebilirim ki hepsi omuzumda ve sırtımda büyüdüler. Onlarla her çeşit oyunu oynadım. Sevgiyi verince onlara her şeyi kazandırabilirsiniz.
Öğretmen, her şeyden evvel çok samîmi olacak. Öğrencileri kendi çocukları ve kardeşleri gibi görecek. Öğrenciler için fedakârlıktan çekinmeyecek. Sevgisini sergileyemeyen öğretmen hiçbir şey elde edemez. Sevgisini bilgiyle süsleyecek, çok okuyacak ki okuma zevkini aşılayabilsin.
Öğrenciye öğrenme ve araştırma azmini ve iradesini kazandıracak olan öğretmendir. Kendisinde bu azim ve irade gelişmemiş olan öğretmen belli bilgileri aktarmaktan başka bir şey yapamaz.
Çetinoğlu: Örnek verebilir misiniz?
Prof Bolay: Vereyim. İbn-i Sina (d. 980-ö. 1037) gençliğinde her şeyi yapmış, ama geometriyi bir türlü öğrenememiş. ‘Ben bunu yapamam’ diye bir ilim merkezine giden bir kervana katılmış. Bağdat'a doğru gidiyor. Bir kuyu başında kervanbaşı mola vermiş, kuyudan su çekme vazifesini de en genç olan İbn-i Sina’ya vermiş. İbn-i Sina kovayı kuyudan çekerken kuyunun başındaki taşı ipin oyduğunu görmüş. Demiş ki şu mermeri bu ip oyar da ben niye geometri yapamayayım? Kovayı ve kervanı bırakmış memleketine dönmüş. İşte ilim böyle bir şey. Bir başka örnek ise şudur: Meşhur âlim, mütefekkir ve şeyhülislâm İbni Kemal (d. 1468-ö. 1536) medrese tahsilini en parlak şekilde bitiriyor, orduya katılıyor. Orduyla Arnavutluk seferine çıkıyor. Seferden dönüşte sadrazam Sofya’da çadırını kurduruyor. Rütbesine göre herkes çadırdaki yerini alıyor. Sadrazamın hemen yanında da meşhur akıncı beyi, Evrenosoğlu Ali bey yer alıyor. İbn-i Kemal’de girişte kapıya yakın bir yerde oturuyor. Derken bir kişi destursuz en başa sadrazamın hemen yanına, akıncı beyinden de öne oturuyor. Bu işe şaşıran İbn-i Kemal bu adamın kim olduğunu soruyor: Cevap: Bu meşhur âlim Molla Lütfi’dir.
Kafası dank ediyor. Hemen dışarıya çıkıp askerlikten istifa ediyor. ‘Askerlikte ben yükselsem bir Ali Bey kadar olamam. Ama ilimde ilerlersem bir Molla Lütfi olabilirim, Evrenos oğlu Ali Beyi de geçerim.’ deyip Edirne’ye gidiyor ve medreseyi bitirmiş olduğu halde tekrardan Molla Lütfi’nin medresesine yazılıyor orayı parlak bir şekilde bitiriyor. Ondan sonra işte yüksek mertebelere geliyor, Şeyhülislam ve büyük bir ilim adamı oluyor. İşte ilim adamı olmak böyle heves, irade ve bitmez tükenmez gayret ister.
Öğretmenlerimizin ilmi sevdirmeleri için önce kendileri ilmi sevmeleri ve sonra öğrencilere sevdirmeleri lâzımdır. Bunun için önce kendisinin okuması, bilmesi, öğrenmesi ve gelişmeleri takip ederek kendini hayat boyu yetiştirmesi gerekir.
Ben 1950 de Konya’ya geldiğimde büyük amcamın evine gittim. O’nun evden ayrı, ‘hariciye’ denilen müstakil bir odası vardı. Orada isteyenlere dersler verirdi. O büyük odaya girdim. Kütüphanenin üstünde sim ile işlenmiş bir levha gözüme çarptı. Eski harfli olan ve güzel bir hat ile yazılan bu levhadaki beyti okudum ve ezberledim. Altmışaltı senedir bu beyti derslerde ve konferanslarda kullanırım. Beyit şöyledir:
Âlimin her bir kelamı lâ’l ü mercan incidir,
Câhilin her bir kelamı günde bin can incitir.
