"Azat buzat, beni cennet kapısında gözet.!’
Uzunca vakit oldu yazmayalı bilirim.. Yazacak bir şey olmadığından değil, yazacak ruhi derman olmadığındandır, bilin. Fakat anlıyorum, dahası yüreğime vuruyorum..’yazmaktı, dil döndükçe anlatmaktı seni az da olsa alıp götüren’ diye sitemleniyorum. Son yazıma bakıyorum da şimdi bir seneye yakın olmuş. Kışmış.. Soğukmuş.. Şimdi yine kış, soğuk ve ‘hayde bre yaz artık!’ diyiverdi içimdeki ses. Yaz da dön eski kendine.. O an elimde olan kitaba baktım, sayfaları az, bitti bitecek. Bu olacak dedim dönüşüm, bu kitap değer dedim, daha bir hevesle bitirdim.. Umarım hoş geldim..
Bu yıl dönerken zorunlu şehre, kendime bir iyilik yaptım; yirmiden fazla kitap aldım. En güzeli de seçtiğim kitapların tümü okumayı merak ve özlemle beklediklerimden olmasıydı.. Yaşar Kemal, Tezer Özlü, Nilgün Marmara, Hakan Günday, Radi Fiş, Ece Temelkuran, Oğuz Atay, Sabahattin Ali, Yusuf Atılgan…. ve dahası. Ağzınızın suyu aktı biliyorum, haklısınız da. İşte başında da söylediğim gibi huzur veren ve aynı zamanda da rahatsız eden bu arkadaşlardan biriyle geliyorum size. Büyük üstat Yaşar Kemal ile. Kendisi ile lisede çok sevgili edebiyat öğretmenimiz Duygu Hanım sayesinde tanıştım. Hem de dört ciltlik İnce Memed ile. İlk başta nasıl okunur dediğim ciltler su gibi akmıştı gözümden yüreğime, sevmiştim. Şimdi ise çok daha farklı, Yaşar Kemal’in alışılmışın dışında bir hikâyesi vardı karşımda; gerçek anlamda hikâye denecek kadar kısa bir roman. Güneydoğu’dan değil mesela hikaye, bu sefer İstanbul’un şimdilerde kalabalık olan Florya’sından. Kişiler köylü değil fakat hepsi bir yerlerden göçmüş şehirli. Yani olay örgüsü, konusu, dili, seçilen semtler…. diğer romanlardan farklı. Kötü mü olmuş? Bilakis Yaşar Kemal’e yakışacak kadar güzel ve içten olmuş.
‘Bunlar şu yeni cami önündeki kurtarılmayı, kurtulup da şu kirlenmiş boğazın üstüne doğru uçmayı bekleyen küçücük, parlak, kafeslerin içinde çırpınan kuşçukları mı görecekler? Binmişler birbirlerinin sırtına, birbirlerinin karanlıklarına gidiyorlar kıyamete.’
Kitap yalnızca 79 sayfa. Bir gecede okuyup bir oh çekebilirsiniz. Kurgu o kadar güzel ki, ‘keşke bir film olsa bu hikayeden’ dedim okurken, şiir gibi aktı, gitti. Betimlemeler ve usta karakter yansıtmaları canlandırdı gözümde sahneleri bir bir.. Semih’i, Süleyman’ı, Turgut’u ve diğerlerini görsem tanır gibiyim.. Hikâye o kadar içten ki ve o kadar bizden, bizim toplumumuzdan, bizim kötülüklerimizden, iyiliğimizden, bencilliğimizden, açlığımızdan, tokluğumuzdan, ölüm korkumuzdan, yaşama sevincimizden, acımasızlığımızdan, bizim yozlaşmamızdan, kinimizden, kimsesizliğimizden, bizim evet bizim çaresizliğimizden(!) sonunda yüreği kabartmamak, bir elini yumruk yapıp çeneye koymamak, düşünmemek işten değil.
Kazanmak ekmek parasını, kazanmak azat ettiğin kuşlardan ama önce kafeslere tıka basa doluşturduğun kuşlardan. Satamadığın, artık eskisi gibi azat edilmeyen kuşlarda bulmak omzundaki yükün suçunu. Ve inadına zorlamak hayatı. İnsanlar artık kötü, insanlar artık bencil… kimse cennet kapısını aralamak için bir kuşu azat etmek derdinde değil. Yüzü bir insanın gülmüyor artık kalabalıklar içinde. Kimler kaldı eskilerden geriye… Evet artık kuşlar azat edilmiyor, insanlar kafeslere tıkılan kuşlar için para vermiyor.. Kuşlar da değişti, değişiyor. Artık kuşlar da gelmiyor..Azat buzat oynamıyor. Bir devir kapanıyor. İstanbul gelişiyor, insanlar değişiyor.. Ama iyiye mi evriliyor?
Yaşar Kemal değişen bir toplumu sunmuş ayaklarımıza. İstanbul’daki yozlaşan insanı, hayatı irdelemiş. Önünden başka bir yol görmeyen, kendi hayatına yumulmuş, bencil yeni insan bu. Bir kuşu azat ederek cenneti aralayacağını hayal edemeyecek kadar cinleşmiş, züğürt ağa motifleri her yere sotelenmiş.
Esasen kitapta geçen şu cümle çok da güzel anlatıyor derdini: ‘"Günün birinde İstanbul'un tarihi yazılırsa, kuş satıcılarından mutlaka bahsedilmesi gerekir, onlar olmadan İstanbul'un tarihi çok yavan olur."
Son olarak diyelim ki: Kuşların günahı boynumuza!