‘’ Uygarlık tarihinin gelişim süreci içerisinde çizginin iletişim alanındaki yeri ve önemi, yazıdan sanata dek değişik işlevler ya da anlamlar kazanmıştır. Çizgiyle anlatım ya da biçimlendirme anlamına gelen desen dil darağımıza yerleşmiş, yadırgamadan kullandığımız yabancı kökenli hibrit sözcüklerden biridir. Algılama açısından ışık-gölge ya da koyu-açık ilişkilere dayanan plastik ayrıntıların kavranması belli bir olgunlaşmayı gerektirdiğinden çizginin en işlevsel ve en yalın bir anlatım aracı olduğunu gerek mağara gerekse çocuk resimlerinden biliyoruz. İlk çağlardan bu yana çizgi, sanatçılar için vazgeçilmez bir resimsel anlatım öğesi olarak algılansa da Gotik ve Rönesans atölyelerinde uzun süre çırak desenleri de ustaların tablo resimlerine bir ön hazırlık niteliğinde işlev görmüştür. Ancak sonraları doğrudan sanatsal bir biçimlendirme anlayışı olarak kabul görmeye başlamış, özellikle de sanat ve bilim dünyasının büyük dahisi Leonardo da Vinci’nin, ‘resmin anası’ olarak nitelendirdiği desen, çağlar boyunca plastik sanatlar eğitiminin temelini oluşturmuştur. Günümüzde ise -aynı önemini korumasa da- desen derslerinin sanat eğitimi programlarında belli bir yeri olduğu bilinmekle birlikte ihmal edildiği de söylenebilir. Hatta “sanat yapmak için desen çizebilmeye bile gerek yoktur” anlayışına sahip eğitimcilere, sanatçılara bile rastlanabilmektedir. Tutturulan güncel sanat teranesine dayandırılan böyle bir sav, araştırma zahmetine katlanmak istemeyenlerin ya da evrensel değerleri anlamayan; hızlı yaşam koşullarının dayattığı her şeyin doğruluğundan kuşku duymayanların sığındıkları en yakın cankurtaran olsa gerektir. Çünkü moda ya da güncel olana inandırılan insanlar, inandıkları şeyin doğru olup olmadığını sorgulama gereğini genellikle duymazlar. “Çağdaş olma” adına ucuz gerekçelere inanan düşünce tembellerinin işine gelmektedir bu tür savunmalar. Oysa evrensel değerler, genellikle araştırmayı ve düşünmeyi gerektirmeyen moda ya da güncel ölçütlerle veya alışkanlıklara dayalı kurallarla değerlendirilemez. “Duymaya ya da inanmaya alışılan şey, ipso facto gerçek gibi görünür.” “…İnsanlar saymayı bilmiyorlarsa, bundan, postaritmetik bir çağa eriştiğimiz sonucunu mu çıkarmalıyız? Doğru sonuç aritmetiği bilmedikleridir. Bunu düzeltmenin yolu aritmetiğin öğretilmesine özen göstermektir. Gerçekten evrensel olan bir şey her zaman aktüeldir. Konfüçyus’ta kesinlikle hayran olduğum şey, diye yazar Simon Leys, ‘bugün de bizimle konuşmaya devam etmesidir; bazı anlarda doğrudan doğruya bizim çağımızı ve bizim toplumumuzun problemlerini hedef aldığı bile söylenebilir.” (Thomas De Koninck, Yeni Cehalet Ve Kültür Problemi, Çev. İnci Malak Uysal, Epos yay, Ankara 2003, s. 58-59.) Doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin hakkında yargıda bulunabilme veya karar verebilme yetisi, ayrıştırabilme ve birleştirebilmeyi (sentez yapabilme); her ikisi de bilmeyi temel alan bilinç ve bağımsız karar verebilen özgür bir beyin ister. Sanatsal yaratıcılığın koşulu olan duyarlı ve seçimci tavrın özünü oluşturan görsel deneyim de, nesneler arasındaki düzen ve düzensizlik ilişkilerini araştırmayı zorunlu kılar. Yani sentez yapabilmek analiz yapmayı, analiz de tanımayı ve bilinçli algıyı gerektirir. Worringer, “Doğayı parçalamak doğayı tanımanın gururundan doğar.” der. Doğayı tanıyabilmek uzun süreli ve titiz bir gözlem sonunda kazanılan kişisel deneyimlere dayanan bilgi ile olasıdır ancak. Bu bağlamda tanımak