Bu beyit benim ilim hayatına yönelmeme tesir eden âmillerden biridir. Bu bakımdan ilim hayatını benimseyenler veya sevenler ancak gençleri ona tevcih edebilirler.
Fert, Mehmet Kaplan’ın (d. 1915-ö. 1986) dediği gibi, Allah’ın yarattığı düz insandır, onun toplumla kaynaşması örnek insan tipini meydana getirir. Bu ikisinin birleşmesi şahsiyettir. Yunus Emre’nin ve Şeyh Eşref’in tâbiriyle Er kişidir yahut melektir. Başta öğretmen olmak üzere onların yetiştirdiği kişiler de şahsiyet özelliklerine sâhip olmalıdır.
Çetinoğlu: Osmanlı Cihan Devleti dönemindeki eğitimden da konuşalım mı?
Prof. Bolay: İlim ve eğitim hayatının yeniden tanzim edilmesi hususunda Sultan Abdülmecid Han’ın 1837 de babası tarafından kurulan Meclis-i Vâlâ’yı** ziyaretinde okunan ‘hatt-ı şerîf”inde*** tanzim işini iki ana esasa bağladığı bilinmektedir: Birincisi, eğitimde “levâzım-i insaniye” esası: Yani her hangi bir kişinin önce gerekli dinî inanç esaslarını öğrenmesi, daha sonra başkalarına muhtaç olmayacak kadar “tahsil-i kabiliyet” eylemesidir. İkincisi, eğitimde “icab-ı akl ve’l-hikmet” esası: Bundan maksat, bir kişinin ilim ve fen/sanat tahsil etmesi, âdâb/terbiye ve edeb kazanması, elinden geldiğince bilgi edinmesidir ki, bu da aklın ve hikmetin icabıdır. Sultan Abdülmecid’in işaret ettiği hususlar, yeni eğitim sisteminin ana hatlarını da ortaya koymaktadır.
Çetinoğlu: O dönemde ‘icâzetnâme sistemi’ vardı. Nasıl bir şeydi?
Prof. Bolay: 1901 yılında, Ordu’nun Aybastı ilçesinden Mehmet oğlu Mustafa Asım Efendinin, Arapkirli Hüseyin Avni Efendi hocadan aldığı icazetnamede belirtilen ilkelere bir göz atalım. Bu ilkeler Osmanlının yetiştirdiği insan modelini gösterdiği gibi bize bugün de ışık tutacak mâhiyettedir. Yalnız şunu da belirtmeden geçmeyelim: İcazetnâme bir âlim tarafından verilir ve o icazetnâmede Hz. Peygambere kadar o hocanın ilim tahsil ettiği âlimler silsilesi yazılıdır. Bu demektir ki o hocanın bilgileri güvenilir âlimlerden edinilerek sağlam kaynaklar olarak sonuncuya kadar ulaşmıştır. İcazetnâme sisteminde bugünkü müesseseler ve idarecileri tarafından verilen diplomaların aksine bilgiyi kontrol etmek imkânı da mevcuttur.
Çetinoğlu: Tatbik edilen kıstaslar nelerdi?
Prof. Bolay: İlk ilke: Örnek insan, önceki ileri gelen ilim adamlarının yolundan gitmelidir. Burada kültürel süreklilik ve geleneğin devamı söz konusudur.
İkinci ilke: Örnek insan, gizli açık her yerde Tanrı'dan sakınmalı, takva sahibi olmalı, kötülüklerden kaçınmalı ve her eylemindeki niyetinin Tanrı'nın murakabesi altında olduğunu bilmelidir.
Üçüncü ilke: Aklın ve kalbin hâtıralarını koru. Dünyada başarılarınla yetin, kaybettiklerine üzülme ve unut. Tavsiyesinden ibarettir Bu ilkeyle herhâlde geçmiş ile gelecek arasında bağ kurulması, böylece tarih bilincine sahip olunması, hayata müspet ve iyimser bakarak ve sıkıntıdan kurtularak ruh sağlığının korunması isteniyor.
