"Maskara Mırıldak’ın Ana-Babasına Mektubu" başlıklı yazıyı okumak için tıklayınız.Prof. Dr. Namık Açıkgöz yazdıÖlüyorum anne. FIB virüsü varmış bende. Bu virüsün çaresi bulunmamış daha. Aşısı falan da yokmuş. İç parazit, dış parazit, kuduz gibi aşılar yapılmış ve gayet güzel, sağlıklı bir şekilde yaşıyordum. Babam beni çok sevmişti ve sabah akşam benimle oynuyordu ama diğer arkadaşlarımı da çok sevmişti…“Diğer arkadaşlarım…” deyince aklıma geldi. Size 3 yıl önce yazdığımda, sadece Mary Jane abim vardı. (Şaşırdın değil mi isimle “abi” kelimesini beraber görünce. Abim daha mini minnakken, annesini bir araba ezmiş İzmir’de. Abim de hemen arkasındaymış ve annesinin ezildiğini gören bir insan abi, abimi alıp evine götürmüş. İnsan abim dişi sandığı için Mary Jane adını koymuş ama erkek olduğunu daha sonra anlamış. Ben ilk görüşte erkek olduğunu anlamıştım.) İlk günlerim zaman zaman Mary Jane abimle geçiyordu. Daha doğrusu Mary Jane abim eve geldiğinde biraz beraber oluyorduk. Mamalarımızı yedikten sonra, ben Mary Jane abimle oynamak istiyor, boyunu sarılıyor, kuyruğunu ısırıyordum; o hiç aldırmadan, başını ağır ağır arkasına, yani bana döndürüp “Git işine oğlum!... Ben oyun yaşını geçtim. Kendine denk bir yavru bulda onunla oyna.” der gibi bakıyor, sonra yavaş yavaş çekip gidiyordu…Sonra başka kardeş ve arkadaşlarım oldu… Garfield, Pamuk, Akgerdan, Minnoş, Hırçın, Akbenek, Duman, Nazlı, Naz ve daha pek çok arkadaşım oldu… Babamın bahçesinde oluyorduk hepimiz… Bazen de babamın içeri aldığı arkadaşlarımla içeride oynuyorduk. Salonda koltuklar, babamın çalışma odası, üst kattaki kapı önleri hep oyun alanımızdı… Babamın odasında mahsusçuktan kavgaya tutuştuk mu, birimiz hızla soluğu üçüncü katta alırdı… Üçüncü kata çıkanın ardından bir kaçımız kovalar ve evi bir neşe kaplardı. Ben her oyunumuzun en mutlu yerinde seni ve kardeşlerimi düşünür ve sizlerden ayrı olmanın hüznünü yaşardım. O hüzün anında hep kardeşlerimin, babamın ve senin hasta olma ihtimaliniz gelirdi aklıma; kahrolurdum… İşte şimdi ben hastayım anneciğim… Hem de ölümcül bir hastalıkmış bu.Kışın, soba yakıyordu salonda babam ve ben sobanın karşısına geçip uyumayı çok seviyordum. Saatlerce sıcak soba karşısında uyumaya çok alışmıştım ama kış bitip bahar başlayalı beri, hareketlerim yavaşlamış, iştahım kesilmişti. Yoksa babamın her hafta sonu aldığı sosisler hiç yenmeyecek şeyler miydi? Babam sosis getirdiği zaman kokusunu arabadan iner inmez alırdık ve hepimiz babamın etrafını sarardık. Babam, sosisleri küçük küçük doğrar, soğuk soğuk yiyip hasta olmayalım diye biraz sıcak suda tutardı. Ama hasta olmamak için babamın tedbirleri yetmiyormuş… FIB diye bir virüs varmış ve bu virüs öldürücü imiş. Meğer bende ondan varmış. Hareketlerimin yavaşlaması, iştahımın kesilmesi, karnımda su toplanması hep ondanmış… Halsiz, iştahsız ve karnım su toplamış halimin bir iki hafta sürdüğünü görünce babam, geçen gün veteriner ablaya götürdü beni. Veteriner