bilmek, bilmekse anlamak demektir. “Düşünme dediğimiz anlama işlevleri, zihinsel süreçler, algının üstünde ve dışında değil, aksine algının önemli öğeleridir.” “Göz yoluyla aldığımız izlenimlerin beyinde anlam kazanması” anlamındaki bilinçli algı ise, dikkatin, seçilmiş bir nesne üzerinde yoğunlaştırılması sonunda nesnenin kendi içindeki ve çevresiyle olan ilişkilerinin (yani benzerlik ve benzersizliklerinin, farklılıklarının) irdelenmesidir. Çünkü “Algılama ve düşünme birbirisiz olamazlar. Soyutlama her ikisi arasında vazgeçilmez bağ ve en önemli ortaklıktır. Kant’ın ünlü sözü değiştirilerek denebilir ki; soyutlamasız görme kör; görmesiz soyutlama boştur.” (R. Arnheim, Anschauliches Denken, s.181) Bu bağlamda özentiye dayanan, düşünceden yoksun biçim çarpıtmalarının soyutlamayla ilişkisi olamaz kuşkusuz. Plastik sanatların özünü görsel düşünme oluşturur. Bunun yöntemi de nesnelerin çizim yoluyla analizini yapmaktır. Çağımızda desen çizmeye gerek yoktur diyerek yetersizliklerini kurnazca bir kolaycılığın altına saklayabileceklerini sananların kulaklarına küpe olsun diye, Rodin’in şu sözünü plastik sanatlar eğitimiyle ilgili her yere asmak gerek: “Sanatta karşı karşıya kalınabilecek en büyük zorluk, iyi desen yapma gerekliliğinden doğar; üstelik diğer zorluklara da hükmettiği için, öncelikle bunun üstesinden gelinmesi gerekir; yalnızca desen bilgisi sayesinde karşılaştırma yapmayı, değerlendirmeyi; ve esas olanı saptarken yalınlığı ifade etmeyi başarabilirsiniz.” (A. Rodin, Düşünce Kıvılcımları, Alkım Y. s. 115.) Sanat eğitiminde desen yoluyla analizler yaptırmanın ya da çıplak modelden çalışmanın amacı, doğal biçimlerin estetiğiyle yetinme amaçlı değildir. Kuşkusuz burada anatomik sağlamlığın ya da kaba bir gerçekçiliğin peşine düşmenin sanatla uzaktan yakından ilişkisinin olmadığı açıktır. Örneğin, en karmaşık yapıya sahip olan insan vücudunu çizmenin ders programlarında yer alması, hâlâ en yetiştirici bir yol olması nedeniyledir. Amaç gerçeğin dış görünüşte değil, çok yönlü yapısal ilişkilere bağlı olduğunu anlamak ve derin bir dikkati gerektiren düşünceye, yani soyutlama gücüne ulaşmaktır. Desenin önemini dile getiren Balthus’ün sözleri de yabana atılır türden değil: “Yüce bir gerçeklik ve kendini zora koşma okuludur desen. Doğaya, onun en gizli geometrisine en yakın olunduğu yerdir. Resim böyle bir şeye izin vermez her zaman, çünkü daha çok hayal gücü, daha çok mizansen, daha çok gösteri girer onun içine. Buna karşılık, desen insanı soyutlamaya zorlar adeta, çünkü yüzün ya da bedenin görünüşlerinin arkasına geçmek, onun ışığından yaralanmak söz konusudur.” (Balthus’ün Anıları, Hazırlayan: Alain Vircondelet, Çev: Orhan Suda, YKY s. 2012, s.28-29.) Parmak izi gibi, sanatçının iç dünyasının yalansız tanığı diyebileceğimiz ve kişiliğinin damgasını taşıyan en güçlü görsel dışavurumu olan desen aynı zamanda doğanın analiz yoluyla tanınmasında vazgeçilmez düşünme aracıdır. İster gerçekçi, ister soyut, ister kavramsal; hangi anlayışta çalışırsa çalışsın, gözünü doğadan ve yaşamdan ayıran sanatçının “dili tutulur, konuşamaz”.
23 Aralık Salı günü açılacak olan bu sergi, 15 Ocak 2015 tarihine kadar Peker Sanat evinde izlenebilir
Sergide yapıtları yer alan sanatçılar;
Zafer Gençaydın, Yalçın Gökçebağ, Hasan Pekmezci,
Hayati Misman, Habip Aydoğdu, Ekrem Kadak,
Hakan Esmer, Sertap Yeğin
PEKER SANAT
Hilal Mahallesi Alexander Dubcek Caddesi (6.cadde) 18/B Yıldız/Çankaya/Ankara Tel: 0312 439 30 03 Fax: 0 312 439 39 78