Dördüncü ilke: Örnek insan, güzel ahlâklı, cömert olmalı ve insanlarla en iyi ilişkiler içinde bulunmalıdır. İyi işlerin kaynağı, temiz kalpli ve çok çalışkan, kemal sahibi ve olgun olmalı, gözü başkalarının işlerinde kalmamalı, gevezelik etmemeli, sözünün sınırlarını ve meramının kurgusunu iyi belirlemelidir. Bunlar, sahibini dünyada ve ahirette yücelten değerli erdemlerdir.
Beşinci ilke: Örnek insanın en önemli işlevi, bilgi neşri olmalıdır. İcazete göre, bilgi neşri sürekli ve etkileşimli bir ibadettir. Buna toplumla etkileşimli 'sürekli eğitim' diyebiliriz. Örnek insan yahut bilgin, toplumun içinde olacak, onu anlayacak ve aydınlatacaktır. Bu konuda üstad talebesine şöyle diyor: Nefsini kardeşlerinin öğrenimine ada ki, akranların arasında müstesna bir yerin olsun.Erdemli insanların arkadaşı olmaya çalış ki, karar günü şanın yücelsin.
Altıncı ilke: Örnek insan faaliyetlerinde önceliği inceleme ve öğrenime, onun da en önemlisine vermelidir. Araştırmada ilk gözlemle yetinmemeli; ilk yorumlarla sınırlı kalmamalı; meseleyi anlamak için derinliğine tahlil etmeli ve üzerinde düşünmelidir. Yöntem açısından icazetteki şu paragraf oldukça dikkat çekicidir: İlimlerde sınırlar ve usuller hakkında şüphe, maksatların yani hedeflerinşartlarına bağlıdır. Sözde-tasarılarla ve doğru sanılanlarla tatmin olma ki, bilinmeyenler bilinir hâle gelsin. Araştırmalarla ve incelemelerle meşgul ol ve yasaklananlardan ve şüphelerden kaçın. Bu çağda, araştırma ve inceleme belli yollardır; yasak ve şüphe ise kuruntuların ürünüdür.
Yedinci ilke: Örnek insan, birçok konuda gözünün açılması için biyografi okumalı, nihaî hedef olan Kur'an'ı anlayıp yorumlayabilmesi için de âlet ilimleriyle yani dil ve yöntem bilimleriyle yakinen ilgilenmelidir. Taklit çukurundan kurtulmak için Tevhidin hedeflerinitahkik etmeli, yani derinliğine inceleyerek doğrulamalıdır.
Sekizinci ilke: Örnek insan, her gün gereği gibi iş işlemelidir. Hayatın idamesi için çalışmalıdır. Bu tespitlerden sonra insanların her zaman Allah'ı zikretmeleri gerektiği hatırlatılmakta ve Allah'ı unutma ki unutulmayasın uyarısı yapılmaktadır
Dokuzuncu ilke: Örnek insan, belki, muhtemeldir ki gibi sözlerle oyalanmamalı, vakit gibi keskin yani kararlı olmalıdır. Çünkü kararsızlık en tehlikeli hastalıktır.
Onuncu ilke: Örnek insan, halkla güzel ilişkiler içinde olmalı; bu ilişkiler, rahmete, yumuşak huyluluğa, sevgiyle yardımlaşmaya ve iyi geçinmeye dayanmalıdır. Gücü nispetinde insanların ihtiyaçlarını gidermeli ve onlara tatlılık ile öfkelenmeksizin ihsandabulunmalıdır.
On birinci ilke: Örnek insan işleri hakkında karar verirken akıllı kişilerin görüşlerine başvurmalı; nasihat edenleri dinlemeli, sürekli doğru yolu aramalı ve yardım istemekten çekinmemelidir.