abla, kanımı aldı, muayene etti ve serum yaptı… Babama, “FİB var… Maalesef yapılacak bir şey yok.” dedi. Babam, “Testler ne kadar güvenilir?” dedi. Veteriner abla, “Klinik veriler ve test sonucu yüzde doksan dokuz virgül dokuz, FIB veriyor. Uyutalım.” dedi. O “Uyutalım.” deyince, benim hoşuma gitti. Bütün kış boyunca salonda sobanın karşısında mışıl mışıl uyumalarımı hatırladım. Ne güzel uykulardı onlar. Vücut sıcaklığı kaybolup gitmesin diye yusyuvarlak olup uyumak yoktu… Sere serpe… Rahat… Bir o yana, bir bu yana döne döne uyumak geldi aklıma… Ve kış uykusunu ayılara nasıl olup da kaptırdığımızı düşündüm hep. Keşke kış uykusuna biz yatsaymışız. Kış başında yatar, taaa Mart’ta uyanırdık işte ne güzel!... Ama bu güzelliği, bol tüylü ayılara kaptırmıştık bir kere… Bak gene bir şey deyince başka bir şey geldi aklıma… “Ayı” deyince, evimizin arkasındaki orman aklıma geldi. O ormana gider, avlanır, oynar ve yazında çam ağaçlarının, çalıların dibinde tatlı tatlı uyurduk. Kuru çam yaprakları ve çalıların dibindeki yosunlar, pamuk gibiydi. Zaman zaman babam çalışma odasındaki yatakta yatmamıza izin verirdi; işte ormanda da tıpkı yataktaki gibi yatardık. Fakat bir gün arka taraflardan bir homurtu geldi. Önce ayı sandık ama sonra tüylerinin olmadığını görünce korktuk ve kaçtık. Biraz ilerde Mary Jane abiye rastladık ve homurtuyla gelen hayvandan söz ettik. “Domuzdur o… Bu mevsimde aç olurlar ve yiyecek aramak için buralara kadar inerler. İyi ki kaçmışsınız. Size zarar verebilirdi.” dedi. Geçen sene domuzun biri, bir kedinin belini ısırmış ve zavallı kan kaybından ölmüş.Arkadaşlarımla hemen babamızın bahçesine geldik. Bereket babam bahçeyi tel çitle çevirmiş ve bizim geçebileceğimiz yerler bırakmıştı. Oradan köpekler geçemiyordu; domuzlar da geçemezlerdi. Her şeyin en iyisini bilen ve yapan insanlar, hayvanların birbirlerine zarar vermeden nasıl yaşayabileceklerini de hesaplamışlar ve çit denen engeli icat etmişlerdi. (İnsanlarla ilgili en şaştığım şey, bizi diğer hayvanlardan korumak için çareler üretirken, insanları öldürmek için de icatlar yapmalarıydı.)Lafı çok dağıttım anne… Ne diyordum? Haaa!... Veteriner abla “Uyutalım” demişti. Babam, “Yok, uyutmayalım… Ölecekse de evde kucağımda eceliyle ölsün.” dedi. İşte o anda dondum kaldım. Veteriner abla “Uyutalım” dediğinde ne hayallere kapılmıştım oysa. Onun “Uyutalım” demesi, meğer ölmeye yatırmakmış… Babam tekrar, “Yok… Bunu yapamam!... Bunun hesabını Allah’a veremem!... Daha ne kadar yaşayacaksa, evde yaşasın.” dedi. “O anda, “Baba, ben ölecek miyim?” diye miyavladım. Babam dediğimi anladı… Başımı okşadı, “Yavrum benim!... Maskara Mırıldak’ım!... Sen ölmeyeceksin!...” dedi ama gözlerinden iki damla yaş geldi. Bunun ne demek olduğunu biliyordum. Son zamanlarda televizyonda Sur, Cizre, Silopi, Nusaybin, Yüksekova, Lice gibi yerlerden şehit haberleri geliyor ve o haberleri duyunca babamın gözlerinden birkaç damla yaş düşüyordu. Demek ki ben de ölecektim ve babam benim için ağlıyordu.Babam beni tekrar kedi kutusuna koydu ve eve getirdi. Çalışma odasındaki koltuğa yatırdı… Ağzıma ilaçlar sürdü… Sıvı bir şeyler damlattı ağzıma ve beni öyle besledi… Hastalığım diğer kardeşlerime bulaşmasın diye, beni onlardan ayırdı. Ara sıra kardeşlerim pencerenin önüne geliyor ve “Maskara Mırıldaaaak!... Hadi gel, oynayalım…” diyorlar. Ben onlara cevap vermek istiyorum ama sesim çıkmıyor.Her geçen gün biraz daha güçsüzleşiyorum anne… Bu mektubu da en güçsüz anlarımda yazıyorum. İyi ki babam uyutulmama razı olmamış… Eğer o gün uyutulmama razı olsaydı, ben 5 gün önce ölmüş olacak ve sana bu mektubu yazamayacaktım. Şimdi sana bu mektubu yazarken, babam yan tarafta bir şeyler okuyor; arada bana dönüp, “Maskara Mırıldağıııım!... Yavrummm!...” diyor. Kedilerin her şeyinden anlayan babam, sadece onların nasıl mektup yazdıklarını bilmiyor ve beni öyle hareketsiz görünce telaşlanıp “Maskaram!... Hadi aç gözünü yavrum!...” diyor ve gelip başımı okşuyor. Canlı olduğumu görünce seviniyor ve “Ölme yavrum!...” deyip kitabını okumaya dönüyor.Artık çok mecalsizim anne… Bir 2013 Ekiminde neşeyle, mutlulukla geldiğim ev, meğer hayatımın sona erdiği bir yer olacakmış. En delişmen, en oyuncu ve en yaramaz günlerimin geçtiği bu evdeki bütün kediler, öleceğimizi hiç düşünmeden çok mutlu günler geçirdik. Mamaları beğenmeyip naz yaptığımızda ve babam da başka bir şey vermediğinde, kös kös o yemediğimiz mamayı yerken bile mutluyduk. Komşunun köpeği Maya kardeşlerime saldırdığında, kardeşlerimin de çam ağacına tırmanıp ağaçtan inemediklerinde onlara ne gülerdik, ne gülerdik!... Babam eve gelip çalışma odasına indiğinde, arkasından basamak ritmine uydurarak “ mıy’ mıy’ mıy’ ” diyerek peşinden gitmek, üstünü değiştirirken ayaklarına sürtünmek, masasına oturduğunda kucağına atlamak hepimiz için de çok büyük bir eğlence idi. O hiç birimizi itelemezdi. Birimiz dizine, birimiz karnına, birimiz bir omzuna, birimiz diğer omzuna, birimiz ensesine otururduk. En sevdiğimiz şeylerden birisi de yanağımızı onun yanağına sürmekti. O anda mutluluk mırıltıları saçardık.Anneciğim, hep mutluyduk ama mutsuz olduğum bir günü asla unutmadım…Alt sokağın başında, komşumuzun kedisi Karbeyaz’ın ölüsünü görmüş kardeşlerimden biri. “Karbeyaz’ı öldürmüşleeer!...” diye miyavlayarak bütün sokağı ayağa kaldırdı. Vardık baktık… Karbeyaz’ın beyni dağılmış… Yerde yatıyor… “Vah zavallı vah!... Kimseye zararı yoktu. Ellerine ne geçti yavrucağızı öldürmekle?” dedi Garfield. Oraya yavrularıyla gelen Kınalı, Karbeyaz’ın ölüsüne şöööyle bir baktı ve “Ölmüş.” dedi. “”Ölmüş”… O kadar… Sesinde hiçbir hüzün ve merhamet izi yoktu. Yavrularından biri, “Anne ölüm ne demek?” dedi merakla. Kınalı, “Bu yaşta düşünme ve merak etme böyle şeyleri… Yaşamana ve hayattan zevk almana bak.” dedi ve yavrularını alıp gitti.Hem Karbeyaz’ın ölümü, hem Kınalı’nın tavrı üzmüştü bizi. Kınalı da bazı insanlar gibi menfaat düşkünü ve ikiyüzlü biriymiş meğer. Oysa Karbeyaz hayattayken onunla hep “canımlı cicimli” konuşurdu. Ondan sonra Kınalı ile hiç arkadaşlık yapmadık; hatta Garfield onu bizim bahçe taraflarına bile sokmadı. Karbeyaz’ın ölüsünün yanından ayrılırken, ilk defa ölümü ve sizleri, kardeşlerimi düşündüm anne. Ya siz de ölmüşseniz… Ya kardeşlerim ortada kalakalmışsa!... Aman!... Ağzımdan yel alsın!...