On ikinci ilke: Örnek insan, insanlarla düşmanlık içine girmemeli ve ömrünü kavga ve gürültü içinde geçirmekten olabildiğince sakınmalıdır. Tanrı'yı ve ölüm'ü sürekli hatırlamalı, ancak başkasına yaptığı iyiliği ve kendisine yapılan kötülüğü unutmalıdır. Bir Hadis'te erdemlerin en iyisi olarak tanımlandığı üzere, kendisine gelmeyene gitmeli, kendisine vermeyene vermeli ve kendisine kötülük edene iyilik etmelidir.
Bu insan tipi, geçen asrın başında Osmanlı medresesinde nasıl bir insan yetiştirilmek istendiğini ve hayatı boyunca ondan ne beklendiğini açıkça göstermektedir.
Çetinoğlu: İcazet sâhipleri bu tavsiyelere uymuşlar mıdır?
Prof. Bolay: Uyduklarını, zaman onların hayatlarıyla ortaya koymuştur. Bizde var mı böyle ilimle ve diğer değerlerle mücehhez bir insan modeli ve insan tasavvuru? Bir de şunu ilave edelim. Osmanlı öğretim sisteminde öğrenci hocayı seçebiliyordu. İcazetini o hocadan alıyordu. Hoca icazetnamede kendisinin ilmi kimlerden öğrendiğini, peygamber devrine kadar silsile halinde belirtmek mecburiyetindedir. Yetiştirdiği talebenin bütün sorumluluğu kendi üzerindedir. Öğrenci iyi yetişmemişse o hoca sorumludur. Şimdi kurumların verdiği diplomalarda olsa olsa kurumlar sorumlu olabilir.
Çetinoğlu: Çok teşekkür ederim.
*siyantist: İlimci, ilimle uğraşan insan, ilim adamı
**Meclis-i vâlâ: Islahat hareketlerinin gerektirdiği yeni nizamnameleri hazırlamak, memurların muhakemesiyle meşgul olmak, lüzum görülen devlet işlerinde oy vermek üzere 1837 yılında kurulan meclisin adıdır. Bir müddet sonra bu meclis ‘Divan-ı Ahkam-ı Adliye’ ve ‘Şura-yı Devlet’ olmak üzere iki kısma ayrılmıştır.
***Hat-ı şerif: Pâdişahın imzasını taşıyan yazı.
SÜLEYMAN HAYRİ BOLAY 1937 yılında, o dönemde Konya’nın, günümüzde ise Karaman’ın ilçesi olan Ermenek’te doğdu. İlkokulu Konya’nın Taşkent ilçesine bağlı Bolay kasabasında, ortaokulu ve liseyi Konya’da, üniversiteyi Ankara’da okudu. Türkiye’de felsefe ilminin gelişimine önemli katkılar sağlamış isimlerden birisidir. Bugüne kadar çok sayıda eser sunan ve eserleri ile önemli çalışmalara imza atan Süleyman Hayri Bolay, dini konulara da farklı bir yaklaşım açısı ile bakmıştır. Başta İslam Felsefesi olmak üzere Batı Felsefesi, Osmanlı Düşünce Hayatı gibi konular üzerinde önemli eserler yazdı. 1961 – 1969 yılları arasında öğretmenlik yaptı. Askerlik vazifesini ifa ettikten sonra 1971’de Ankara Üniversitesi Felsefe Târihi bölümünde asistan oldu. 1975’te doktor, 1980’de doçent unvanlarını aldı. Sorbon Üniversitesi’nde araştırma yaptı. 1982 yılında Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, 1984 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekan yardımcılığına tâyin edildi. 1987’de Hacettepe Üniversitesi’nde Felsefe Târihi profesörlüğünü getirildi. 1996 yılında Gazi Üniversitesi’nde bölüm başkanlığı yaptı. Felsefeye Giriş, Türkiye’de Ruhçu ve Maddeci Görüşün Mücâdelesi, Felsefe Dünyasında Gezintiler, Felsefî Doktrinler Sözlüğü, Kur’an’da İman ve Siyasi, Ekonomik ve Kültürel Boyutlarıyla Küreselleşme, Tanzimat’tan Günümüze Türk Düşünürleri isimli eserleri yayımlandı. |