İşte Karbeyaz’da gördüğüm ve bana o zaman çok uzakmış gibi gelen ölüm, şimdi burnumun dibindeydi… Hissediyordum artık… Ölüyordum… Babam, evde olduğu her an benimleydi ve veteriner ablaya “Ölürse kucağımda ölsün” demişti; o günden beri çoğu zaman babanım kucağında yatıyordum. O yazı yazarken kitap okurken kucağındaydım. Onun sıcaklığı bana hayat veriyordu o da benim sıcaklığımdan çok mutlu oluyordu. Âdeta birbirimize can veriyorduk. Babam bir ara veteriner ablaya telefon etti ve “Ölürken acı çekerler mi?” dedi. Veteriner abla acı çekmeden öleceğimi söylemiş ki babam bana döndü ve “Acı çekmeyecekmişsin yavrum… Ölümün yavaşça olacakmış… Canın tenden bir kuş gibi uçup gidecekmiş.” dedi.Ölüm her saniye biraz daha yaklaşıyor bana anne. Vaktiyle çok uzakta gördüğüm ölümün kokusunu alıyorum artık... Bu kokuya babam da alıştı ve çalışma odasına geldiğinde, “Ölüm her yerde ve her zaman… Ne bir saniye önce, ne bir saniye sonra!...” diyor.Anneciğim,Sen mektubumu okurken, muhtemelen ben ölmüş olacağım. 3 yaşımda ve erken gelen ölüm beni babamdan ve bu dünyadan ayırıyor ve benim için her şey bitiyor… Oysa 3 sene önce sana yazdığım mektupta ne kadar da hayat doluydum ve hayata ne kadar da ümitle bakıyordum!... Soğuk bir kış günü yağmurun altında bulup getirdikleri arkadaşım Garfield’ın o akşamki ümitsizliğini görünce ona moral vermek için ne diller dökmüştük… Garfield birkaç gün sonra kendine geldi ve hayata tutundu… Hem de ne tutunuş!... Neşe, yaramazlık, kavga ondaydı… İçerde olduğunda dışarı çıkmak için sanki “Namıııyaaavkkk!..” diye babama seslenirdi. Sanki bahçenin efesiydi ve yabancı kedileri asla bahçemize ve muhitimize sokmazdı. Garfield’a moral verip destek olan ben, işte şimdi morale ve desteğe bile ihtiyaç hissedemeden, her saniye ölüme biraz daha yaklaşıyorum. Mecalsizlikten artık ayaklarımı önüme toplayıp başımı üzerine koyarak yatamıyorum. Ayaklarım iki yanda başım koltuğa gömülü durabiliyorum. Babamın başımı okşamaları daha da sıklaştı…Ölüyorum anneciğim…Hayvan mahşerinde buluşunca sana öyle bir sarılacağım, öyle bir sarılacağım ki!... Anneemmm!...
Edebiyat
08 Haziran 2016 - 19:30
Güncelleme: 08 Haziran 2016 - 19:56
Maskara Mırıldak'ın son mektubu: Ölüyorum anne
Mürekkep Haber yazarı Prof. Dr. Namık Açıkgöz, bundan 3 yıl önce kaleme aldığı "Maskara Mırıldak’ın Ana-Babasına Mektubu" başlıklı yazısında; Maskara Mırıldak adını verdiği kedisini sahiplenişini ele almıştı. Maskara Mırıldak bu ay öldü. Maskara Mırıldak'ın ölümü üzerine Namık Açıkgöz bir mektup daha kaleme aldı.
Edebiyat
08 Haziran 2016 - 19:30
Güncelleme: 08 Haziran 2016 - 19:56